• Sonuç bulunamadı

Osmanlı İlmi, Osmanlı İlim Cemaati tarafından üretilen, dinî ve dünyevî bilgileri kapsamaktadır. Bununla birlikte bu bilgiler, daha çok dinî hayatın problemlerini çözmeye

Baruthanesi ve 1805’te Beykoz’da kurulan kâğıt ve çuha fabrikaları sayılabilir. Bu fabrikaların makinelerinin ne kadarının dışarıdan geldiği bilinmemektedir. Ama makinelerin hiç olmazsa bir kısmının Arakel Dadyan Efendi tarafından yapıldığı bilinmektedir…” Bkz. İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sistemi’nin Oluşumu ve Dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999, s. 143.Askerî ve sivil

endüstriyi temsil eden buhar makineleri: “…Buhar makinesiyle Osmanlı toplumunun ilk tanışması 1828’de ‘Buğ Gemisi’ adıyla ilk buharlı gemiyi ithal etmeleriyle olmuştur. Bunun için de kaptan ve denizci yetiştirmeye başlanmıştır. 1833-40 arasında, buhar enerjisinden İstanbul’daki askerî tesisler olan tersane, tophane ve tüfenkhanelerde yararlanılmaya başlamıştır. Bundan sonra imparatorluğun öteki kesimlerinde kurulan sivil fabrikalarda da üretimde buhar enerjisinin kullanımı yaygınlaşmıştır…” İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sistemi’nin Oluşumu ve Dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ankara 1999, s. 143.]

169 Cumhuriyet Dönemi’ndeki ekonomik faaliyetlerde, devlet genelde ekonomik hayata pek müdahalede bulunmamış, özel sektörün ve sermayenin etkinleşmesini beklemiş, bunun için de bu kesimlere çeşitli imtiyazlar tanımıştır. İttihat ve Terakki yöneticilerince yaratılmak istenen yerli ticârî burjuvazi isteği, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Fakat hükümetin bütün isteğine, çeşitli desteklerine rağmen özel sektörün ekonomik hayatta istenilen ölçüde başarılı olamadığı, temel yatırım sayılabilecek yatırımları yine devletin organize ettiği görülmektedir. Bunda, sermaye yokluğu, teknolojik yetersizlik ve müteşebbis düşüncenin/pratiğin henüz yeterince gelişemernesi etkili olmuştur. Bu durumda, Devlet, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı sonrasında izlediği bu politikayı bırakarak mutedil bir devletçiliğe yönelmiştir. Bkz. İ. Ceyhan Koç, “A.g.m.”, Atatürk Dergisi, Ocak 2000, Cilt: 3, Sayı:1, s. 165.

100 yönelik olmuştur. Dolayısıyla dünyevî bilgiler, dinî hayata hizmet ettiği ölçüde değerli görülmüştür.

Klasik İslâm Dönemi’nde (Pre-Modern Dönem’de) eğitim-öğretim ve bilgi üretim sisteminin temelinde çeşitli ilimler bulunmaktadır. Bu ilimler; kaynakları, yöntemleri, amaçları ve sonuçları bakımından birbirinden farklı özellikler taşımaktadır. Dolayısıyla; bu bölümde ilk olarak, Klasik Dönem’de ilimler sınıflaması kapsamında yapılan çalışmalara kısaca değineceğiz. Daha sonra, XVI. ve XVIII. yüzyıllar arasındaki eğitim-öğretim ve bilgi üretim sistemini incelemeye geçeceğiz. Bu kapsamda, XVI. ve XVIII. yüzyıl Osmanlı Eğitim-Öğretim ve Bilgi Üretim Sistemi’nin niteliklerini ortaya koyabilmek için; Taşköprizâde Kemâleddin Efendi’nin (Ö: 1621) Mevzû’âtu’l Ulûm170 (İlimlerin Mevzuları) adlı eseri ile Kevâkib-i Seb’a Risâlesi’ni171 karşılaştıracağız. Daha sonra; Saçaklızâde, İbrahim Hakkı ve Gelenbevî’nin ilmî anlayışlarını tartışarak konuya bütünsel bir bakış açısı getirmeye çalışacağız.

