• Sonuç bulunamadı

A. Cumhuriyet’in Ġlanından 1928 Anayasa DeğiĢikliğine Uzanan Süreç

2. Peyami Safa – Mahşer (1924)

Peyami Safa‟nın, ilk olarak 1924 yılında yayımlanan Mahşer adlı romanı, Çanakkale SavaĢı‟ndan dönen Nihad karakteri ekseninde, 1. Dünya SavaĢı yıllarının Ġstanbul‟unu ve Ġttihat ve Terakki yönetiminin vatanı için savaĢmıĢ askerlere

gösterdiği kayıtsızlığı ele almaktadır. Tıpkı Halide Edip‟te olduğu gibi, Peyami Safa da “öteki” olarak gayrimüslimlerin yanına Ġngilizleri koyar. Fakat metindeki verilere bakılacak olursa Peyami Safa Osmanlı‟nın savaĢ müttefiki olan Almanların,

Türklerin topraklarındaki varlığından da rahatsızlık duymaktadır. Bir baĢka ifadeyle Müslüman Türk olmayan neredeyse tüm unsurlar metinde ötekileĢtirilmiĢlerdir.

Nihad Ġstanbul‟a döndüğü akĢam, gece nereye gideceğini ve geceyi nerede geçireceğini bilememektedir. Bu hâlde Ġstanbul‟da dolaĢırken bir yastık ve bir yorgana duyduğu büyük ihtiyacı ifade edecek, bu esnada yazarın Ġstanbulluların kimliği konusundaki algısı da kendini gösterecektir. “[B]ütün evler[in]de bir türbe sükûnu” bulunan Ġstanbul’da “[h]er Müslüman, yatağında, bir sandukaya girmiĢ gibi, sabaha kadar hiç kıvranmadan yat[maktadır]” (11). AnlaĢılacağı üzere yazarın Ġstanbullu tasavvuru Müslüman kimliğine tekabül etmektedir. Öyleyse Müslüman olmayan unsurların Peyami Safa tarafından “Ġstanbullu” olarak kabul edip

etmeyeceği kuĢkuludur. Öte yandan Müslüman kimliğiyle öne çıkarılan bu insanların dinî kimliklerinin yanına Türk kimliği de yerleĢtirilecektir.

Nihad iĢ ararken rastgele girdiği hanlardan birinde Seniha Hanım‟la tanıĢır. Kendisine, kızına öğretmenlik yapmayı teklif eden Seniha Hanımların evine gittiğinde evin hanımını beklerken bir köĢedeki masada duran kartvizit sepetinin içinden bir kartvizit alır. Kartvizitin üstünde “Major von Aige” yazdığını gören

Nihad, buraya Alman misafirlerin de geldiğini anlayacaktır. Bu sahneyi okura aktaran Peyami Safa hemen ardından Ģu satırlara yer verecektir: “ġu aralık onların girmedikleri yer kalmamıĢtı. Ordu, bütün resmî devair ve Türk aileleri” (36). Burada bir yandan Almanların bu topraklardaki varlığından duyulan rahatsızlık dile getirilirken, diğer yandan, daha önce Müslüman olduğu vurgulanan Ġstanbulluların Türk kimlikleri öne çıkarılacaktır.

Nihad‟ın, Seniha Hanım‟ın kardeĢi olan ve daha sonra evlenecekleri Muazzez‟le konuĢmalarında, Muazzez‟in kendisiyle eski Türkler arasında bir bağlantı kurması da dikkat çekicidir. Ablası Seniha Hanım ve dayısı Mahir Bey‟in yanında yaĢayan Muazzez, bu gösteriĢli yaĢantıdan rahatsız gibidir: “Bu apartman hayatı beni bitirdi. Vallahi eski Türkleri takdir ediyorum. Büyük konakların o geniĢ, rahat sofalarında, odalarında ne iyi yaĢamıĢ olacaklar” (56–57). Muazzez‟in burada “eski Türkler” derken kastettiği Osmanlılar olmalıdır. Zira Muazzez konak hayatına övgüler düzdüğüne göre Osmanlı öncesi bir devri kastetmemiĢ olduğu anlaĢılır. Bu çerçevede Osmanlıların da Türk kimliğiyle tanımlanmıĢ olduğu görülür ki,

Cumhuriyet rejimi her ne kadar Osmanlılığı dıĢlamıĢ olsa da, Jusdanis‟in millî kimlik inĢasında kesintisiz bir tarih inĢasına yönelme bağlamında yaptığı vurguya denk düĢecek biçimde Osmanlı‟yı Türklerin tarihinde geçirdiği bir aĢama olarak görür. Bu anlamda Yakup Kadri, egemen söyleme denk düĢen bir yaklaĢım sergilemiĢ olur. Zaten o tarihte millî kimlik inĢasına yönelmiĢ olan egemen anlayıĢın yansıttığı söylemin de Müslüman kimliği tamamen dıĢladığı söylenemez.

