• Sonuç bulunamadı

THE EARLY REPUBLIC ERA

2. PLANLI KIRSAL YERLEME KAVRAMININ TARİHSEL GELİİMİ

2.1. Planlı Yerleşme Kavramı

Giriş bölümünde de açıklandığı üzere tezin konusunu, 1934–1941 arası Trakya’da önceden tasarlanarak kurulmuş olan kırsal yerleşmelerin tarihi değerliliğinin ortaya konularak, bunların korunması için bir model geliştirilmesi oluşturmaktadır. Tezde ele alınan kırsal yerleşmelerin ortak özelliğinin “planlılık/tasarlanmışlık” olması nedeniyle, kısaca da olsa tarihsel süreç içinde “planlı yerleşme” kavramının nasıl geliştiğini irdelemek yararlı olacaktır. Çünkü “planlı yerleşme kurma” kavramı her ne kadar modern çağın bir gerekliliği olarak değerlendirilse de, erken dönemlerden itibaren çeşitli kültürlerde uygulanmış bir iskân yöntemidir. Bu tür yerleşmelerin planlılık kıstası ile incelenmesiyle de, o toplumun sosyal dokusu ile ilgili önemli bilgilere ulaşmak mümkündür.

Bu nedenle, bu bölümde yerleşmelerin kentsel ya da kırsal niteliğinden önce “tasarlanmışlık durumu” ön planda tutularak, Türkiye’nin kültür bölgesi olarak tanımlanabilecek olan Yakındoğu, Anadolu ve Avrupa’daki bu tür yerleşmelerin gelişimi kısaca tanıtılacaktır. Burada, önemli örnekler aracılığıyla planlı yerleşmelerin nasıl oluştuğunun ve geliştiğinin ortaya koyulması ve planlı yerleşme ile toplumun sosyal dokusu ve yönetim birimlerinin ilişkisinin kısaca değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.

En yalın tanımıyla planlı yerleşme, uzmanlar tarafından bir yerleşmenin sağlıklı, işlevsel ve güzel olması gibi belli temel gerekleri yerine getirmesi öngörülerek, işlevsel düzenine karar verilmesi ve buna göre fiziksel özelliklerinin tasarlanması olarak tanımlanabilir18. Bir yerleşmenin belli bir plana göre düzenlenmesi, onun sokak meydan gibi açık alanlar ile bunların sınırlandırdıkları yapı adalarının önceden tanımlanarak biçimlendirilmesi anlamını taşır.

Bu çerçevede planlı yerleşmeler, zaman içinde kendiliğinden gelişen yerleşmelerden ilk aşamada fiziksel biçimleri ile kolaylıkla ayırdedilebilirler. Planlı yerleşmelerde sokaklar ve onların sınırladığı yapı adaları, tanımlı geometrik biçimlere sahiptir. Her ne kadar bu biçimleniş dairesel ya da ışınsal olabilmekteyse de, çoğunlukla dörtgen

biçimler tercih edilmiştir. Bu bağlamda en yoğun kullanılagelen biçim, yolların birbirini 90º açıyla kestiği, dolayısıyla aralarında dikdörtgen biçimli yapı adalarının oluştuğu “ızgara plan” olarak adlandırılan plan tipidir.

Planlı yerleşme iki türlü olabilmektedir. Bunlardan biri, bütünüyle boş ya da boşaltılmış bir alanda baştan planlanarak kurulan yerleşme modeli, diğeri mevcut bir yerleşme için bir tasarım yapılması ve yerleşmenin zaman içindeki değişimlerinin bu plana göre gerçekleştirilmesidir.

