• Sonuç bulunamadı

Ahmed Midhat Efendi – Jön Türk (1910)

B. Kısa Bir Ġyimserlik Dönemi: 1908–

1. Ahmed Midhat Efendi – Jön Türk (1910)

1908‟in getirdiği görece özgürlükçü ortamda kaleme alınmıĢ olan Jön Türk, 1908–1909 yıllarında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmiĢ ve ilk olarak 1910 yılında kitap olarak basılmıĢtır. “Millî, içtimai, siyasi roman” adıyla

yayımlanan eser, II. MeĢrutiyet‟in ilanından kısa bir süre sonra tahtını terk eden II. Abdülhamid‟e ağır eleĢtiriler getirmekle beraber, edebiyatı halkı eğitmek için bir araç olarak gören Ahmed Midhat Efendi‟nin Osmanlı‟daki gayrimüslimlere bakıĢını anlamak bakımından önem taĢır. Bu metinde yansıyan bakıĢ açısı, Müslüman- Osmanlı kimliğiyle gayrimüslimler arasında o dönemde ortaya konulan farklılığa dikkati çekmemizi sağlayacaktır.

Yazarın öğretici tavrı doğrultusunda vurguladığı en büyük fark ise, Müslüman-Osmanlı ve gayrimüslimler (burada özellikle Rum kimliği öne çıkar) arasındaki ahlak farklılığıdır. Yazar söz konusu farktan ötürü gayrimüslimleri suçlar gibi gözükmez, sadece Müslümanları onlara benzememeleri yönünde eğitici

kimliğiyle uyarmaktadır ki, bu tavır da aslında örtük bir biçimde gayrimüslim kimliğini ötekileĢtirme anlamı taĢır. Bununla beraber romanın esas meselesi Abdülhamid devrinin baskıcı ve boğucu düzenine eleĢtiri getirmektir. Bu tavır elbette, yazarın Ġttihat ve Terakki‟nin yanında yer aldığının da göstergesidir. Zira artık baskılar ortadan kalkmıĢ, ülke yeni ve özgürlükçü bir sürece girmiĢtir. Her yeni düzenin kendini tesis etme aĢamasında gördüğümüz gibi, eski düzen Ahmed

Midhat‟ta da kıyasıya eleĢtirilir. Ancak farklı etnik ve dinî gruplara bir aradalık ve özgürlük vaat eden bu yeni süreçte, yazarın özellikle Müslüman Osmanlıların

gayrimüslimlere benzemeye baĢlayacakları yönünde taĢıdığı kaygıları metne yoğun biçimde taĢıdığını görürüz.

Roman, 19. yüzyılın son yıllarını konu alır. Alafranga bir tip olarak çizilen Ceylan, romanda adetâ idealize edilmiĢ bir tip olarak sunulan ve Batı hayranlığına mesafeli gözüken Nurullah‟ı her türlü giriĢimine rağmen evliliğe ikna edemez. Nurullah‟ın Miralay Gazanfer Bey‟in kızı Ahdiye ile evlenmeye karar vermesi ise Ceylan‟ı, Nurullah‟a bir tuzak kurmaya sevk eder. Nurullah‟ın odasına yasaklı yayınlar koydurarak onu jurnalleyen Ceylan, ülke siyasetiyle belirgin bir ilgisi bulunmayan Nurullah‟ın bir Jön Türk olarak damgalanıp Akka‟ya sürgüne

gönderilmesine yol açacaktır. Bu kurgu ekseninde, fonda Abdülhamid yönetiminin yarattığı büyük korkuya, yazarın bir baĢka vurgusu eĢlik eder. O da eğitim, özellikle kadınların eğitimidir. ModernleĢme sürecinde yazarların odaklandıkları sorunlardan birinin “kadının toplumdaki yeni konumu” olması, ayrıca dikkat çekicidir. Yazar bu noktada, kadınların da eğitim hakkı bulunduğunu teslim eder, fakat Avrupa‟da yayılan fikirlerle “zehirlenme” tehlikesinin varlığına vurgu yapar. Nitekim Ceylan, söz konusu fikirler yüzünden trajik bir Ģekilde ölüme sürüklenecektir.