170 Bu eser, Kemâleddin Efendi’nin (1553-1621), babası Ahmed Efendi’nin ünlü eseri Miftahu’s-saâde ve misbâhu’s-siyâde’yi (Mutluluk Anahtarı) bazı ilâve ve yorumlarla birlikte iki cilt halinde Türkçe’ye çevirmesiyle

ortaya çıkmıştır. Ancak eserin Arapça aslı ile karşılaştırılıp Kemâleddin Efendi’nin tercüme tekniği ve ilâvelerinin değerlendirilmesi henüz yapılmamıştır. Eser, Mümin Çevik tarafından sadeleştirilerek Mevzû’âtü’l-Ulûm: İlimler Ansiklopedisi, I-II adıyla, 1975 yılında İstanbul’da yayımlanmıştır. Bkz. Mehmed İpşirli, “Taşköprizâde

Kemâleddin Efendi”, TDVİA, Cilt: 40, İstanbul 2011, s. 153. ; Ebülfeyz Elçibey, “İlimlerin Tasnifi Tarifi”, Çev:

Muhammed Kemaloğlu, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi (Journal of History Culture and Art Research), Cilt: 3, Sayı: 3, s. 126.

171Kevâkib-i Seb’a Risâlesi’nin yazarı belli değildir. Eser, Fransa Devleti’nin 1741’de İstanbul’daki elçisinden

Türklerin İlimleri’ni konu alan bir eser talep etmesi üzerine, zamanın reisülküttabı Mustafa Efendi tarafından yazdırılarak elçi Micheal-Ange’a teslim edilmiş ve 1742 tarihinde Fransa’ya gönderilerek Kraliyet Kütüphânesi’ne konulmuştur. (Y.n.)

101 Osmanlı Eğitim-Öğretim ve Bilgi Üretim Sistemi

Osmanlı Eğitim-Öğretim ve Bilgi Üretim Sistemi (O.T.E.T.)172, kaynaklarını, Klasik İslâm Dönemi bilginlerinin, ilimlerin tasnifiyle ilgili görüşlerinden almıştır. Nitekim Klasik İslâm İlim Geleneği’nde, ilimler tasnifi, Câbir b. Hayyân’ın (Ö: 815) Kitâbü’l Hudûd’undan (Tanımlar Kitabı) başlayarak El Kindî’nin (801-873) Kitab Fi Mahiyeti’l İlm ve Aksamihi (İlmin Mahiyeti ve Kısımları Üzerine) ile Kitâbu Aksâmi’l-İlmi’l-İnsî (İnsânî İlimlerin Bölümleri) adlı günümüze ulaşmayan eserleriyle devam etmiştir.173 İlimler tasnifi geleneğinin ilk sistematik örneği ise Fârâbî’nin (Ö: 950) İhsâul-Ulûm (İlimlerin Sayımı) adlı eseriyle ortaya çıkmıştır. Ardından İbn Nedim (Ö: 995)174, El-Hârizmî (Ö: 997)175, İbn Sina (Ö: 1037),

172 Tezimizde, O.T.Ü.T. kavramsallaştırmasına benzer şekilde, Osmanlı Eğitim ve Öğretim Sistemi’nin kendine özgü özellikleri dolayısıyla, O.T.E.T. (Osmanlı Tipi Eğitim Tarzı) kavramsallaştırmasını yaptık. (Y.n.)

173 Kindî, ilimleri ilahî ilimler ve insanî ilimler şeklinde ikiye ayırmıştır. (ulûm-i ilâhiyye ve ulûm-i insâniyye);

Kindî’ye göre, ilahî ilimlerin kaynağı vahiy, insanî ilimlerin kaynağı ise Aristo’nun eserlerinde en güzel ifadesini bulan insandır. Bkz. Murteza Demir, “İslâm Düşünce Geleneğinde Naklî İlim Kavramı ve İbn Haldûn”, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı: 15, 2006, s. 10.

174 İbn Nedim, ansiklopedik eseri el-Fihrist’i on bölüme (makaleye) ayırmış, ilk altı bölümü İslâm toplumunda ortaya çıkan ilimlere ve son dört bölümü ise felsefî ilimlerle diğer dinler ve dinî gruplara tahsis etmiştir. İbnü’n-Nedîm, tasnifinde zahid ve sûfîleri, “Kelâmcılar” başlığında ele almıştır. Hadisçileri ise “Fıkıh-Hadis” başlığı altında sıralanan sekiz gruptan “Ashâbü’l-hadîs” alt başlığına yerleştirmiştir. Bkz. Murteza Demir, “A.g.m.”, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı: 15, 2006, s. 10.

