• Sonuç bulunamadı

Müftüoğlu Ahmet Hikmet – Gönül Hanım (1920)

C. Önemli Bir Kırılma Noktası: Balkan SavaĢları ve Sonraki Durum

2. Müftüoğlu Ahmet Hikmet – Gönül Hanım (1920)

1917 yılında geçen roman, Ruslara esir düĢmüĢ olan Üsteğmen Mehmet Tolun, Tatar gençler Ali Bahadır Bey ve kardeĢi Gönül Hanım ile Macar teğmen Kont Béla Zichy‟nin Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarını görmek üzere Orta Asya‟ya yaptıkları yolculuğu konu alır. 20. yüzyılın baĢında yürütülen soy tartıĢmalarına denk düĢecek biçimde ve Turancı anlayıĢa uygun olarak, Macarların ve Türklerin aynı soydan geldiği yönündeki görüĢün vurgulandığı bu eserde, anlatıcının olay akıĢına müdahale ederek sürekli “Türklerin tarihi”nden kesitler anlatması önemli bir noktadır. Zira bu durum, romanın Türk tarihini ve kültürünü okuyuculara öğretmek amacıyla yazıldığı fikrini verir.

Nitekim yolculuğa çıkanlardan biri olan Gönül Hanım, “Mümkün değildir ki bir „Radloff‟ da, bir „Le Coq‟ da bir Tatar‟ın, bir Türk‟ün heyecanı, duygusu

bulunsun,” (6) diyerek Türklerin geçmiĢinin öğrenilmesinden duyulacak heyecana vurgu yapar. Gerçi baĢkarakterlerden Mehmet Tolun dünya üzerinde halis bir ırk olmadığı yönünde görüĢ bildirecektir (52); ancak Tatar karakterlerden Gönül Hanım‟ın, Türk “ırk”ının geçmiĢte Asya, Avrupa, Afrika gibi dünyanın birçok bölgesini istila ettiğini belirtmesi (4) metnin kimlik meselesine bakıĢını “ırk”

merkezinde konumlandırdığını haber verir. Romana göre Macarlar zaten bir “Turanî millet”tir; Orta Asya‟ya geldiklerinde Kont Zichy “atalarımızın yurduna erdik” (21) diyecektir. Orta Asya‟daki “Türkî kavim”lerin ise ilerlemesinin yolu Türk

medeniyetinin ve kültürünün benimsenip yayılmasından geçer (17). Tatarlar Türkler için aynı zamanda bir “dindaĢ”tır (2). Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, hem

aynı dinden hem de aynı ırktan olan toplulukların birlikte bir Türk medeniyetinin ve Türklüğün temelini oluĢturdukları düĢüncesinin öne çıktığı anlaĢılır. Zaten Budizm ve ġamanizm, metinde her yönüyle olumsuzlanan inanç sistemleridir. Ġslamiyet ise, çeĢitli romanlarda da zaman zaman karĢılaĢtığımız üzere temizlikle iliĢkilendirilir (107).

Ġstanbul metinde, Türk medeniyetinin benimsenmesi için önemli bir mekân ve ilerlemenin manevi merkezi olarak düĢünülür ve bütünüyle bir Türk ve Müslüman kimliği ile birlikte merkeziliği öne çıkar (19). Gönül Hanım, bu anlayıĢa uygun olarak, Kont Zichy‟nin evlilik teklifini farklı dinlere mensup olmaları ve Macarların asıl millî kimliklerini unutmuĢ olmaları gerekçeleriyle reddedecektir (46). Özellikle romanın yazıldığı tarih itibarıyla belirgin özelliklerinden biri kozmopolitliği olan Ġstanbul, metnin ideolojisi doğrultusunda tek renkli bir görünümle okuyucuya yansıtılır.

Bununla birlikte yazıtları incelemek üzere yola çıkan ekibin gerçekleĢtirdiği din tartıĢmalarında Yahudilik, baĢlangıçta belirtilen esaslarından uzaklaĢmıĢ olmakla itham edilir (53). Fakat bundan daha da önemlisi Yahudilerin, metnin ortaya

koyduğu ideoloji açısından son derece önemli bir konumda bulunan din ve milliyete karĢı mücadele yürüttüğü belirtilir. Ancak burada bir çeliĢkiye düĢtükleri Ģu sözlerle aktarılmaya çalıĢılır:

Bilindiği gibi, din ve milliyetde aĢırılıktan Ģimdiye kadar pek çok zarar gören Yahûdiler, ilim ve felsefe, bir de farmasonluk yardımıyla bu iki kuvvete yâni din ve milliyete karĢı mücadelede bulunmak isterler, Halbuki kendileri en temiz ırk, en saf ve karıĢmamıĢ nesil olarak Yahûdiliği gösterirler […] (70).

Yahudilerin bir çeliĢki içinde oldukları iddia edilirken, burada özellikle “ilim”e vurgu yapılması, insanların hepsinin tek bir soydan, Türklerin soyundan geldikleri yönündeki iddiayı Yahudi bilim adamlarının reddetmiĢ oldukları yönündeki görüĢten

kaynaklanır. Burada Yahudilerin Türk “ırk”ı için bir tehlike olarak görüldüğü sonucu çıkarılabilir.