Planlı yerleşmelerin tarihsel sürecine bakıldığında, boş alanda “yerleşme planlamanın” ilk yerleşik topluluklar döneminden itibaren söz konusu olduğu görülür. Kimi kültürlerde yönetici sınıfın yaşam çevresi önceden planlanarak oluşturulmuş, kimi kültürlerde işçi/köle sınıfı için planlı yerleşmeler yapılmış, bazı kültürlerde de kent bütünüyle planlanarak inşa edilmiştir. Ancak bir yerleşmenin bir plana göre zaman içinde değişimini öngörmek, yani çağdaş anlamda yerleşme planlama yeni bir kavramdır ve 19. yüzyıl sonlarında Batı dünyasında ortaya çıkmıştır.

Planlı Yerleşmelerin Kısa Tarihi

Güneydoğu Anadolu, Suriye, Filistin ve Irak’ı içine alan bölgede son yıllarda yapılan çok sayıda kazı ile, insanların ilk olarak yerleşik düzene geçtiği M.Ö. 9. Binyıl’dan itibaren önceden tasarlanmış plana göre düzenledikleri yerleşmeler kurdukları ortaya çıkmıştır.

Bu bağlamda Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde yer alan Çayönü yerleşmesi, yerleşme düzeni ile ilgili kapsamlı bilgi vermesi açısından bilinen en eski örnektir (Özdoğan, 1996:24). Çayönü’nün ilk evrelerinden itibaren yapıların biçimlerinin ve yerleşme içindeki düzenlerinin önceden kurgulanarak ve tek seferde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Özellikle “Hücre Planlı Yapılar Evresi” olarak adlandırılan ve M.Ö. 8000-7500’ye tarihlenen evrede, yerleşmenin doğu ve batı olmak üzere ikiye bölündüğü, doğu kesimde daha görkemli konutların yer aldığı, buna karşılık batı kesimde daha sıradan konutların bulunduğu, doğu kesimdeki konutların önünde büyük ve dikdörtgen biçimli bir meydanın oluşturulduğu ve bunun kuzeydoğu köşesinde de bir kült yapısının konumlandığı görülmektedir (ekil A2/1). Doğu kesimdeki büyük yapılar aralarında bazı tasarım farklılıkları olsa da, genel boyutları ve biçimlenişleriyle aynı özellikleri taşımakta ve meydanın önünde düzgün bir dizi oluşturmaktadır.

18 (Keleş, 2002)’de “Kent Planlaması Tanımları” bölümünde (s.109–112) çeşitli plancıların bu konudaki

Konunun uzmanlarınca “neolitik kentler” ya da “mega köyler19” olarak tanımlanan bu tür yerleşmeler, “planlı yerleşme” kavramının insanın göçmen yaşam biçimini bırakıp yerleşik düzene geçmesiyle birlikte ortaya çıktığını göstermesi açısından ilginçtir. Kentleşme dönemine geçildiğinde (M.Ö. 4. Bin), özellikle kent merkezlerinde yönetici sınıfın kullandığı alanlarda bir planlamanın olabildiği görülür20. Bir surla çevrili yerleşmelerin içinde yönetim yapıları belli bir düzen içinde bir arada yer alır. Özellikle birçok koloni nitelikli yerleşmede yerleşme planı, koloninin yayılım alanı boyunca “tip proje” olarak tekrarlanır.

M.Ö. 3. Bin’in ortalarına tarihlenen Mısır’daki Giza yerleşmesinin planı incelendiğinde de, tapınak inşasında görevli işçilerin barınması için yapılmış olan bu büyük yerleşmenin ızgara planlı olduğu ve içinde eşit büyüklükte konutların yer aldığı görülür (ekil A2/2).

M.Ö. 8. yüzyıla tarihlenen Niğde-Göllüdağ yerleşmesi boş alanda planlı yerleşmenin tüm kenti kapsayan boyuttaki büyük ve erken bir örneği olarak ilgi çekicidir21. Bir Frig yerleşmesi olan Göllüdağ, düzgün ızgara planlı sokak sistemi ve plan tipi ile büyüklüğü birbirinin aynı olan yapı adalarıyla, Anadolu’da ızgara planlı yerleşme tipinin ilk örneklerindendir (Schirmer, 2000:177) (ekil A2/3).

