• Sonuç bulunamadı

Peyami Safa – Sözde Kızlar (1925)

A. Cumhuriyet’in Ġlanından 1928 Anayasa DeğiĢikliğine Uzanan Süreç

3. Peyami Safa – Sözde Kızlar (1925)

Peyami Safa‟nın bu romanı, Mütareke yılları Ġstanbul‟unda geçmekle birlikte, Mebrure adlı bir muhacir kızının Ġstanbul‟daki akrabalarının yanına kaçmak zorunda kalıĢını ve bu küçük çevrede içine düĢtüğü çıkmazı anlatmaktadır. Sözde Kızlar, Peyami Safa‟nın burada değerlendirmeye alınan diğer romanında olduğu gibi Müslüman ve Türk kimliğinin bir aradalığının kuvvetle yansıtıldığı bir baĢka metindir.

Mebrure, Yunanlıların Manisa‟yı iĢgal etmesi sonucu Ġstanbul‟da burjuva hayatı yaĢayan uzak akrabalarının yanına sığınır. Amacı Muhacirîn Müdüriyeti‟ne baĢvurup akıbetini öğrenemediği, Ġstanbul‟da olduğunu tahmin ettiği babası Ġhsan Efendi‟yi bulmaktır. Bu evin sahibi Nazmiye Hanım ve çocukları Nevin ile Behiç‟in Mebrure‟ye oldukça uzak bir yaĢam tarzı vardır. Ev halkı, yazarın ortaya koyduğu yaklaĢımla “sefih” ve “ahlaksız” bir hayat sürdürmektedir. Mebrure ise bunların karĢısında “ahlaklı” ve “dini bütün” bir Türk kızı olarak kendini korumaya çalıĢmaktadır.

Metnin ele aldığı devrede Yunanlılar, Anadolu topraklarını iĢgal ettikleri için kaçınılmaz olarak olumsuz bir yaklaĢımla değerlendirilirler. Bu yaklaĢımın, metnin anlattığı koĢullar içinde aĢırı bir yönü olduğu söylenemez. Bir baĢka ifadeyle, tüm bir milleti ya da halkı kuĢatacak biçimde olumsuz ifadeler kullanılmamaktadır. Yazar bunun yerine; Ġstanbul‟daki toplumsal yaĢama kapalı, kendi belirlediği küçük dairesi içinde Batılı yaĢam tarzına özenen ve bunun ahlaki çöküntüye yol açan sonuçlarını tecrübe eden bir kesimi hedef almaktadır.

Mebrure romanda “Türk ahali”nin baĢına gelen felaketlerden söz eder. “[H]er Ģehirde, her köyle çığlık, gözyaĢı, bin Ģey…” (28) vardır. Yunan iĢgalinden

kaçanların bir kısmını Muhacirîn Ġdaresi‟nde gören Mebrure, “korkunç bir ejderha gölgesi tarafından kovalanarak dağ taĢ, bayır tepe aĢmıĢ, kocasının kesildiğini, oğlunun hastalıktan öldüğünü, kulübesinin yıkıldığını görmüĢ” (33) insanlara Ģahit olur. Babasını bulmak üzere kendisine yardım etmek isteyen ve onu yatıĢtırmaya çalıĢan Nadir‟e, “Böyle söylemeyiniz, ben Yunan idaresinin ne olduğunu bilirim,” (235) diyecektir.

Peyami Safa romanında gayrimüslim karakterlere, dikkat çekecek kadar ön planda yer vermez. Nazmiye Hanım‟ın köĢkünün hizmetçisi Evdoksiya, “öfkeli” ve meraklı” kiĢiliğiyle Mebrure‟yi tedirgin edecektir. Madam Panayota ise, Nazmiye Hanımların -yazarın bakıĢ açısıyla “ahlaksız”- küçük çevrelerine randevuevi hizmeti veren bir Rum kadındır. Bunun dıĢında basit bir örnekte hamal Ġbrahim ile birlikte zikredilen terzi kalfası Rum Lefter‟e ya da sarraf Vasil‟e karĢı olumsuz bir söyleme rastlanmaz.

