• Sonuç bulunamadı

Günlük yaşamda artık postmodern kültürü bir metin olarak, parçalı bir şekilde de olsa, bulma şansımız vardır ve Ihab Hassan’ın dediği gibi “artık gözlerimiz postmodern nitelikleri tanımayı öğrenmiştir” (Cohen, 2000: 293–294). Bu nitelikler belki de kurmacada daha kolay tanınabilir çünkü bunlar postmodern anlatıları ilgilendiren pek çok akademik tartışmada belirlenmişlerdir: “metinlerarasılık”, “parçalanmışlık”, “ironi”, “şüphecilik”, “anlatı türlerinin birbirine karışması”, “yüksek ve alt kültür arasındaki ayırt edici sınırların kaybolması” ve “yazar imgesinin azalan önemi”. Sanatçının tarihle ilişkisi değişmiştir, insan artık imgelerin biçimlendirdiği kitle televizyonu çağında "köklerden ziyade yüzeylere, derinlikli çalışmadan ziyade kolaja, işlenmiş yüzeylerden ziyade üst üste getirilmiş alıntı imgelere" uygun şekilde yaşamaktadır. Bu yüzden, "ayakları üzerinde sağlam biçimde duran kültürel nesneden ziyade çökmüş bir zaman ve mekan duygusuna bir bağlılığın gelişmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bunların hepsi tam da postmodern durumda sanatsal pratiğin yaşamsal boyutlarıdır” (Harvey, 2012:79). Postmodern anlatılar yeni bir sınırlama getirerek eskiyi reddetmez, aksine eskiyi esin kaynağı olarak alıp yeni anlatıların biçimsel, dilsel ve içeriksel manipülasyonlarla yeniden kurulmasını sağlarlar. Postmodern anlatıda, “her öykü çoktan söylenmiş bir öyküyü anlatır” (Eco, 1985: 19–20). Değişen sadece öyküye, kurgudaki kişilere ve temsil ettikleri değerlere yönelik bakış açısıdır.

Pek çok makale ve kitapta belirtildiği gibi, postmodernizm geniş ve dengesiz bir kavramdır. Örneğin Harvey, yeni durumu şu şekilde açıklar: “Sürekli değişen kodlar ve modaların ardında tam da bu değişimin bir taraftan sarstığı değer ve anlamlandırma hiyerarşisini diğer taraftan yeni biçimlerde yeniden yaratmaya yönelen bir “zevkler emperyalizmi” (2012:18). Herhangi bir felsefe, sanat, sosyoloji ya da psikoloji kitabı onun tam ne olduğunu anlatmaya yetmeyeceği gibi şimdiye kadar belki de kendi doğasında taşıdığı çoklu ve akışkan anlam dizgeleri gibi herhangi bir yetkili kişi tarafından tümüyle ikna edici şekilde tanımlanamamıştır. Yine de belli başlı özellikler taşıdığı konusunda pek çok alandaki bilimciler tarafından bir fikir birliği var gibidir. Bu özelliklerden bir tanesi anlam çokluğudur ve bu yüzden bu çokluk işlediği kültürel, mimari, resimsel ya da edebi metinlerdeki gibi postmodernizm kavramının kendisinde de bulunur. Kurulu, tanımlı, belirli bir tek postmodernizm değil sürekli değişen, gelişen, yeniden tanımlanan ve yeniden kurulan postmodernizmler olduğu söylenebilir. Her an yenilenmesi onu tanımlamayı zorlaştıran ana unsurdur: “Modernist duyarlılık zayıflamış, yapıbozumuna (deconstruction) uğramış, aşılmış ya da kısa devreye gelmiş olabilir, ama onun yerini almış olan düşünce sistemlerinin iç tutarlılığı ya da anlamı konusunda pek az kesinlik var. Bu tür bir belirsizlik, varlığı konusunda herkesin hemfikir olduğu değişimi değerlendirmeyi, yorumlamayı ve açıklamayı tuhaf bir biçimde güçleştiriyor” (Harvey, 2012:57). Lyotard da postmodernizmin hemen hemen her şeye karşılık gelen bir kavram olduğu görüşündedir.