Metnin takip eden bölümünde Türk ve Müslüman kimliğinin daima yan yana yürütüldüğünü görürüz. Muazzez‟e âĢık olan Nihad, onun isteği dıĢında bir adamla evlendirilmek istendiğini öğrenince oldukça sinirlenir. Nihad ayrıca Seniha Hanım‟ın Mahir Bey dıĢında bir adamla, mebus Alaaddin Bey‟le iliĢkisi olduğunu

öğrenecektir. Seniha Hanım‟ın böyle bir iliĢki kurmasının temelinde ise Mahir Bey‟in vagon ticareti yapması ve mal kaçırmak için gerekli zeminin yaratılması amacının güdüldüğü anlaĢılacaktır. Bu çerçevede Nihad için bir ahlaki vurgu yapma olanağı doğacaktır:

Bunların mefkûreleri nedir? Ne için yaĢıyorlar?.. Vatanları yok, vicdanları yok, Allah‟a da, güzelliğe de, fazilete de inanmıyorlar, bunu anladık, peki? […] [N]e vatan, ne vicdan, ne Allah, ne güzellik, ne para […] hiçbiri için değil. […] Fenalık için, yalnız günah iĢlemek, yalnız baĢkalarının ıstıraplarına bir zebani istihzasiyle, çirkin çirkin gülmek için, rezaletlerin gübresinde iğrenç bir taaffünle piĢmek için yaĢıyorlar. […] Çanakkale‟de […] Türk gençleri bunlar için mi can verdiler? (113)

Görüldüğü üzere ahlaksızlık söz konusu olduğunda dinî vurgu ön plana çıkmakta ve çirkinliği, ahlaksızlığı, pisliği karĢısına alan bir söylem kendini göstermektedir. Dinî vurgu bu kavramları ötelerken Türklüğü kendi safına çekmekte, bir baĢka ifadeyle Türklüğün çirkinlik, ahlaksızlık ve pislik kavramlarından uzak konumda kendine yer bulmasında iĢlevsel –hatta bunun da ötesinde belirleyici– bir rol oynamaktadır. Söz konusu olumsuz kavramlar “Türk çocuklarının [cephede] gösterdikleri harikalı azmi” (114) gölgelemektedir. Zira Türk çocukları bu fenalıklar yaĢansın diye

ölmemiĢlerdir.

Ahlakın ve Türklüğün yan yana değerlendirildiği bir baĢka bölümde yine Nihad ve Muazzez konuĢmaktadırlar. Nihad bu konuĢmada Ģu fikirleri dile getirecektir:

“Mefkûre, mefkûre!” diye haykıranlardan yayan yürüyene rastgeldiniz mi? Hepsi yaz mevsimini Büyükada‟da, kıĢı Beyoğlu‟nda ve

gecelerini (Sirkal Doryen) da geçiriyorlar. Bu gibilerin çoğu ağızlarından (mefkûre) kelimesini düĢürmeyerek milyoner oldular. Bizans bizden ahlaksız değildi. Fakat bilir misiniz? Türk milleti Avrupalılardan ziyâde faziletperverdir, onun için ahlâksızlar tarafından idare edilmiĢtir. Ahâli saf ve namusludur (125).

Peyami Safa burada “faziletperver”, “saf” ve “namuslu” Türkleri bir tarafa, onları yöneten “ahlaksız” idarecileri baĢka bir tarafa koymaktadır. Böylelikle hem Türk

kimliği olumlanmıĢ olur hem de Osmanlı‟nın yanında Ġttihat ve Terakki yönetimi eleĢtirilmiĢ olur. Zaten mefkûre kelimesinin kullanılmasında Ziya Gökalp‟a ve diğer Ġttihatçılara belirgin bir atıf olduğu görülmektedir. Ġttihatçılara yönelik eleĢtiri zaten “vatan için savaĢan askerler”in döndüklerinde idareden ilgi görememeleri

