• Sonuç bulunamadı

Althusser’ci düşünce, ideolojiyi ve olgu ya da gerçek olarak sunduğu tüm kabulleri temsillerin bir ürünü olarak görür. İnsanların ön kabulleri, düşünceleri, yargıları gerçeğin nasıl tanımlandığına, sunulduğuna, söyleme nasıl dönüştürüldüğüne ve yorumlandığına bağlı olarak değişir. Metinselliği ve dili ön plana çıkaran postmodernistler, “Gerçekliği metinsellikten önce gelen bir şey olarak düşünmek yerine, tam da bu nosyonu metinselliğin bir sonucu" olarak görme eğilimindedir (Lucy, 2003:38). Jameson’a göre, imgenin yarattığı mantığın (ve imgeyi yaratan mantığın) biçimleri kültüre dönüşmüş ve “metinsel üretimler ile görselliklerin seri üretiminin kurduğu tümüyle aynalardan oluşan bir yapı, eski gerçekliğin durağan referansının ve kültürel gerçek olmayanın yerini almıştır” (1986:42). Bu yüzden, postmodern gerçeklik kavramı doğrudan metinsel ilişkilere indirgenir ve bunun dışında bir gerçekliğin kurulamayacağı savlanır. Önceden verili olan ve metinler yoluyla yansıtılan bir olgu değildir. Tersine, herkesin üzerinde hemfikir olduğu ve kişiden kişiye değişmeyen bir mutlak doğru olarak, ancak insanların üretiminin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Postmodern kuram ve uygulamalar her şeyin eskiden kültürel olduğunu ve temsiller yoluyla kurulduğunu öngörür. “Doğru”, “referans” ve “kültürel olmayan gerçek” kavramlarını geçersiz kılarlar. Fakat postmodernizm bir süper gerçeklik sunmaz, onun yerine anlamı ve mevcut algılarımızı oluşturan süreçleri ve araçları sorgular. Sorgulama ve geçerli kabul edilen düşünce ve kavramların sahteliğini ortaya çıkarma konusunda, sanatçıların özel bir görevi vardır; “Modernist projenin yeni kavranışında, sanatçılar, yazarlar, mimarlar, besteciler, şairler, düşünürler ve filozoflar özel bir konuma sahiptiler. “Sonsuz ve değişmez” olan artık otomatik biçimde varsayılamadığına göre, modern sanatçının insanlığın özünü tanımlama açısından yaratıcı bir rolü vardı” (Harvey, 2012:31). Modernist sanatçıların dünyayı kurgulayıcı, algı oluşturucu, dünyayı anlamlandırıcı ve insanlığa yol gösterici rolleri vardı. Ancak, postmodern sanat düşüncesi sadece gerçekliğin varlığını değil, sanatçının bu özel konumunu da geçersizleştirme çabasına girer. Temsil edenin neyi temsil ettiğinin değil, aslında ortada bir temsiliyet olduğunu vurgular. Farkındalık yaratma yoluyla, temsil edenin yorumsal olduğunu ve sunduğu gerçekliğin mutlak, değişmez ya da evrensel olmadığını belirler.

Jameson’ın “gösterilenin eski mantığı” (1986:43) diye adlandırdığı “gerçeklik”, postmodern temsil açısından önemsiz hale gelmez. Postmodern düşüncede, sadece “gösteren” ile “gösterilen” ve “sözcük” ile “nesne – kavram” arasındaki ilişkinin yeni bir bakış açısıyla ele alınması gerekliliği ortaya çıkar. Edebiyat (özellikle roman) bir taraftan gösterge ile gösterim ilişkisinin doğasına eğilir, diğer taraftan da, postmodernistlere göre bir değer, ideoloji, hakikat ya da norm üretmek yerine sadece karşılığı olmayan ve kendi kurgusallığını gösteren bir üretime dönüştürülür; “tahtadan yapılmış ceviz, bir cevizin imgesiyle birlikte, kendisini doğuran sanatı gösterme amacından başka hiçbir şey belli etmemelidir bana. Roman yazısıyla, tam tersine bunu yapar. Görevi maskeyi takmak, aynı zamanda da bu maskeyi göstermektir” (Barthes, 2009:34). Sadece postmodern edebiyat değil,