Izgara plan tipinin Batı Anadolu’daki öncü ve büyük örneklerinden biri ise Milet kentidir. M.Ö. 494’de Persler tarafından yıkılan Milet yerleşmesi, aynı yüzyılın ortalarında ızgara planlı olarak tekrar inşa edilmiştir22 (ekil A2/4).

Milet örneğinin ardından İyonya coğrafyasında kent planlama önem kazanmış, başta Pire ve Priene olmak üzere birçok kentte ızgara plan tipi kullanılmaya başlanmıştır. Milet’in kent planını kimin yaptığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Pire’yi mimar Milet’li Hippodamus’un, Priene’yi de büyük olasılıkla mimar Pytheos’un planlamış olduğu yazılı kaynaklardan bilinmektedir (Hoepfner, 1996:158,160).

Roma döneminde de süren planlı yerleşme yaklaşımı (Benevolo, 1995:64), Ortaçağ’ın başlangıcında (5. Yüzyıl) kesintiye uğrayarak 800 yıl gibi uzun bir süre boyunca yerini sur içinde kendiliğinden gelişen organik dokulu yerleşmelere bırakmış23, ancak 13. yüzyılda Avrupa’da kentler arası ticaretin gelişmesiyle birlikte, eski kentler olduğu gibi varlığını sürdürmeye devam ederken, yol güzergahları

19 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: (Çevik, 2003), (Erarslan, 2004). 20 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: (Frangipane, 2002).

21 Göllüdağ Yerleşmesiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: (Schirmer, 2000) ve (Schirmer, 1999). 22 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: (Hoepfner, 1996) ve (Aktüre, 1999).

üzerinde planlı yerleşmeler kurulmaya başlanmıştır24. Rönesans döneminde ise, usçu ve hümanist bir yaklaşımla kurgulanan, merkez niteliğindeki meydanlar ve onlara açılan ışınsal yollar biçimindeki “ideal kent planı” ile (Keleş, 2002:114), bazı Avrupa kentlerinde organik Ortaçağ kent dokuları yıkılarak yeni düzenlemeler yapılmıştır25. Barok dönemde de monarşik devlet erkinin bir göstergesi olarak, yönetim merkezi olan saraya ve diğer idari binalara odaklanan kent merkezi planlamaları gündeme gelmiştir (Keleş, 2002:114). Ancak birbirini takip eden bu iki dönem boyunca uygulama alanı esas olarak kent merkezlerinde yoğunlaşmış, kalabalık nüfusun yaşadığı kent bölgeleri geleneksel özelliklerini sürdürmüşlerdir. Bütün bu örnekler ışığında planlı yerleşme kavramının gelişiminin insan topluluklarının yönetim biçimleriyle ilgisine kısaca bakıldığında, planlamada her zaman için karar verici bir otoritenin varlığının söz konusu olduğu görülür. Çayönü gibi Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da yer alan benzer nitelikteki tarihöncesi yerleşmeler yalnız mimari değil tüm boyutlarıyla incelendiğinde, bu dönemde toplumda bir tabakalaşmanın olduğu ve bir yönetici sınıfın kararı ile planlı yerleşmenin inşa edilmiş olması gerektiği görülmektedir (Özdoğan, 1999). Nitekim aynı dönemde sınıfsal ayrımların olmadığı farklı kültürlerde ise, planlı yerleşme geleneği söz konusu değildir.