175 X. yüzyıl ansiklopedistlerinden Muhammed b. Ahmed Hârizmî (Ö: 997) teknik terimler sözlüğü olarak tasarladığı Mefâtîhu’l ulûm adlı eserinde; ilimleri, şeriat ilimleri ve yabancı (acem) ilimler şeklinde ayırmıştır.

Şeriat ilimleri altında fıkıh, kelâm, nahiv, kitâbet, şiir ve tarihi işleyen Hârizmî’nin tasnifini ilginç kılan bir nokta, kelâm başlığı altına gayrimüslimlerin dinî inançlarına ilişkin bilgileri de yerleştirmesidir. Diğer ilginç bir nokta ise onun tarihi, şeriat ilimleri altında görmesidir. Bu başlık altında o; hadis, siyer ve İslâm Tarihi’ni işlemiştir.

Murteza Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , Sayı: 15, 2006, s. 8-9. ; Bilgin; matematik, gökbilim, coğrafya ve algoritma konusunda eserleri olan Ebû Ca’fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî (780-850) ile karıştırılmamalıdır. (Y.n.)

102 Birunî (Ö: 1051), El-Gazzâlî (Ö: 1111), İbn Rüşd (Ö: 1198), Et-Tusî (Ö: 1274), Eş-Şirazî (Ö:

1311) ve İbn Haldun (Ö: 1406) gibi bilginler de ilimler sınıflaması konusunda çalışmışlardır.176 Bu bölümde, yukarda bahsi geçen İslâm bilginlerinden Gazzâlî’nin ilimler sınıflamasını inceleyeceğiz. Bu bağlamda, aklî ve dinî/naklî ilimleri; dolayısıyla felsefî ve dinî disiplinleri iki ayrı gerçeklik alanı olarak görüp ayrı ayrı incelemiş olan Gazzâlî’nin İhyâ-u Ulûmiddin177 adlı eserinden bahsedeceğiz. Gazzâlî, bu eserinde “farz-ı kifâye” olarak öğrenilmesi gereken ilimleri, “Şer’î ilimler” ve “Gayr-i Şer’î ilimler” olmak üzere iki başlıkta ele almıştır. Şimdi, bu başlıkları ana çizgileriyle ele alıp Osmanlı Medreseleri’nde verilen derslerin amacını ve anlamını anlamaya çalışalım.

A. Şer’î ilimler: Naklî bilgileri içerir. Temel olarak iki kısımdan (usûl ve fürû) ve yan olarak da üç kısımdan (öncül ilimler, tamamlayıcı ilimler, kelâm ve felsefeden) oluşur:

- Usûl ilmi: Kitap, sünnet, icmâ (müçtehitlerin fikir birliği ettiği şer’i meseleler) ve sahabe eserleri. (Gazzâlî, Sahabe’nin vahye tanıklık etmesinden yola çıkarak Eser-i Sahabe’yi sünnetin delili saymıştır.)

- Fürû ilmi: Fıkıh ve tasavvuf olmak üzere iki bölümdür.178

- Öncül/alet ilimler (mukaddimât): Dil ve yazı. Bunlar, haddi zatında şer’î ilim olmasalar da, şer’i ilimleri öğrenmek için gereklidirler.179

176 Murteza Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , 2006, s. 10. ; Sözünü ettiğimiz Klasik İslâm Dönemi bilginleri, bilgiyi elde ederken ve yorumlarken farklı yöntemler kullanmışlardır. Bunun sonucunda, İslâm Epistemesi’nde; Felâsife, Kelâmiye ve Sûfiye olmak üzere üç ayrı epistemik cemaat ortaya çıkmıştır. (Y.n.)

177 Kitabın yazılış tarihi net olmamakla birlikte 1095-1105 tarihleri arasında kaleme alındığı ileri sürülmektedir.

(Y.n.)

178 Fıkıh: Bu ilmin bilgisini üretenler, dünyevî işlerle/dünyevî hukukla ilgilenen fakihlerdir. Tasavvuf: Bu ilmin bilgisini üretenler, âhiret işleriyle/âhiret hukukuyla ilgilenen sufîlerdir. (Y.n.)