Yukarıda Ahmed Midhat‟ın öne çıkardığı ahlak mukayesesinden söz

edilmiĢti. Romanda bu doğrultudaki örneklere sıkça rastlanmaktadır. Yazar belirgin bir biçimde “Müslümanlığa, Osmanlılığa mahsus olan [bir] ahval-i

maneviye[den]”(4) söz açar. Dolayısıyla Ahmed Midhat‟ın zihnindeki Osmanlılık tasavvurunda Müslüman olmayanlara yer bulunmadığı görülür. Konaklarının üst kat hizmetinde “kart bir Ermeni karısı[nın]” (6) çalıĢtığını öğrendiğimiz Ahdiye ile Nurullah‟ın düğün merasimleri Müslüman-Osmanlılığın hususiyetlerinin öne çıkarılmasında önemli bir rol oynar. Benzer bir iĢlev iki gencin evliliklerine de

yüklenmiĢtir. Ahdiye ve Nurullah‟ın evlilikleri, evlilik konusunda Hıristiyanlar ve Müslüman-Osmanlılar arasındaki farkları da görmemizi sağlar.

Eski alıĢkanlıklar ve yenileri arasında bir karĢılaĢtırmanın yapılmasına olanak tanıyan bu düğün sahnesinde, düğüne katılan bazı genç kızlar, “Peruz gibi Eleni gibi tiyatrolarda okudukları kantolarla […] Ģöhret kazanmıĢ olan aktrisleri pek güzel” (9) taklit ederler. Ahdiye Hanım‟ın annesi olan, bu yeni alıĢkanlıklara mesafeli duran “[z]avallı” (9) DilĢinas Hanım ise sıkıntısını kimseye açamamakta ve çaresizce olan biteni izlemektedir. Yazarın müdahalesi ise söz konusu yenilikler konusunda

takınılan tavırda kendini gösterir. “Yeni zamanın bazı kına gecelerin[de]” erkeklerin kına gecesi eğlencesini selamlıktan dinlemesini eleĢtiren yazar, “yalnız Müslüman değil, gayrimüslim düğünlerinde dahi ahvalin türlüleri[nin]” uzak görüldüğünü belirtir (10). Bir baĢka ifadeyle yazar, Müslüman düğünlerinde gösterilen bazı aĢırılıkların, gayrimüslimlerde “dahi” görülmediğine vurgu yapar. Dolayısıyla Müslümanların ahlakı ideal bir konuma çekilirken, “dahi” ifadesi kullanılarak gayrimüslimlerin ahlaken daha zayıf olduklarına iĢaret edilmiĢ olur.

Romanda bu bakıĢ açısını destekleyecek örneklere sıkça rastlanabilir. Rumlarda niĢanlılık evresinin evlilik gibi geçmesinin sakıncasına değinen yazar, okuyucuya açıkça sorar: “Siz Rumların Ģu âdetini beğenmediniz değil mi?” (47). Ceylan‟ın yaĢadığı konağın Rum hizmetçisi Despina ise Ceylan kadar serbest fikirli bir karakter olarak çizilmez, hatta Ceylan‟ı “pek hafif, pek hoppa, çılgın bir zırzop” (58) görür. Burada BatılılaĢmayı sadece görünüĢ düzeyinde benimsemenin önümüze koyduğu ve Tanzimat dönemi romanlarında süregelen bir vurgu, bir “ahlaki

yozlaĢma” vurgusu, evinde alafranga âdetlerin hâkim olduğu Ceylan karakteri üzerinden verilir. Bununla birlikte Fazıl Gökçek‟in Osmanlı Kapısında Büyümek:

çalıĢmasında dile getirilen bir baĢka bakıĢ açısına yer vermek gerekir. Gökçek, Ahmed Midhat romanlarındaki gayrimüslimlerin görünümlerini ele aldığı bu çalıĢmasının Jön Türk‟le ilgili bölümünde, Kâzım Bey‟in alafrangalığıyla evinde Despina ve Kiryaku gibi iki Rum hizmetçi çalıĢtırması arasında bir bağlantı gördüğünü ifade eder. Bir baĢka deyiĢle Ahmed Midhat‟ın olumsuzladığı alafrangalık kavramı Rumlar üzerinden yansıtılır; hatta Rumlar alafranga hayat tarzıyla birlikte anılır (106). Gökçek‟in bu düĢüncesi, yukarıda yaptığımız

çözümlemeden ayrı olarak metinde Rum karakterlerin varlığının, kaçınılmaz olarak alafrangalıkla iliĢkilendirilerek bir olumsuzlamaya tabi tutulduğunu dile getirmesi bakımından farklı ve önemli bir görüĢ ortaya koyar.