İlk kentleşme döneminde de yönetici sınıfların yaşadığı alanların önceden tasarlanarak uygulandığı, ya da Mezopotamya ve Mısır örneklerinde olduğu gibi yöneticinin işçiler/köleler için eşitcil bir yerleşmeyi yaptırdığı görülmektedir. İon kentleri ise güçlü bir kent yönetimin göstergesi niteliğindedir. Erken Ortaçağ’da bölgesel büyük gücü olmayan küçük derebeylik sistemi çerçevesinde, otorite kendini, halkın yaşamını sürdürdüğü yerleşmelerin planlanması gibi büyük imar faaliyetiyle değil, yerleşmenin en baskın öğesi olan kilise ve yönetim birimi olan şato gibi tekil bazı özel yapıların anıtsal karakteri ile gösterebilmiştir. Her ne kadar ilerleyen süreçte ticaretle birlikte faydacı bir yaklaşımla planlı yerleşmeler kurulmaya başlanmışsa da, Rönesans dönemi, bir otoritenin gereksinmesiyle değil çağın entelektüel ortamında hümanist bir bilimsellik arayışıyla geliştirilen ve her yerleşme için ortak bir ideal olarak tanımlanan “ideal plan kavramı” ile, planlı yerleşme kavramının gelişiminin önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktadır.

24 Avrupa’da 13. yüzyılda kurulan planlı yerleşmelerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: (Benevolo, 1995:88–

93).

25Rönesans dönemindeki düşünsel gelişme ve kent uygulamaları ile ilgili bilgi için bkz: (Benevolo,

Modern Kent Planlamanın Doğuşu26

19. yüzyıl, modern kent planlamasının gereklerinin somut olarak ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde sanayileşme ile birlikte mevcut kentlere kırsal alandan büyük bir göç dalgası başlamış, bir yandan yeni gelen işçi nüfus için boş alanda yeni yerleşmeler kurulması gerekmiş, diğer yandan da mevcut kentler yeni yaşam modelinin gereklerini karşılayamadığından, yenilenme planlarının yapılması gereği doğmuştur (Keleş, 2002:114).

Kentlere yoğun nüfusun iskân edilmesi, konut sayısının arttırılmasının yanı sıra alt yapı hizmetlerinde de büyüme gerektirmiş, özellikle de ulaşım biçimlerinin değişmesi, raylı sistemler ve zamanla motorlu araç trafiğinin oluşması nedeniyle sokak biçimlenişlerinde radikal düzenlemelere gidilmiştir. Bu tür nicel ve teknolojik sorunlar kente yönelik işlevsel çözümler gerektirirken, dönemin etkin sanat anlayışının mimarlıktaki yansıması da kentlerin “güzel” yaşanır yerler olmasını öngörüyor, dolayısıyla işlevselliğin yanı sıra estetik de kentin yeniden planlanmasında ön plana çıkıyordu.

Kent planlama gereğinin üçüncü nedeni ise sağlıktır. Ortaçağ kent dokularının yoğunluğu ve karmaşıklığı modern insanın yaşama koşullarını sağlamaktan uzaktı. Özellikle salgın hastalıklar yerleşmelerde büyük bir sorun yaratmaktaydı. Tıbbın gelişmesiyle de salgınları önlemede çevre koşullarının büyük önemi olduğu anlaşılmıştır. Bu nedenle, yeni kent düzenlemelerinde sağlıklı çevre koşullarının oluşturulması da temel amaçlardan biri haline gelmiştir.

19. yüzyıl içinde gerek yeni yerleşme kurma, gerek kent merkezlerinin yeniden düzenlenmesine ilişkin uygulamalar, kent yöneticilerinin iradesiyle yapılmaya başlanmış, kent planlama düşüncesinin gerekliliğini ele alan bilimsel çalışmalar ise yüzyılın son çeyreğinde yayınlanmaya başlamıştır (Keleş, 2002:115).