Peyami Safa‟nın bu eserde, gayrimüslim azınlıklara karĢı olumsuz ve karĢıt bir söylem geliĢtirmek gibi bir kaygısı bulunmadığı söylenebilir. O daha ziyade kendi “millî” ve “dinî” kimliğiyle bağlarını koparan Müslüman Türklerin eleĢtirisini

kitabının merkezine koyar; dolayısıyla bu eserde ötekileĢtirmenin dolaylı bir boyut kazandığını söylemek mümkündür. Nitekim Behiç‟in Mebrure‟yi tacizleri ve köĢkün diğer sakinleri Nevin ile Nazmiye Hanım‟ın bunu eleĢtirmek yerine keyifle olan biteni izlemeleri, köĢkün Mebrure‟nin ağzından “iğrenç [bir] hayat[ın]” (99) sürdürüldüğü bir “rezalet ocağı” olarak tanımlanması, bu yaklaĢımı destekleyen örneklerdir. Behiç‟in ayrıca asıl adı Hatice olan Belma karakteriyle iliĢkisi olmuĢ ve Behiç onun hayatını da bir bataklığa saplamıĢtır. Nitekim Belma sonunda intihar ederek ölür.

Belma‟nın ölümü, yazarın Müslüman-Türk kimliğini öne çıkarma çabasını sergilemesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Babası Ġttihatçıların görüĢünü benimseyen ve Con (Jön) Hoca olarak adlandırılan Belma, muhafazakâr yaĢam tarzından uzaklaĢmıĢ ve Behiç‟in bulunduğu “ahlaksız” çevreye yönelmiĢtir.

Behiç‟le olan iliĢkilerinden evlilik dıĢı bir çocuğu olur, ancak Behiç bu bebeği doğar doğmaz, canlı canlı gömer. Belma intihar ettiği sahnede son sözlerini söylerken kendisine Belma değil Hatice olarak seslenilmesini isteyecek, Müslüman bir Türk kızı olduğunu vurgulamaya çalıĢacaktır (354). Belma, ait olduğu muhafazakâr çevre içinde “tango” olarak nitelendirilen kadınlar arasında sayılmaktadır. Roman

karakterlerinden Nadir‟in tanımına göre “tango”, “halis Türk, dini bütün Müslüman mahallelerinde yeni kadınlara verilen isimdi[r]” (360). BaĢka bir deyiĢle, “dinini, milliyetini sevmiyen; mahallesine, ailesine isyan eden; ırzını namusunu satan, her günâhı iĢleyen, ve böyle, Allah tarafından, bin türlü hastalıklarla, hırıldaya hırıldaya gebertilen mel‟un karı demekti[r]” (361).

Verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere Peyami Safa‟nın asıl gayesi, “sefih” ve “ahlaktan yoksun” yaĢam süren, dinini ve milliyetini unutan kimselerin sonlarının acı olacağını vurgulamaktır. Romanda bu çerçeveye dâhil edilen her karakter bir

Ģekilde belaya uğratılır ve ibret verici sonlarla karĢılaĢır. BaĢta da belirttiğimiz üzere Yunan iĢgali ve etkilerini bir kenara bırakan yazar, Müslüman-Türk kimliğini olumlayan tavrını metin boyunca sürdürür. Bu yaklaĢımıyla da, yukarıda aktarmaya çalıĢılan tarihsel süreç göz önünde bulundurulacak olursa, metnin yayımlandığı tarihte egemen kimlik olarak öne çıkan Müslüman-Türk kimliğini yüceltmiĢ olmaktadır.

Erken dönem Cumhuriyet tarihinde 1924‟ten sonraki süreç, bir yandan iktidar tarafından Müslüman kimliği vurgusunun azaltıldığı bir süreç olurken bir yandan da yeni devletin “kötü misafir”leri olarak görülen gayrimüslimlere karĢı sert

politikaların hayata geçirildiği bir döneme tanıklık eder. Bu evrede özellikle çeĢitli iĢ sahalarında ve ekonomi alanında gerçekleĢtirilen siyasi hamleleri izlemek, söz konusu sert politikaları ve bunların edebî metinlerdeki yansımalarını anlamaya yardımcı olabilir.