Ahmed Midhat Efendi‟nin, fikren Ġttihat ve Terakki‟nin yanında bir görüntü çizmekle beraber gayrimüslimler ve Müslüman-Osmanlılar arasında toplumda yerleĢtirilmeye çalıĢılan eĢitlik kavramı ekseninde, geleneksel Ġslami değerlerin yok olmasından duyduğu kaygılar yansıtılmaktadır. Romanda gayrimüslimler açıkça “ahlaksız” olarak tasvir edilmez, ancak (1) Müslüman-Osmanlıların “üstün ahlakı”nın asla yitirilmemesi gerekmektedir ve (2) Müslüman-Osmanlılar yaĢayıĢ olarak gayrimüslimlere benzemeye çalıĢmamalıdır. Yazarın öne çıkan bu söylemleri doğrultusunda döneminde oluĢan eĢitlik ve kardeĢlik havasına katılma eğilimi

taĢıdığını söylemek mümkün olmakla beraber, toplumun asli ve ahlaken üstün unsuru olarak değerlendirdiği Müslüman-Osmanlılara uyarılarda bulunduğunu ifade etmek gerekir.

1908 Devrimi‟nin getirdiği eĢitlikçi anlayıĢ içerisinde Osmanlı aydınının hâlâ kaygı duyduğu bir nokta vardır: Müslümanlarla gayrimüslimlerin toplumsal

iliĢkilerin çeĢitli düzeylerinde kaynaĢmaları, onları aslından koparabilir. Osmanlılığın temelinde Müslümanlığın bulunduğu yönündeki görüĢün güçlülüğünü göz önüne

alırsak, bu dinin ve onun sağladığı kültürel pratiklerin, alıĢkanlıkların korunması ve öne çıkarılması gerekmektedir.

Bu kaygıların ortadan kalkması çok fazla zaman almayacaktır. Zafer Toprak, toplumdaki bu özgürlük ve eĢitlik havasının değiĢimini Ģöyle özetler:

Ancak “hürriyet” ve “müsavat” ortamı uzun sürmedi. Yunanistan‟ın Girit‟i ilhakı, Bulgaristan‟ın bağımsızlığı, Avusturya Macaristan‟ın Bosna Hersek‟e giriĢi, Trablusgarb SavaĢı, Balkan Harbi ve

Edirne‟nin düĢüĢü, Ġttihatçıları kısa sürede düĢ kırıklığına uğrattı. Tüm imparatorluklar gibi, Osmanlı Ġmparatorluğu da çok kimlikli bir devletti. Osmanlılık, olsa olsa bir üst kimlikti. Sorunlar arttıkça alt kimlikler “Osmanlı” kimliğine üstün gelmeye baĢlamıĢtı (36).

Toprak‟ın yukarıda saydığı geliĢmeler esasen Osmanlı kimliğiyle ilgili olarak önemli bir psikolojik travmayı da önümüze koyar. Ġttihat ve Terakki dönemine kadar denenen Osmanlı kimliğinin bir üst kimlik olarak vurgulanması metodunda,

Osmanlılığın “bütünleĢtirici” olmaktan ziyade “diğer kimliklerden daha kutsal” olma gibi bir misyonu bulunuyordu. Zira Ermeniler uzunca bir dönem “sadık” unsurdu, 1492‟de Ġspanya‟dan kaçan Yahudilere Osmanlı Ġmparatorluğu kucak açmıĢtı, onlar da bir bakıma misafirdiler. Bir baĢka ifadeyle gayrimüslim unsurların üst bir kimlik tespitinde Müslüman-Osmanlı kimliğiyle eĢit görülme gibi bir Ģansları yoktu. Onlar bu devletin sözümona “hoĢgörü”yle sahiplendiği kimliklerdi ve onlardan beklenen adetâ bir çocuk gibi uslu durmaları ve devlete ihanet etmemeleriydi. Bu bakıĢ açısı aynı zamanda onlarda bir “ihanet etme potansiyeli” görüldüğünü de ele vermiĢ oluyordu. Üstün olan daima Müslüman-Osmanlılık‟tı. Devletin sahipleri de zaten bu özelliği taĢıyordu. Bu Ģartlar altında bir yandan gayrimüslimlerin daha sonra

dönüĢüme uğrayacak olan bu tanımlanmıĢ üst kimlikten soyutlanma ihtimallerinin daha o dönemde ne kadar yüksek olduğu ortaya çıkarken, diğer yandan kendini “hâmi”, “üstün” bir konumda gören Müslüman Osmanlı devletinin peĢ peĢe

Osmanlı‟yı yenen güçlerden biri de henüz 19. yüzyılın baĢlarında kendilerine tabi olan Yunanistan‟dı. Bu bakımdan yukarıda sayılan geliĢmeler Osmanlılar için elbette kabul edilemezdi. Özellikle Balkan Harbi ve takip eden dönemde Osmanlılarla ilgili psikolojik nitelikte kapsamlı bir çalıĢma yapmanın son derece yararlı olabileceğini belirterek devam edelim.