Burada özellikle Ebenezer Howard’ın “Bahçe-Kent” kuramı üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır. Aşırı kentleşmenin ekonomik ve toplumsal sakıncalarını gidermek ve nüfusun daha dengeli dağılımını sağlamak için önerilen “bahçe-kent”ler, kent ile köyü birleştirerek her ikisinin de sakıncalarını gideren, buna karşılık erdemlerini içererek “ideal yaşam” olanağı sunan, yarı kentsel yerleşme niteliğinde yaşam birimleridir27. Biçimleniş özelliklerinin yanı sıra kentin üretim biçimleri, ekonomisi, mülkiyet ilişkileri ve örgütlenme konusunda da bir model geliştiren “Bahçe-kent” kuramı, izleri 18. yüzyıl sosyalist ütopyalarına kadar giden (Keleş, 2002:116) ve

26Modern kent planlamanın tarihi ile ilgili olarak bkz. (Keleş, 2002:113–118). 27 Ebenezer Howard’ın “Bahçe-Kent” kuramıyla ilgili bilgi için bkz: (Keleş, 2002:115).

artık 19. yüzyılda iyice gelişmiş olan hümanist yaklaşımın bir sonucudur. Ancak 19. yüzyıl sonu aynı zamanda ekonomik alanda “vahşi kapitalizm”in sürdüğü ve özellikle işçi sınıfının zor koşullar altında yaşadığı bir dönemdir ve Howard’ın görüşleri kent planlama kuramlarını uzun vadede çok etkilemiş olsa da, döneminde bu tür uygulamalar oldukça az sayıda kalmıştır28.

Ancak bu kuram hümanist yaklaşımının yanı sıra, kentte nüfus artışı yerine, aynı bölgede yeni kentler oluşturmayı öngörmesi nedeniyle, bölge planlamanın da öncüsü olmuştur. Geniş coğrafyada türdeş yerleşmeler öngören hem sanayi üretkenliği olan, hem de tarımın sürdüğü ve insanların sağlıklı ve rahat koşullarda eşit olanaklarla yaşayabildiği bölge modeli olarak bu yaklaşımın, kuşkusuz Erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde de önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim Kazım Dirik’e atfedilen 1937 tarihli “ideal köy” planı29, bahçe-kent planının bir yansımasıdır. Tezin ana konusunu oluşturan Trakya kırsal yerleşmelerinde de göçmenlere eşit miktarda toprak dağıtımı, köyler kurularak herkese eşit standartlarda konut verilmesi, herkesin üretken olmasını sağlayacak araç-gereç yardımı, Köy Bankası’nın kurulmaya çalışılması, kooperatifleşme çalışmaları gibi uygulamalar ve çabalarla kendini ifade eden dönemin devlet politikası, bölgesel ölçekte tarım ağırlıklı ve toplum bireylerine eşit olanaklar sunmaya çalışan bu modeli kurgularken şüphesiz ki bahçe-kent kuramından etkilenmiş olmalıdır.

Kırsal Alan Planlamasının Tarihsel Gelişimi

İnsanın ilk yerleşik düzene geçtiği dönemden günümüze kadar gelen planlama sürecinin örneklerle anlatımı, bir “mega köy” olgusundan kente giden süreçte kent planlamanın kısa özeti niteliğindedir. Çok sayıda arkeoloji, tarih ve coğrafya araştırmaları sayesinde erken dönemlerden günümüze kadar çeşitli coğrafyalarda çeşitli kültürlere ait planlı kentlerle ilgili büyük bir bilgi birikimi oluşmuştur. Ancak kırsal alanda köy niteliğindeki planlı yerleşmelerin tarihsel boyutu ile ilgili bilgiler oldukça sınırlıdır30.

Bilindiği kadarıyla, kırsal alanda boş arazide planlı bir biçimde tek seferde inşa edilmiş kırsal yerleşmeler 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Avrupa’da görülen bu uygulamaların nedenleri ve özellikleri bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir.

28En önemli iki uygulama, İngiltere’deki Letchworth ve Welwyn kentleridir (Keleş, 2002:115).

29 Bu plan, K. Dirik’e atfedilmekle birlikte, bu konuda kesin bir bilgi yoktur. Plan Prof.Dr. A. Afetinan’ın

“Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933” başlıklı yayınında “ideal Cumhuriyet köyü planı” tanımlamasıyla ek olarak verilmiştir (Afetinan, 1972).