gösterimin doğallığı ve doğruluğu üzerinde yoğunlaşıp gösterim aracının meşrulaştırılması yoluna gider. Postmodernistler ise hem gerçekçiliğin şeffaflığını hem de modernizmin doğallaştırdığı temsiliyet sorununu yıkmak üzere yola çıkar ve her iki kavramın oluşturduğu güç ve tarihselliğin içini boşaltır. Lucy, postmodern edebiyatın bu yeni ve sadece kendini yansıtan özelliğini şöyle açıklar; “Edebi (metin) bir kez hiçbir değer barındırmıyor görülürse o zaman devrimci gücünün içi boşaltılır, dolayısıyla edebiyata ya da genel bir sürekli akış ve değişkenlik durumuna köktenci ilgisizlikten başka bir tepki vermek için neden kalmaz. Bu, en çok tercih ettiği ifade biçimi, kayıtsız parodi olan postmodern durumun tipik tepkisidir” (2003:230). Temsiliyet kavramının sorunsallaştırılması, gerçeklik gibi modern düşüncenin birçok savını yıkmak amacını taşır. Böylece, edebi metin herhangi bir değerin taşıyıcısı konumundan uzaklaştırılır ve sadece kendisi olarak okurun beğenisine/tüketimine sunulur. Postmodern temsiliyetin özü hem “güç” hem de “tarihsellik” algılarının kurulu düzenini yıkmak üzerine kurulur. Bu sayede gerçekliğin göstergeleri ortadan kalkar ve sanat ile dünya arasında yeni bir gösteren-gösterilen ilişkisi kurulur. Artık orijinallik, benzersizlik, gerçeklik gibi kavramların modası geçer ve mevcut temsiliyetin parodisinin yapılması ve yeniden uyarlanması yoluna girilir. Başka bir ifade ile temsiliyet tarihinin ve biçiminin kendisi sanatın bir konusu haline gelir ve tarih kavramı yeni bir algı ile işlenir. Postmodern metinlerde buna bağlı olarak yüksek ile popüler/kitle kültür(ü) arasındaki ayrım ortadan kalkar ve dünyaya özgü söylem ile sanata dair söylem birbirini tamamlar ve destekler hale gelir.

Edebiyat alanında tarihsel olanla kurgusal olanın birlikte kullanımı bazı sorunları da beraberinde getirir. Daha önceki dönemlerde de buna benzer bileşkeler oluşturulmuş olmasına rağmen, tarihi romanın işlenme biçimi asıl sorunu oluşturur. Yeni tarihi roman yazımında, anlatının kurgusallığı sürekli sorunsallaştırılırken, tarihin gerçeklere dayalı yazımı sanrısı da ortadan kaldırılır ve tarihi roman yazımı tarihin yazımını da sorunlaştırır. Anlatıların, söze, yazıya, söyleme ve bağlama dayandığının belirlenmesi, temsiliyet sorununun aynı zamanda gerçekliği kurgulama aracı olarak asla nesnel bir boyuta ulaşamayacağını gösterir, ancak tarihin yazılması da aynı ilkeye tabi olmak zorunda kalır. Bir bakıma, tarih yazımı ile tarihi roman yazımı, kullanılan belgeler, dil, söylem ve bağlam açısından neredeyse aynılığa varan benzerliklere dayanır. Burada, Siegle’nin belirlediği gibi temsiliyette şu sorgulamalar yaşanır;

Gerçekliği düzenlediğimiz kodlar,

Anlatıyı kurgularken kelimeleri düzenlediğimiz vasıtalar,Bunu yaparken kullandığımız dilsel aracın çağrışımları,Okuyucuyu anlatıya katmak için kullandığımız vasıta,

Gerçekliğin nesnelliği ile bizim aramızdaki ilişkinin yapısı (1986:3).