Cumhuriyet‟in ilanından çok kısa bir süre sonra, 3 Nisan 1924‟te çıkarılan Muhamat Kanunu‟yla Türkiye‟de barolara kayıtlı avukatların, mesleklerini icra edebilmek için gerekli ve yeterli Ģartları taĢıyıp taĢımadıklarının, belirlenecek bir kurul tarafından incelenmesine karar verilir. Çıkarılan kanunun ilgili maddesi uyarınca özellikle Ġstanbul‟da yoğun bir tasfiye süreci baĢlar. Murat Koraltürk‟ün

Erken Cumhuriyet Dönemi‟nde Ekonominin Türkleştirilmesi adlı çalıĢmasında

belirttiği üzere, bu süreçte Ġstanbul Barosu‟na kayıtlı 960 avukattan 431‟inin baroyla iliĢkisi kesilmiĢtir (206). Koraltürk‟ün belirttiğine göre avukatlıktan men edilenler arasında gayrimüslimler de vardır ve örneğin, Baro‟ya kayıtlı 60 Yahudi avukattan 34‟ü barodan atılır. Aynı uygulama sonucunda Rum avukatların da üçte ikisinin Baro‟yla iliĢkisi kesilir (206). Ancak daha dikkat çekici bir baĢka hamle olarak, 6 Ocak 1926 tarihli kanun ile avukatların baro tarafından tanınabilmesi için öncelikle

bir mahkemede iki yıl süresince çalıĢmaları yükümlülüğü getirilir. Burada gayrimüslim avukatların önünü kesen nokta, mahkemelerde çalıĢmak için Müslüman-Türk olma Ģartının bulunmasıdır (206).

1924‟te çıkarılan Muhamat Kanunu‟nun uygulamaya konulmasının ardından barolardan çıkarılan gayrimüslim avukatlardan bazıları itirazları sonucunda barolara geri alınmıĢ olsalar dahi, aynı yıllarda devreye giren benzer uygulamalar,

gayrimüslimlerin toplumsal yaĢamın ticaret, iĢ hayatı vs. gibi alanlarından sistematik bir biçimde soyutlanmaya çalıĢtıklarını göstermektedir. Söz gelimi 1926 yılında çıkarılan yasayla yabancı Ģirket çalıĢanlarının Türkçe konuĢmaları zorunlu kılınır (Akgönül, 78). Ayrıca yasaya göre “Türk tabiiyetindeki her nevi Ģirket ve

müesseseler, Türkiye dahilindeki her nevi muamele, mukavele, muhabere, hesap ve defterlerini Türkçe tutmağa mecburdurlar” (alıntılayan Akgönül 78). Akgönül, Cumhuriyet‟in ilanıyla birlikte gayrimüslimlerin iĢe alınmasının fiilen durduğuna dikkati çektikten sonra, Mart 1926‟da memur olmak için “Türk olma” Ģartı getiren bir yasanın yürürlüğe girdiğine ve bunun, sözünü ettiğimiz duruma resmiyet kazandırdığını ifade eder (80).

Tüm bu uygulamalar, Lozan‟la birlikte “azınlık” olarak tanımlanan toplulukların hapsedildikleri bu tanımsal ve fiili alanda daha da sıkıĢmalarına ve giderek daha fazla öteki konumuna doğru kaydırıldıklarına iĢaret eder. Veriler ıĢığında, yeni rejimin yürüttüğü gayeyi ekonomiyi TürkleĢtirme hamlesi olarak tanımlamak mümkündür. Koraltürk‟ün belirttiği üzere Türkiye ekonomisinin önemli merkezleri arasında yer alan Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir‟de faaliyet gösteren yabancı sermayeli bankalardan ve “elektrik, su, havagazı ve tramvay Ģirketleri gibi kentsel altyapı hizmetleri sunan iĢletmeler[den] (231), gayrimüslim çalıĢanlarını iĢten çıkararak yerlerine Müslüman-Türk çalıĢanlar almaları talep edilir. Öyle anlaĢılıyor

ki yeni rejimin ortaya koyduğu bu yeni tasarruflar, gayrimüslimlere yönelik dıĢlayıcı tutumun bir yansımasıdır. Hatırlanacak olursa Millî Mücadele döneminden bu yana, Müslüman-Türklerle birlikte yaĢayan gayrimüslimler, kuĢkuyla yaklaĢılan

topluluklar olmuĢlardır. Nitekim Ģimdiye değin irdelemeye tabi tutulan romanlar da böylesi söylemlerin yoğun biçimde kendini gösterdiği bölümler içermektedir. Bu çerçevede iktidarın, toplumda gayrimüslimlerle ilgili giderek yerleĢen ötekileĢtirici algıyı, yürüttüğü uygulamalarla pekiĢtirdiği görülür.