30 Güneydoğu Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’daki tarihöncesi planlı yerleşmeler, sosyal

tabakalaşmayı ve yönetici otoritesinin kurumsallaşmasını göstermeleri nedeniyle konunun uzmanlarınca kentleşme sürecinin öncü örnekleri olarak değerlendirildiğinden, burada onları kırsal planlamanın erken örnekleri olarak değerlendirmek doğru bulunmamıştır.

İngiltere’de maden işçileri için 18. yüzyılda boş arazilerde köyler kurulmuş, ya da bir yerel aristokratın arazisindeki eski bir köy yerleşmesi çeşitli nedenlerle yıkılarak, aynı bölgede ancak farklı yerde köylüler için planlı yerleşmeler yapılmıştır (ekil A3/1) (Sharp, 1946:21–25).

Bu konuda özellikle Doğu Avrupa coğrafyası, geniş bir bölgede çok sayıda örneğin bulunması açısından ilginçtir. 17. yüzyıldan itibaren bu bölgede nüfuz sahibi olmak isteyen Prusya, Habsburg ve Romanov kraliyet yönetimleri, kendi iç bölgelerindeki çiftçileri bu geniş coğrafyada kolonize etmeye başlamışlardır31. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun 1699 Karlofça Antlaşması ile Macaristan’ın büyük bir kesimini bırakması üzerine, Avusturya Habsburg Devleti, bölgede çok sayıda köy kurmuştur. Çoğunlukla ızgara planlı olan yerleşmeler biçimsel olarak birbirine benzer ve eşit parselasyonludur, ancak “mühendis köyü” olarak tanımlanan bazı 18. yüzyıl köyleri dairesel ya da haç biçimli farklı biçimlenişleriyle dikkat çekerler (ekil A3/2). İngiltere’de işgücü gereksinimi, ya da daha çağdaş çevreler oluşturmak için kurulan planlı köylerden farklı olarak, bu uygulamalar yaşamsal zorunluluklardan dolayı değil, bölge ülkelerinin dış politikası nedeniyle gerçekleştirilmiştir.

20. yüzyılın başında Sovyet Rusya ya da faşist İtalya’daki örnekler, esas olarak bir devletin halkı için öngördüğü yaşama modelini kurguladığı yerleşmelerdir. İsrail’de ise birincil etmen tanımlanan bölgenin İsrail ulusunun yeri olmasının sağlanmasıdır, ancak bundan sonra yine yerleşmenin kurulmasında devletin öngördüğü yaşam modeli önemli bir kıstas oluşturmaktadır32.

Devlet siyasetinin etkin olduğu bu tür uygulamalarda, temel olarak iki yaklaşım söz konusudur. Bunlardan biri, devletin ya da siyasi otoritenin kurduğu planlı yerleşmeler aracılığıyla halkı için öngördüğü yaşama modelini kendi eliyle bir seferde gerçekleştirmesi, diğeri de yayılmacı bir anlayışla bir devletin kendine yaşama alanı olarak seçtiği alanda yurttaşlarını planlı iskân ile yerleştirip, bölgeye ulusal bir kimlik kazandırarak onları kendine bağlamasıdır.

Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu’nda daha farklı bir durum söz konusudur33. 19. yüzyılın ortasında ani ve yoğun bir dış göç baskısıyla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, kalabalık kitleleri ivedi bir biçimde iskân etmek zorunda kalınca, hızlı ve pratik bir iskân yöntemi olan planlı yerleşme yöntemini kullanmaya başlamıştır. Diğer bir deyişle, Osmanlı Devleti kendi öngörüleri ve siyaseti çerçevesinde planlı

31Bu bölgedeki planlı köylerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: (Miller, 1950).

32İsrail’de kurulan köylerle ilgili bkz. (İsrail’de Kırsal Bölge Planlaması, tarihsiz).