Toplumsal kodlar, dilsel kodlar, sanatın üretim tarzı, içeriği ve tekniği ile bütün bunların hedefindeki alımlayıcının özel konumu, postmodern düşüncenin sorgulamasına tabi olur. Bütün bu değişkenlerin, modernistlerin bilinçli ve yanlı çarpıtmalarla kullandığı, gerçekliği kuran, algıyı biçimlendiren vasıtalar oldukları iddia edilir. Siegle, metinsel yansıtmanın “son derece ideolojik olduğunu, çünkü

edebi kodları yapaylaştırdığını ve estetik sunumu ön plana çıkardığını” (1986:11) iddia eder. Başka bir ifadeyle, bir edebi metin temsil ettiği herhangi bir gerçeklikten dolayı bir etkiye sahip olmaz, sadece “kurgu ve anlatının içerdiği kültürel geleneklerden” (1986:225) dolayı önemlidir. Bu açıdan tarihi roman sadece kurgulanmış bir dünyayı sunmaz aynı zamanda halkın deneyimi ile ilintili bir dünyanın da sunumunu yapması beklenir. Barthes da roman ile toplum arasındaki ilişkiye benzer şekilde yaklaşır; “Roman bir Ölüm’dür; yaşamı bir yazgıya, anıyı yararlı bir edime, süreyi de yönlendirilmiş ve anlamlı bir zamana dönüştürür. Ama bu dönüşüm ancak toplumun gözünde gerçekleşebilir. Roman’ı, yani bir göstergeler bütününü, bir aşkınlık ve bir sürenin Tarih’i olarak benimseten toplumdur” (2009:37). Bu noktada, belirleyici olan olgu ve gerçeklik sunumunun yapıldığı söylem ve bağlamdır. Tarihin gerçekliği söylemlerle, metinlerle, tarihi olayların izlerinin kurgulandığı anlatılarla, belgelerle, arşivlerle ve tanıkların anlatımlarıyla ortaya çıkar. Ancak postmodernizme göre, bütün bunlar bile kişisel algıya dayanacağından nesnel bir gerçeklik kurulamaz.

Postmodern temsil uygulamaları, özellikle edebi metinlerde kabul edilen gelenekleri ve uygulamaları reddederek, eleştirilerin de sistematik olarak düzenlenmesine engel oluşturur. Eleştiriler de metinlerdeki temsiliyet kavramı gibi sorgulamalara tabi olur. Genellemeler, sistematik çözümlemeler de kendi içlerinde metnin uğradığı yapıbozumu ile karşılaşır ve kaygan bir zemine oturur. Bu konuda Roland Barhes’ın sorduğu sorular çok önemlidir; “gerçekliğin doğası zaten onu genelleştirilemez yapmaz mı? Sistem (öte yandan) genellemelere dayanmaz mı? Peki bu durumda gerçeklikle karşılaşan birey (yazar / eleştirmen) nasıl genelleştirmeyi reddedecektir?” (1977: 172). Postmodern temsiliyet sorunu genellemeyi ve sistematize etmeyi, bunların sınırlarını ve güçlerini deşifre ederek, geçersiz kılar. Bu yaklaşım sadece edebi metnin tümellik yaratma savını değil aynı zamanda tümelliğin varlığını arayan eleştirilerin de geçerliliğini yok eder.

Postmodern edebi eleştiri heterojen bir yapının varlığını onamaya dayanır ve merkezi yıkarak ötekileştirilmiş olanı da kapsamına alır. Bir merkeze dayalı çözümleme yöntemini geçersiz kılar ve farklı bir çözümleme gerektirir. Belki de bu yüzden hala postmodern kavramının ne olduğu hakkında tam bir uzlaşı bulunmamaktadır. Başka bir ifade ile postmodern eleştiri yaklaşımlarından hiçbiri, kendi doğasına uygun bir şekilde, tam ve nesnel bir eleştiri yöntemi sunmaz. Tümüyle doğru ya da tümüyle yanlış bir eleştiri ile karşılaşamayız. Bunun yerine, gerçekliğin farklı yüzlerini sunan ve her biri en az diğerleri kadar geçerliliğe sahip bir dizi eleştiri ve kuramla karşılaşırız. Zaten asıl amaç gerçekliğin kurgusal olduğunu belirlemektir. Postmodern eleştiri gerçekliğin nasıl kurulması gerektiği üzerine yoğunlaşmaz, çünkü gerçekliğin mantıklı, düzenli veya bütünlüklü bir olgu olduğunu savunmaz. Bu yüzden, artık kavramlar üzerinde de ortak bir anlaşma kalmaz. Lucy’nin belirttiği gibi, “Avrupa entelektüellerini bu yüzyılın başında ayakta tutan-diyelim ki otantik kültür ve popüler kültür, edebiyat ve eleştiri, gelenek ve moda, hakikat ve kanaat gibi- farklılık türleri üzerinde fikir birliğiyle varılmış inanç artık geçerli değildir” (2003:46).