bağlamında metnin merkezinde yer almaktadır. Bununla birlikte Ġttihat ve Terakki devri, kendi zenginlerini de yaratmıĢtır. Tam da bu noktada, bir önceki bölümde değinildiği üzere, Ġttihatçıların savaĢ sürecinde kendi zenginlerini yaratmakla suçlandığını ve ülkeden gidiĢlerinden sonra geliĢen yeni süreçte yargılandıklarını hatırlamak gerekir. Dolayısıyla Peyami Safa, yeni döneme hâkim olan anlayıĢın mükemmel bir yansımasını metinde göstermiĢ olur. BaĢka bir deyiĢle yazar, kimlik meselesinin yanına –yukarıdaki vagon ticareti örneğinde de belirtilmeye çalıĢıldığı gibi– dönemin ekonomik tartıĢmalarını da koyar. Saf ve namuslu Türk-Müslüman halk ise mütevazı yaĢantısını sürdürmektedir. Bu tipe en uygun örneği Peyami Safa daha metnin baĢında sunmuĢtur. BaĢkahraman Nihad‟ın en yakın dostu olan Faik de oldukça yoksul (15–16) ve faziletli tanımına uygun düĢen bir gençtir.

Peyami Safa bu ideal Türk tipinin yanına, savaĢ müttefiki olmalarına rağmen Almanları dahi yakıĢtırmamaktadır. Nihad, Alman askerlerinin eğlendiği bir mekânın “[c]amında Alman, Avusturya ve Türk bayraklarının biçimsiz, nisbetsiz, yamrı- yumru, soluk resimleri[nin]” (149) asılı durduğunu görür. Mekân tamamen bira içen Alman askerleriyle doludur ve bunlar “hep bir ağızdan kusar gibi öğürerek

püskür[erek]” (149) Ģarkı söylemektedirler. Bu “azamet”i ve “galip ruh”u

hazmedemeyen, seyrettiği tabloyu aĢırı ve tiksindirici olarak gören Nihad‟ın ruh hâli Ģöyle yansıtılmaktadır:

Beyoğlu‟nun birçok sokakları gibi, burada da aykırı bir yabancılık, ecnebi memleketlerin sokaklarına mahsus, bir Türk‟e mülayim gelmeyen sahte ve baĢka bir seciye vardı. Bir Türk‟e, Türkiye‟de,

Türk olduğunu unutturan bu gizli ve galip ruha karĢı, millî bir kin duydu (150).

Peyami Safa “öteki”ne karĢı söylem geliĢtirirken bu kez Müslümanlığı değil

Türklüğü devreye sokmuĢtur. Bir bayrak temsilinden hareket eden yazar, bu bayrağın yabancı ülkelerin bayraklarının yanında durmasını, bunun da ötesinde, camında Türk bayrağının asılı olduğu bir mekânda, kibirli yabancı askerlerin “aĢırılık” yapmalarına tahammül edememektedir.

Burada özellikle dikkat çekici olan Ģudur: Peyami Safa, göreceli oldukları aĢikâr birtakım karakter özellikleri sanki millet tanımlarına iliĢtirilebilirmiĢ gibi Türk kimliğini, “davranıĢta aĢırılık”tan ve “tiksindiricilik”ten ari biçimde kurgular.

Bununla da kalmayıp söz konusu özellikleri baĢka bir milletle, Almanlarla ilgili algısına dâhil eder. Ancak Nihad karakteri üzerinden Peyami Safa‟nın asıl öfkesi, yukarıdaki alıntıdan da anlaĢılacağı üzere “Türk‟e Türk olduğunu unutturan” bir ruha karĢıdır. Almanlar üzerinden geliĢtirilen bu söylem, Türklerin kimliği Müslümanlıkla bütünlendiğine göre, kaçınılmaz olarak Müslüman olmayan unsurlara da

yönelecektir. Dolayısıyla Alman kimliği bir azınlık grubuna iĢaret etmese de, Peyami Safa‟nın bu romanında Türklüğe yüklenen anlamı kavramak bakımından önemlidir.