Postmodernizm, bir edebi tür, mimari bir yapı çeşidi, bir toplum kurgusu ya da sanatsal bir biçimden gibi düşünülmemelidir. “Eleştirmenin ve sanatçının gür sesi”, “öznel kurmacası”, “okurun

metni yeniden yazması”, “insanın dünyanın kuruluşuna etkin bir katılımı”, “hayatın merkezine her şeyin oturtulabileceği bir gösteri” ya da “her şeyin tüketilebileceği ve değerin bir meta olduğu dünya” olarak düşünülebilir. Herşeyi kapsayan yapısı dolayısıyla, götergelerin sürekli değişimi halindedir ve kullanıcıların keyfi seçimine bağlı devingen bir yeniden üretimdir. Göstergeler yoluyla bir söyleme dönüşür ve “onunla ilgili olarak ürettiğimiz ve kullandığımız söylemin içinde söylem olarak mevcuttur” (McHale, 1992: 1). Kaygan, tanımlanamaz, değişken yapısı ile “postmodernizm bir kere belirleyip, temiz bir bilinçle her zaman kullanabileceğimiz bir şey değildir” (Jameson, 1999: xxii). Bu açıdan, belki de en iyi tanımı tanımlanamazlığıdır, çünkü herhangi bir değere, düşünceye, norma sahip olmak yerine her şeyi kapsar ve sınırsız kapsayıcılığını belirli bir kavram şeklinde ifade etmek imkansızdır.

Kapısını her şeye açan özelliği ile tanımsız kalan kavramın genişliği, postmodernist anlatılarda da kendini gösterir. Romanlar okura farklı “gerçeklikleri” aynı anda görme fırsatı sunarlar. Genel olarak bu farlılıkların görülmesi anlatılarda ikiye ayrılabilir:

1. Metin içi düzlem: Bu düzlemde şekildeki deneycilik, dil kullanım özellikleri ve metnin kurgulanması bulunur: parçalılık, metinlerarası atıflar, anlatıda düzensizlik, üslup ve imgelerin çokluğu, seçmecilik, parodi ve pastiş. Metnin içine sinen, “Kurgu, parçalanma, kolaj, eklektizm, bütün bunların dokularına işlemiş bir gelip geçicilik ve kargaşa duygusu, belki de, günümüzün pratiğinde hakim olan temalardır” (Harvey, 2012:119). Eklektik yaklaşım, göstergelerin keyfiliği gibi, yazarın istediği biçimde bağlamlar yaratmasının, değer sunmasının, oyunlar oynamasının ve kurgulamasının yolunu açar.

2. Metin dışı düzlem: Bu düzlemde dünyanın postmodern bakış açısı ile betimlenmesi ve edebi metinlerde bu dünyaya özgü postmodern yaşam şekillerinin nasıl anlatıldığı yer alır. Dış dünyada gerçekleşen olaylar, belirmeye başlayan kavramlar, yaşam tarzları, sosyal ve siyasal pratikler ile edebi metinler (ya da sanatsal üretimler) birbirinden bağımsız olarak düşünülemez: “Postmodernizm aynı zamanda toplum içindeki sosyal, ekonomik ve politik pratiklerin bir taklidi olarak görülmelidir. Birçok postmodern romanda, bir ortak varoluş mekanında durmakla birlikte, aralarında iletişimsiz bir “ötekilik” duygusunun hakim olduğu farklı dünyaların üst üste gelmesi, kentlerde giderek artan gettolaşmayla, dışlanmayla, yoksulluğun ve azınlık nüfusların yalıtılmasıyla, bilinçsiz bir ilişki içindedir…. Postmodern edebiyatın belki de bu olguyu taklit ettiğini düşünmek yararlıdır” (Harvey, 2012:135). Küresel kültür, kitle kültürünün söylemleri, simgeleri (pop müzik, ticari markalar, televizyon, filmler, kent yaşamındaki karmaşa, tüketim toplumunu özendiren reklamlar vb), yüksek kültür ile kitle kültürünün birbirinin içinde erimesi gibi metnin okuru tarafından algılanması beklenen iletiler