Bunun dıĢında, Tolun‟un Ġstanbul‟a dönüĢünden sonra ona Gönül Hanım‟dan kendisine mektup getiren bir Musevi‟den söz edilir; ancak bu silik karakter olumsuz değil, tersine sorun çözen biri olarak okuyucunun karĢısına çıkar. Ancak tüm bu verileri bir araya getirdiğimizde, milliyetçilik yelpazesinin neresinde bulunursa bulunsun, geliĢtirilen söylemler çoğunlukla gayrimüslimleri ötekileĢtirici ve dıĢlayıcı pozisyondadır.

Ömer Seyfettin‟in Efruz Bey romanının ilk kez yayımlandığı 1919 yılı, Çanakkale SavaĢı‟yla adını duyurmuĢ olan, ancak iktidarı ele geçirmek konusunda fırsat elde edememiĢ olan Mustafa Kemal‟in Anadolu‟da oldukça hızlı bir biçimde iĢgal kuvvetlerine karĢı direniĢi örgütlemeye baĢladığı yıl olmuĢtur. Mustafa Kemal‟in Anadolu‟ya geçiĢini Millî Mücadelede İttihatçılık adlı eserinde Erik Jan Zürcher, detaylı olarak ele alır. 1919 baĢlarında Samsun vilayetinde Müslüman-Türk çetelerinin Hıristiyan köylüleri taciz ettiği haberleri alınınca Ġtilaf Devletleri bölgeye bir müfettiĢ gönderilmesini ister. Sadrazam Damat Ferit PaĢa‟nın meseleyle

ilgilenmesini istediği Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal‟in yakın arkadaĢı Ali Fuat (Cebesoy)‟ın akrabasıdır ve Mustafa Kemal‟i bu görev için öneren de odur. Sadrazam tayini onaylayıp belgeyi padiĢaha sunar, ardından Harbiye Nazırı ile tayinin detaylarının görüĢülmesi gelir. Genelkurmay BaĢkanı Kavaklı Mustafa Fevzi PaĢa Trakya gezisinde olduğu için müfettiĢlikle ilgili talimatnameyi

Diyarbakırlı Kazım (Ġnanç) düzenler, böylece Mustafa Kemal müfettiĢlik bölgesinde neredeyse sınırsız yetkiye sahip olur (173–74). Mustafa Kemal‟in bu aĢamada hükûmete ve padiĢaha güven vermesi oldukça önemlidir, bunun yanında kendisine yardım eden kiĢilerin bulunduğu da göz ardı edilmemelidir. ĠĢte bu Ģartlarda

Anadolu‟ya hareket eden Mustafa Kemal, 19 Mayıs‟ta Samsun‟a varırken, dört gün öncesinde de Ġzmir‟de Yunan iĢgali baĢlamıĢtır.

ĠĢgal kuvvetlerine karĢı direniĢi örgütleyen kadroların öncülüğünde

Cumhuriyet rejimine geçildiğini biliyoruz. Ancak örgütlenen ve merkezi Ankara olan bu direniĢin karakteri üzerinde durmak gerekmektedir. Bilindiği üzere yeni rejimin silmeye çalıĢtığı en önemli imaj Müslüman dünyasına önderlik eden Osmanlı Ġmparatorluğu‟nun sahip olduğu imajdı; dolayısıyla Osmanlılık kimliği artık bütünüyle geride bırakılarak bu kimliğe dair izlerin silinmesi yönünde büyük

gayretler verilecekti. Nitekim 1924 yılında yeni rejim ilk önemli hamlelerinden birini yapacak ve hilafeti kaldırdığını ilan edecekti. Ancak Cumhuriyet‟in ilanına götüren süreçte verilen ve “millî”lik özelliği vurgulanan mücadelenin niteliğinde Türk kimliğinin yanı sıra Müslüman kimlik de oldukça ön plandaydı. Tanıl Bora Türk

Sağının Üç Hâli adlı çalıĢmasında Millî Mücadele‟de Ġslamî kimliğin oynadığı

ağırlıklı role iĢaret eder ve “[b]irçok yörede Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesi[nin], „Ġslam milleti‟ni gâvura karĢı seferber etme misyonuyla iĢe baĢladı[ğına]” (116) dikkati çeker. Bora meseleye yönelik bu bakıĢını daha ileriye taĢıyarak, Panislamizm düĢüncesinin Millî Mücadele yönetimince devralınarak kullanıldığını ifade eder (116). Nitekim dönemin egemen söylemini romanlardan takip edecek olursak Millî Mücadele‟ye odaklanan metinlerde, Türk kimliği mutlaka yanına Müslüman

kimliğini de alarak konumlanır. Bu bağlamda Türkiye‟de o dönemki yaygın eğilimin artık Müslüman-Türk kimliğini öne çıkarmak olduğu anlaĢılabilir, bu da elbette gayrimüslim vatandaĢların ikincil bir konuma atılmaları, hatta yeni rejimde de dıĢlanmaları anlamına gelecektir. Bu mesele, yansımalarını Lozan AntlaĢması‟nda göreceğimiz son derece kritik bir dönemece iĢaret eder. Ercüment Ekrem Talu‟nun

andığımız söyleme denk düĢen eserler olmaları bakımından üzerinde durulmaya değer örneklerdir.