olacaktır. Tek gerçekliğin gerçeksizlik olduğu görüşü, merkezin merkezsizlik olduğu savı doğrudan metnin ve söylemin içine yerleşen postmodern popüler, tüketim kültürünün dayattığı heterojen bir yapıya işaret eder. Bu kültürde, sanat, medya ve hatta eğitim kurumları da tüketimi sürekli işleyen ve özendiren bir konuma gelir; “medya artık haberi izlemiyor tam tersine haberi üretiyor, tıpkı bir mal gibi. Bu uğurda her şeyi göze alıyor, yeter ki ürün tüketilsin. Hiçbir etik kaygı düşünülmüyor” (Oktay, 2000:79). Tüketimi hayatının en önemli değeri olarak görmeye başlayan yeni insan tipolojisi merkeze geçer ve değişen üretimlerin, tüketiciye sürekli satılacak malların ve eskinin yerine sürekli yenilenen metaların kabulünü sağlayan bir bakış açısı gelişir. Böylece kayganlık içinde, piyasa ile sürekli devinen, her an yeniyi arayan, sürekli tükenen değerlerle yeni değerleri içine alması beklenen, sunulan her türlü malın yanında, kültürü ve ideolojiyi benimsemeye uygun hale gelen bir insan tipolojisinin temeli kurulur. Herkes her kılığa girebilir, her an her türlü eylemi işleyebilir. Bu sınırsızlık algısı, merkezsiz, değerden arındırılmış ortam insanın güven duygusunun yok olması anlamına gelir.

Davis’e göre “romanlar yaşamı değil, ideoloji tarafından temsil edilen yaşamı betimler” (1987:24). Kültürün kendisini temsil etme biçimi olarak ideoloji, edebi anlatımı doğallaştırır ve anlatıların doğal ve mantıklı görünmesini sağlar. Kurulan anlamın aslında temsil edilen değerlerin doğal bir özelliğiymiş gibi algılanmasını ve kabul edilmesini sağlamaya çalışır. Jameson, “öykü anlatımının ideolojisi ile temsil edilen değerlerin kesin bir kopuşu” (1984b: 54) ifadesiyle, anlatıların ideolojik olanın taşıyıcısı konumunu belirler. Edebi anlatılar, tarihi, sosyal, ideolojik ve metinlerarası bir bağlamda anlatıcı ile okuyucu / dinleyici arasında iletişimsel bir bağı dayatır. Bu özellikleri ile gerçeklik kavramının insanların zihninde oluşmasını ve sürmesini sağlarken, ideolojik olanı da insanlara bir kültür ya da yaşam tarzı olarak benimsetir. Örneğin, modernist roman insan yapımı bir kurgu olarak doğal ya da kesin değildir. Belirli bir kalıba göre şekillenir; bir başı, ortası ve sonu vardır. Bu da yaşamın düzenli olduğu düşüncesi ile bütünleşir. Bitmişliği ve kapalılığı tümel bir algıyı yaratır. Tarihin düzenli olduğu, insanlığın belirli kurallar dizgesine uygun yaşadığı, her şeyin içinde mantıklı bir düzenin varlığı ve bu düzenlilikten de ideal bir gelecek kurulabileceği düşüncesini yansıtır.

Sebep-sonuç ilişkisini öne çıkaran homojen yapılar yerine, postmodernizm hem geçmişin hem de onunla ilgili bilgilerimizin değişkenliğini belirleyen farklı söylemlerin kullanımına dayanır. Geleneksel olan birleştirici, kapalı, evrimsel anlatılar yerini ayrıştırıcı, açık ve ileriye olduğu kadar geriye de evrimleşebilen anlatılara bırakır. Tarihi, insanı, toplumu anlamak için çatışmanın hem kazanan hem de kaybeden tarafına, hem bölgesel hem de yerel olanına, kendisine ağıt yakılanla lanetlenene bakmamız istenir. Bu sorgulayıcı tavır, hem gerçeklik kurgusunu hem de kurgu içinde gerçekliği sunmaya çalışan modernist roman için de geçerlidir. Eski olan, eskinin anlatıldığı bilinciyle sunulur. Bu yüzden anlatıcı şeffaf hale gelir, olayların kurgusal olduğunun altı çizilir, yapılan işin gerçekliği yansıtmak değil kurgulamak olduğu gösterilir. Bunu yaparken de genellikle kronolojik, düz, çizgisel bir gelişim yerine arada bir geçmişe, sonraya ya da ana odaklanan ve bazen