Ancak, Lucy’nin de belirttiği gibi, postmodern romanda bu iki düzlem birbirine karışmış gibidir: “Bir kez Barthes’ın metinsellik kuramı, Baudrillard’ın simülasyon kuramına dönünce(ya da onun tarafından yerinden uzaklaştırılınca), romantik edebiyat kuramının bir başsöylem statüsüne ulaştığı görülür. Böyle bir noktada, karşıtlıkların uzlaşımı, ikiliklerin postmodern aşkınlığına dönüşür ve birdenbire artık imgesel ve simgesel, hakiki ve sahte, okuma ve yazma, metin ve metin dışı, edebiyat ve edebiyat kuramı arasında herhangi bir fark kalmaz” (2003:71). Metin içi düzlem metin dışı düzlemle eşitlenir ve metnin kapsayamayacağı metin dışı bir öğe kalmaz. Yazar çözümlemeciye, okur yazara, kuram uygulamaya, gerçek sanala ve kurgu gerçeğe dönüşebilir.

Modernizm ile postmodernizm, sanat ve sanatçıya dair görüşlerinde de farklıdır. Harvey, modernist sanat ve sanatçının konumunu şöyle özetler: “Modernist projenin bu yeni kavranışında, sanatçılar, yazarlar, mimarlar, besteciler, şairler, düşünürler ve filozoflar özel bir konuma sahiptiler. “Sonsuz ve değişmez” olan artık otomatik biçimde varsayılamadığına göre, modern sanatçının insanlığın özünü tanımlama açısından yaratıcı bir rolü vardı” (2012:31). Postmodern anlatıda, anlatıcı, yazar ve okuyucunun konumu sorunsallaştırılır. Okur sanki bir tüketim eşyasının karşısında her an seçimler yapma zorunluluğunu hisseden tüketici gibidir. Bir yandan metnin içine giren ve anlam kurucu görev yapan okurun seçimleri diğer yandan da okura hem sıra dışı bollukta malzeme sunan satıcı konumundaki yazar bulunur. Anlam açısından, karar vermek, tıpkı tüketim toplumunun özelliği gibi, zor ama keyifli bir işe dönüşür. Birkaç sayfa çevrilince, hatta bazen aynı sayfada bir iki tümce ötede, okur başka bir eşya keşfeden bir tüketicinin açgözlülüğü ile yeni kavramlarla büyülenerek karşılaşabilir. Burada kurgudan ziyade, yazarın sunumundan da öte, bir postmodern algı yaratma durumu sözkonusudur. Sınırsız sunum sınırsız tüketimi tetikler gibidir ve bu yüzden anlatının sonunda sayısız eşya satın alan bir tüketici gibi, okur da kendi kurgulamış olduğu anlatıdan hem sınırsız malzeme elde etmiştir hem de bu malzemelerin neredeyse hiçbirinin değeri kalmamıştır. Bir tür kimlik üretim süreci gibidir ve modernist anlatıların tümelliğinden uzaktır. Açık uçluluk yerine kapalılığı seçen ve iletilerin büyük öğretilere ve belki de gerçekliğe karşılık düştüğünü savlayan modernist romanın tersine, postmodern anlatıda değer hem vardır hem de yoktur, çünkü çok kimliklilik kimliksizlik olarak da düşünülebilir.