33 Osmanlı Dönemi’ndeki planlı kırsal yerleşme yaklaşımı, bölüm 2.2.’de ayrıntılı bir biçimde ele

yerleşme kurmaya başlamamış, dış kaynaklı göç baskısına bir çözüm olarak bunu geliştirmiştir. Bu bağlamda, Osmanlı Devleti için planlı yerleşme kurmak, ana vatanını bir siyasi antlaşmaya dayanmadan hızlı bir biçimde terk etmek zorunda kalan, dolayısıyla Osmanlı Devleti’ne oldukça eşit varsıllığa sahip insanlar olarak gelen göçmenleri yerleştirmenin kolay bir yolu olmuştur.

Ancak ilerleyen süreçte Osmanlı Devleti, Batılılaşma siyasetinin de etkisiyle kurulan yerleşmelerin salt iskân düzeyinde tutulmaması gerektiğini öngörerek, çağdaş yapılı çevrelerin oluşturulması için çaba göstermeye başlamıştır. Özellikle İttihat ve Terakki Dönemi’nde (1908–1918) bu yaklaşım ağırlık kazanmış, günün koşullarına uygun ve sağlıklı yapılı çevrelerin oluşturulabilmesi için köy projeleri hazırlanmaya başlamıştır. Ancak sürekli savaş ortamı ve zor ekonomik koşullar nedeniyle, bu yaklaşım daha çok fikirsel boyutta kalmış, fazla uygulama alanı bulamamıştır.

Farklı ülkelerden örneklerle aktarılan planlı kırsal iskân yaklaşımında, kırsal alanda büyük bir topluluğun iskânı gündeme geldiğinde, hızlı ve eşitlikli bir çözüm olarak yönetici kurum tarafından planlı yerleşme kurmanın tercih edildiği; ancak bunun kapsamını ve niteliğini belirlemede yönetici kurumun/devletin fikirsel gelişkinliğinin ve ekonomik gücünün önem kazandığı anlaşılmaktadır.

Bölge Planlamanın Tarihsel Gelişimi

20. yüzyılın ilk çeyreği boyunca devam eden klasik kent planlaması çalışmaları, 1930’lu yıllarda farklı bir ölçeğe taşınmış, kenti çevresi ile bir bütün olarak ele alan bir planlamanın daha gerçekçi olacağı görüşü ile bölge planlama kavramı ortaya çıkmıştır (Keleş, 2002:146).

Esasen bir bölgenin toplumsal çıkarlar için ekonomik boyut da göz önüne alınarak bütüncül bir bakış açısıyla planlanması yaklaşımı, tarihin erken dönemlerine kadar gitmektedir. Mezopotamya uygarlıkları M.Ö. 4. Binyıl’dan itibaren Fırat ve Dicle nehirlerinden çıkan ve bütün bölgeyi saran sulama kanalları ile bölgenin tarımsal kalkınmasını sağlamışlar, bu nedenle de bölgede eş zamanda çok sayıda yerleşme kurulmuştur. Benzer bir biçimde M.Ö. 1. Bin’de Urartular, bölgesel bir sulama sistemi kurarak bölge tarımını geliştirmişlerdir. Bu konuda en görkemli örnekleri ise şüphesiz Roma İmparatorluğu vermiştir. Asya’nın ortalarına kadar ulaşan İmparatorluk, bölgesel kalkınma amaçlı sulama sistemleri gibi altyapıların yanı sıra Roma kültürünü de bütün bu bölgelere yaymış, ticaret yolları üzerinde neredeyse tip proje olarak tanımlanabilecek nitelikte aynı türden kentler kurmuştur (Benevolo, 1995:22–23). Bu kentler tiyatro, agora, hamam gibi yapılarıyla bulundukları bölgeleri

yalnız ekonomik açıdan değil, kültürel olarak kalkındırma ve “Romalılaştırma” görevini de yüklenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu da Tanzimat Dönemi ile birlikte çağdaş bölgesel kalkınma