de aynı anda pek çok zaman öğesinin iç içe geçtiği anlatım teknikleri kullanılır.

Bu kurgulama yöntemi geçmişin varlığını inkar etmez. Ancak geçmişin algılama yönteminin yanlışlığını ortaya serer. Düzenin ve ileri doğru akan bir tarihselliğin geçersizleştirilmesini sağlar. Gerçekliği temsil eden kodların birer kurgu olduklarını belirler ve bu yüzden sunulan her şeyden şüphe edilmesine yol açar. Postmodern söylem bu sorgulamaların özneye indirgenmesinin, bireyin farklılığı ile şekillenmesinin, göreceli olmasının tehlikeli olmadığını da belirtir. Tarihin yeniden sunumu, bu öğelerle birleşince, tarihin yeni ve daha gerçekçi anlamlarla yorumlanacağını savunur. Buna bağlı olarak, tarih ve tarihsellik algısı, postmodern anlatılarda değişken, bağlama dayalı, göreceli hale gelir. Postmodernizm bunun yeni bir durum olmadığını, her zaman tarihi olanın ve dolayısıyla da değerlerin, doğruların, gerçeklerin göreceli ve bağlama göre değişen kavramlar olduğunu göstermek ister.

Edebi metinlerin önemi, tarih, gerçeklik, doğru-yanlış, ahlak, aydınlanma, örnek insan, kahraman, gelecek kurgusu, hukuk, adalet, eşitlik vb kavramların taşındığı araçlar olmalarından kaynaklanır. Edebi metinler bakış açılarına, söyleme, söylemin oluşturulduğu dile, sıralamaya, betimlemeye, anlatmaya, tartışmaya, kurgulamaya, değiştirmeye ve böylece istenen ideolojik ve ahlaki şekillendirmeyi yapmaya uygun araçlardır. Postmodern edebi metinler de bu gücün yeni bakış açıları geliştirilmesi ve eski olan her tür kurgunun göreceli ve taraflı olduğunun gösterilmesi için eskiyi yeni bağlamlar ve söylemler içinde sunar. Postmodern metin bu yöntemlerle eskinin anlam kurucu özelliğini göstererek hem onların geçersizleşmesini sağlamaya çalışır hem de yeni anlamlar kurmanın yolunu açar.

Olay örgüsü, postmodern metinlerde bir anlatı yapısı ya da bir amaçlı plan gibi görülebilir, ancak her zaman bir bütünlük içinde çok anlamlı ve dağılmış birçok olay kırıntısının bir şeyleri temsil etmesi şeklinde de düşünülebilir. Bu yüzden, postmodern romanda olay örgüsünün kurgulanması hem şekil hem de içerik açısından temsil edilecek değerlerin ne olduklarını ve temsil biçimleriyle birlikte hangi anlamların üretileceğini belirler. Romandaki olay örgüsünün bir sonunun, bir bütünlüğünün, belirli bir nedenselliğe bağlı anlatım çizgisinin ve bu anlatıya farklı anlamlar katan kişilerin varlığının, söylemle ve bağlamla yakından bir ilişkisi olacaktır. Ancak genel olarak postmodern romanda izleksel kurgulama devamsızlık, bitmemişlik, açıklık ve belirsizlik üzerine kurulur. Bu açıdan postmodern izlekler kesin yargılara varılmasına engeldir ve her okur için farklı yorumlar yapılmasının yolunu açar. Bu anlatım tarzı, postmodern romanlarda, modern romanın kapalılık, genelleme, evrensellik gibi özelliklerinin geçersiz kılınmasını sağlar ve farklılığı, çelişkiyi kutsayarak, insanların evrensel ortak düş kurmalarının yolunu tıkar.