Değer bağlamındaki bu çoklu üretim, pastişin bir nevi kültürel karşılığıdır. Postmodern anlatı ve özellikle pastiş sadece kullanılan malzemenin, türler arasında yeni bileşkeler üretmenin, her türlü öncül türden bohçalama yaparak, bunu okurun önüne sunmanın yöntemi değildir. Aynı zamanda zihnin bulanıklaştırılmasına kadar varabilen karma değerler kümesini homojenlikten çıkarıp olabildiğince karşıtıyla, sağıyla, soluyla, arkasıyla, önüyle oynayarak hem gerçekliği her açıdan gösterme zenginliği hem de zenginliğin hiçleşmesi / hiçleştirilmesi işlevi bulunur. Şekilsel, içeriksel açıdan pastişin kültürel bir şekillendirme aracı olduğunu ve hatta kültürel şekillendirme işlevinde postmodern bireyler üreterek, tüketim toplumunun değerlerini öğrettiği de söylenebilir.

Bunu sağlamak adına anlatıda gerçeklik kurgusal gerçeklik ile dış dünyanın gerçekliği arasında bir analoji kurulur. Okur metnin içine girdiğinde, anlatıdaki gerçekliğin mi yoksa dışsal

gerçekliğin mi daha nesnel göründüğü ayırt edilemez olur. Bir tür kısır döngü şeklinde, metnin gerçekliği okurun zihninde evrilerek onun algısına denk düşmeye başlar ve metin okuru yaratmış olur. Ancak yaratım okurun metnin içinde etkin bir anlamlandırma ve biçimlendirme görevine soyunması ile mümkün kılınır ki bu da postmodern anlatıların okura açtığı, doldurulması gereken bir eylem alanıdır. Kısacası metin bir yandan okuru şekillendirir, diğer yandan da okur etkin bir kurgulayıcı ve kurucu unsur haline dönüşür ve bu yüzden de metnin dışına çıkarak kendini, dünyayı ve gerçekliği kurmuş olur: “işaretler gerçekliktir ve hayali olanla gerçek olan birbirine karışır” (Watson, 2002: 60). İşaretlerin, her türlüsünün, gerçekliği kuran öğeler olduğu savı doğru ise, dünya dediğimiz şey kişisel tarih sürecinde işaretlerin bize öğrettiklerinden ibaret olacaktır. Doğal olarak, anlatıların içindeki işaretler de aynı derecede etkin ve inandırıcı bir gerçeklik kurma işlevine sahip olarak görülebilir, çünkü insan olarak yaşamın içinde etkin bir özne/nesne isek, okur olarak da kurgunun içinde etkin birer özne/nesne konumunda olmaktayız.

Postmodern kültürün tüketim toplumu olduğu savı doğru ise, o zaman kültürün değer olarak kabul ettiği metaların doğasına uygun bir edebi üretimin de olması önemli olacaktır. Tıpkı tüketime açılan neredeyse tüm alanlar gibi, romanlar da birer sanat eseri değil de alınıp satılan ve paraya dönüştüğü müddetçe önemli hale gelen metadırlar. Bu yüzden de ticari kaygılar doğrultusunda yazarların toplum içinde güçlü ve yerleşik bir imajlarının olması beklenir. Yüksek ve alt diye tüketiciyi ayırt etmek yerine, tüketim elde edilecek kar oranı ile ilgilendiğinden, yazarların da asıl önemsemeleri beklenen okur tipi, artık entelektüeller ya da orta sınıf gibi insanlar olmaktan çıkar. Satış ön planda olduğu için, yazar belirli ve sınırlı kitleden çok herkese hitap etmek isteyecektir. Hitap kaygısı da bir anda kurguya şekil vermeye başlayabilir. Postmodern anlatılarda, bu yüzden, alt ve üst kültür diye bir ayrım pek bulunmaz. Anlatım parçalıdır. Küçük ve bağımsız parçacıklar şeklindedir. Anlatı kişileri hemen tanınabilecek ve özdeşleştirilebilecek sterotiplerdir. Kurgu ile gerçeklik arasındaki ayırd edici çizgi özellikle bulanıklaştırılmıştır. Genellikle, hem kurgusal hem de yaşamdan seçilmiş kişiler bulunabilir.