Bu bağlamda metinde karĢımıza çıkan gayrimüslim karakterlere bakılacak olursa öncelikle Nihad‟ın arkadaĢı Faik‟in yoksulluktan ötürü elden çıkarmak zorunda kaldığı eĢyaları satın almaya gelen Yahudi karakter dikkati çeker. Bu karakter metinde Faik‟in ağzından Ģöyle tanıtılmaktadır:

Eskiden kapıdan geçen Yahudiyi gizlice içeriye alır, komĢulardan utanırdık, Ģimdi herif, yemek odasının penceresine damlıyor, bar bar bağırıyor: “Fayığ Bey! Fayığ Bey! Musa Baba geldi… Yok mu bir ceket, yelek, pantalon?” diyor. […] Zaten benim sandıkların dibine darı eken o Yahudidir (15–16).

Burada karĢımıza çıkan Yahudi eskicilik yapmaktadır ve anlaĢılacağı üzere fırsatçı bir karakterdir. EĢyalarını satmak zorunda kalan insanların mallarını ucuza

kapatmaktadır. Zaman zaman “insafa gelmiĢ gibi” (16) görünse de Faik‟e de satın aldığı eĢyalar için ödediği para daima çok azdır.

Bunun dıĢında Nihad, Seniha Hanımların evine ilk gidiĢinde kendisine kapıyı açan kızın Hıristiyan olduğuna vurgu yapacaktır. Ancak vurgu bununla sınırlı

değildir. Bu hizmetçi kız da, dönemin diğer birçok romanında olduğu gibi

Hıristiyandır; ancak Hıristiyan olduğu vurgulanan hizmetçi kızın “kurnaz bakıĢlı” (35) olması ve Nihad‟a aĢırı kuĢkulu bir biçimde yaklaĢması, Nihad‟ı tedirgin eder.

Ancak mesele “Türk tiyatrosu”na geldiğinde karĢımıza çıkan Ermeni karakterler olumsuz nitelendirmelere maruz kalmazlar. Metinde Türk tiyatrolarının geldiği durumu da olumsuz eleĢtiriye tabi tutan Peyami Safa, Romancı Kerim Bey‟in ağzından tahlillerini sıralar. Kerim 1. Dünya SavaĢı‟nın baĢlarında bir gün tramvayda tiyatrocu Madam Hekimiyan‟a rast gelir. O günlerde “(Minakiyan)ın açtığı (melo dram) devresi kapanmıĢ, tiyatromuz kısa bir fetret devresi geçirmiĢti[r]” (255). Hekimiyan tiyatrodan söz edilmeye baĢlandığı anda heyecanlanacak, tiyatrocuların iĢlerini hakkıyla yaptıkları günleri yâd edecektir. Hekimiyan tecrübelerini anlatırken o devirdeki tiyatrocuları Ģöyle eleĢtirecektir: “Bugünkü gençlerde olduğu gibi çirkin Ģakalar, hoppalıklar, cahillikler yapmazdık. Ciddi idik. Bu gün (Binemciyan)ı mezarından kaldır, „Fazilet Mağlup Olur mu?‟daki rollerini sana noktası noktasına okur” (255). Mesleğini ciddiye almasıyla olumlanan Hekimiyan‟la birlikte bir baĢka tiyatrocu Binemciyan da övülmektedir. Metinde Türklük ve Müslümanlıkla

bağdaĢtırılamayan unsurları yabancı olarak görüp dıĢlama iĢlemi, Ermeni tiyatrocular söz konusu olduğunda gündeme gelmez.

Metnin sonlarına doğru özellikle Ġttihat yönetimine iliĢkin eleĢtirilerin yoğunlaĢması, esasen yeni rejimin kendisini Ġttihat ve Terakki‟den soyut biçimde tanımlama gayretine denk düĢmektedir. Bir baĢka ifadeyle, daha önce de belirtildiği

üzere metnin yayımlandığı 1924 tarihinde Ġttihat ve Terakki, egemen söylemde de olumsuzlanmaktadır. Bunun haricinde yazarın Türk kimliğini Müslüman kimliğinden bağımsız biçimde ortaya koymaması ve anlattığı diğer unsurlara da –hatta dönemin müttefiki Almanlara dahi– söz konusu Müslüman-Türk kimliğinin bakıĢ açısından yaklaĢması dikkati çekmektedir. Bununla ilgili gayrimüslim karakterlere atfedilen özellikler de öne çıkarılmıĢtır; Ermeniler, belki de tiyatroya yaptıkları göz ardı edilemez katkılarından dolayı, zaman zaman “millî kin”ini öne çıkarabilen ve ülkenin gerçek sahibi olduğunu düĢünen egemen bakıĢ açısının gazabından kurtulabilmektedir.