Toplumda gayrimüslimlerle ilgili ötekileĢtirici tutumun Cumhuriyet döneminde ilk kez açığa çıkmasına yol açan bir olaya tam da bu noktada yer vermekte yarar görünüyor. Rıfat N. Bali‟nin, yukarıda da anılan Cumhuriyet

Yıllarında Türkiye Yahudileri: Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945) adlı kitabında

sözünü ettiği 1927 tarihli Elza Niyego cinayeti, özellikle Yahudiler bağlamında toplumda yerleĢmiĢ bulunan kin ve düĢmanlık duygusunun nasıl açığa çıktığını görmek anlamında büyük öneme sahiptir.

II. Abdülhamid‟in eski emir subayı Osman Ratıp Bey, aĢkına karĢılık

vermeyen Elza adındaki genç kızı 17 Ağustos 1927‟de bıçaklayarak öldürür. Bali‟nin aktardıklarına göre, Ġstanbul Yahudilerinin Ģoka uğramıĢ olmaları ve Elza

Niyego‟nun, dönemin en büyük sigorta Ģirketi olan Türkiye Millî Sigorta ġirketi‟nde önemli bir çevresi olması cenazesinde kayda değer bir kalabalığın yer almasına neden olmuĢtur (112). Fakat cenaze alayındaki bu kalabalık Türkler ve Yahudiler arasında mevcut bulunan, ancak o dönemde fazla dillendirilmeyen gerilimi açığa çıkaracak, cenazeye katılanlar arasından dokuz kiĢi, kendilerine atfedilen bazı sözler dolayısıyla Türklüğe hakaretten yargılanacaklardır (115). Olayın basında büyük yankı bulması ve Ġzmir ile Edirne illerinde de büyük infiallere sebep olması

propaganda yapan yayınlara göz yumulacaktır (130). Yargılamalar sonucunda Osman Ratıp Bey akıl hastanesine yollanacak, Türklüğe hakaretten yargılanan Yahudiler ise serbest bırakılacaklardır. Yahudi tüccar ve esnafın ise Anadolu‟da serbest dolaĢım hakkı ellerinden alınır. Bali, Yahudi tüccarların Anadolu‟da serbest dolaĢım haklarının elinden alınmasını, ticaret sahasının bütünüyle Türklere

bırakılması yönünde bir adım olarak yorumlar (125–26). Ticaretin birçok sahasındaki ya da genel olarak ekonomi alanındaki diğer TürkleĢtirme faaliyetlerini göz önünde bulundurursak bu yargının haklı çıkarılabilir olduğu söylenebilir.

Bali, Yahudi cemaatinden olaylar hakkında gelen yorumları aktararak, Elza Niyego cinayetinin toplumda açığa çıkardığı infialin sebeplerine dair belli ipuçları sunmayı hedefler. Buna göre Türkler, Yahudilerin ticari hayattaki etkinliklerinden rahatsızlık duymuĢlar, bunun yanı sıra “Yahudilerin Türkçe konuĢmak ve Türk toplumuyla bütünleĢmek konularında gösterdikleri direnci yok etmeye karar verm[iĢlerdir]” (130). Ticaret sahasındaki Yahudi etkinliği, sermayenin Türklere devredilmesi süreci ve takip eden dönemdeki “VatandaĢ Türkçe KonuĢ!”

kampanyaları düĢünülürse, söz konusu iddianın asılsız olduğunu söylemek güçtür. Ayrıca yine takip eden yıllarda gerçekleĢen ve daha önce tezde değinilen Varlık Vergisi uygulamaları, sermayenin TürkleĢtirilmesine iliĢkin resmî makamlar

tarafından gösterilen milliyetçi reaksiyonun ve diğer gayrimüslim unsurlarla birlikte Yahudilere yönelik olarak beslenen düĢmanlığın açık bir göstergesi niteliğindedir. Elza Niyego Cinayeti, Yahudiler bağlamında toplumda ve egemen söylemde var olan olumsuzlamanın belki de açık biçimde kendini gösterdiği Cumhuriyet tarihindeki ilk olaydır. Rıfat Bali, yukarıda anılan çalıĢmasında Elza Niyego Cinayeti‟yle ilgili Ģunları söyler:

Elza Niyego‟nun cenazesi sırasında meydana gelen olaylar ve öfke patlaması o ana kadar pek farkına varılmamıĢ olan bir Ģeye iĢaret etti.

Bu, Yahudilere karĢı yürütülen baskıcı ve ayrımcı uygulamalardan ileri gelen, ancak dıĢarıya yansıtılmamasına özen gösterilen bir gerilimin mevcudiyeti ve Türk-Yahudi iliĢkilerinin, kamuoyuna yansıyan demeçlerin aksine, ne kadar gergin bir zemin üzerine oturduğu idi (128).

Görüldüğü gibi Elza Niyego Cinayeti aslında büyük bir kırılmaya iĢaret etmektedir. Zira bu olaydan sonra kamuoyunda ve basında Yahudilerin TürkleĢmesiyle ilgili büyük bir baskının ortaya çıktığı görülür. Bu baskı, yukarıda sözü edilen “VatandaĢ Türkçe KonuĢ!” kampanyasına değin uzanacaktır. Bu baskı sürecine iliĢkin bir örneğe, Ġzmir Yahudilerine yönelik taleplerde rastlanır. Söz gelimi, “[b]anka müdürü olan bir Yahudiden bir hafta içinde hem Yahudilerin Türkçe öğrenmeleri amacıyla gece dersleri düzenleyecek olan Türk Ocakları, hem Yahudilere Türkçe öğretecek bir okulun kuruluĢu, hem de Ġhtiyat Zabitleri fonu için bağıĢta bulunması isten[ir]” (Bali, 128).

Yunus Nadi ise basın yoluyla Yahudilere yönelik toplumsal baskının

oluĢmasının ve sözü edilen kampanyanın fitilini ateĢleyenler arasındadır. Yunus Nadi Yahudilerin Türkçe konuĢarak Türklerle kaynaĢmak arzusu içinde olmadıkları

yönündeki iddiayı hatırlatarak Yahudilerin cemaat okullarında Türkçe eğitim

vermeleri konusunda daha gayretli olmaları gerektiğini ifade eder. Bali‟ye göre Elza Niyego Cinayeti‟yle birlikte ortaya çıkmıĢ olan Türk-Yahudi gerilimi içinde

Yahudiler uzlaĢmacı davranmaya çalıĢırlar (132–133). 1927 yılında gerçekleĢtirilen Türk Ocakları‟nın dördüncü kurultayında Besim Atalay tarafından Türkçe

konuĢmayan halkın “ikaz, telkin, hatta tehdit” edilebileceği önerisinde bulunulur (134). Cumhuriyet Halk Fırkası 15 Ekim 1927 tarihindeki kurultayında, fırkanın amacını ortaya koyarken dil birliğinin, toplumdaki birleĢtirici önemli unsurlar arasında olduğu vurgulanır. Nihayet Dâr-ül-fünûn Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti 13 Ocak 1928‟de “VatandaĢ Türkçe KonuĢ!” kampanyasını baĢlatır (135). Bali bu

süreçte, hem Ġstanbul‟da hem Ġstanbul dıĢında levhalar ve afiĢlerle desteklenen (136) kampanyanın zaman zaman Yahudi vatandaĢlara yönelik Ģiddet olaylarının

gerçekleĢmesine kadar uzandığını örneklerle ortaya koyar. Kampanyanın amacı elbette umuma açık yerlerde Türkçeden baĢka bir dil konuĢulmasının önüne geçmektir. Gerçekten de egemen söylemin vurguladığı “dil birliği” ülküsü, kamuoyunda yankı bulmuĢ ve bu toplumu tekilleĢtirici/homojenleĢtirici anlayıĢ gayrimüslim vatandaĢlar üzerinde büyük bir baskı yaratmıĢtır.

Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından gayrimüslimler bağlamında öne çıkan geliĢmeler elbette bunlarla sınırlı kalmayacaktır; ancak bu yıllarda kaleme alınan romanlardan bazılarına göz atmak –tezin amacına uygun olarak– siyasi, toplumsal ve ekonomik geliĢmelerle bunların paralelinde geliĢen söylemlerin metinlerle iliĢkilerini irdelemek bakımından önemlidir. Bu noktada, söz konusu dönemde bu çalıĢmada yer verilen romanlarıyla egemen söylemin uzağında kalan Mehmet Rauf ya da Refik Halid Karay gibi isimlerin, bu söylemleri yer yer kıran yaklaĢımlarının bulunduğu görülebilir; fakat özellikle Yakup Kadri‟nin Hüküm

Gecesi ve Sodom ve Gomore romanları, yeni yerleĢik söylemin en kesin metinsel

karĢılıklarının bulunabileceği eserler arasında gösterilebilir. Mehmet Rauf‟ıun Yara adlı romanı ise bu anlamda farklı bir yaklaĢımı temsil eder.