179 Osmanlı İmparatorluğu’nda XVIII. yüzyılın başında, yeni bir ilim çevresi ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu çevre, Avrupa algısının değişmesi gibi etkenlerle kendisini göstermiştir. Nitekim Sultan III. Ahmed tarafından 1715

103 - Tamamlayıcı ilimler (mütemmimât): Kıraat, tefsir ve fıkıh usûlünün yorum ilkelerini

kapsar.180

- Kelâm ve Felsefe: Gazzâlî’nin kelâm ve felsefeye dâir kullandığı ifadeler, onun felsefe ile kelâmı birbirinden tam olarak ayırt etmediğini, üstelik felsefeyi kelâmın bir alt kolu olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Nitekim Gazzâlî’nin bu fikri; felsefe ile kelâmın amaçlarıyla, incelediği bilgi alanlarının aynı olduğunu vurguladığı şu ifadelerden anlaşılabilir: “…Kelâm, aslında bidat olsa da, toplum içinde çoğalan

yılında medreselerin ıslâhına yönelik iki hatt-ı hümayunun çıkartılması, tercüme heyetlerinin teşekkül ettirilmesi, Topkapı Sarayı Kütüphânesi dâhil olmak üzere, çeşitli kütüphanelerin ve matbaanın kurulması gibi iç etkenler de bu ilim çevresinin oluşmasında rol oynamıştır. Müteferrika Matbaası’nın kurulması aşamasında, matbaa için verilen fetvada, özellikle âlet ilimleriyle (dil ve mantık) ilgili eserlerin basılmasına dair ifadeler yer almış;

Müteferrika'nın neşrettiği eserler de tarih, coğrafya ve dil bilimlerine ait eserlerden oluşmuştur. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nda bu dönemde telif ve tercüme şeklinde birçok eser meydana getirilmiş, sistemli bir şekilde yürütülen tercüme faaliyetleri, ilim hayatının canlanmasına katkıda bulunmuştur. Bu yeni ilim çevresinde tartışılan konulardan biri de, önermenin unsurları konusu olmuştur. XVIII. yüzyılda yazılan ve müellifleri tarafından genellikle “Eczaü’l kaziyye” olarak adlandırılan eserlerde işlenen bu konu, dönemin Osmanlı âlimlerine dil ve düşünce ilişkisini tartışma imkânı vermiştir. Böylece; önerme, önermenin unsurları, önermenin formu, önerme ile dış-dünya ilişkisi gibi konular, bu yüzyıldaki pek çok düşünürün ana sorunu halini almıştır. Bu çerçevede XVIII.

yüzyıl ilim-kültür faaliyetlerine önemli katkıları olan Üsküdarî, Darendevî, İsmail Gelenbevî gibi âlimler de önermenin unsurları konusunu tartışmışlardır. Bkz. Eşref Altaş, “18. Yüzyıl Eczâü’l-kaziyye Risaleleri ve Darendeli Mehmed Efendi’nin Risâle fi’t-tefrika beyne mezhebi’l-müteahhirîn ve’l-kudemâ fi’l-kaziyye ve’t-tasdîk İsimli Eseri”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 38, Sayı: 1, 2010/1, s. 25-27.

180 Tamamlayıcı ilimler, Kur’an ilmi açısından üç kısma ayrılır. a) Kıraat ilmi gibi lafızla ilgili olanlar. b) Tefsir gibi mânâ ile ilgili olanlar ki onun nakle dayanan yönü de vardır. c) Nâsih-mensuh, âmm-hâss, bunların birbirleriyle kullanımlarının keyfiyeti gibi ahkâmla ilgili olanlar. Bu son kısmı ele alan da Fıkıh Usûlü ilmidir. Bu itibarla tefsir, mütemmimat ilimleri kabilinden sayılırsa şerî ilimlerin başı olmayacaktır. Bkz. Muhammed et-Tâhir bin Âşûr, “Tefsir, Tevil ve Tefsir’in İlim Oluşu Hakkında”, Çev. Enes Büyük, Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (KTÜİFD), Cilt: 3, Sayı: 2, Ocak 2016, s. 164.

104 bidatleri reddetmek için farz-ı kifâye oldu. Bu bidatçileri reddetme ölçüsüyle sınırlıdır.

Felsefe ise, dört ilimden müteşekkil olup hesap-hendeseden söz etmiştik. Mantık, kelâma dâhildir, ilâhiyat da öyle. Ancak ilâhiyatın bir kısmında küfür mevcuttur. Aynen Mu‘tezile’nin kelâmcıların bir mezhebi olması gibi, filozoflar da kelâmın bir alt koludur. Dördüncü de tabiat ilimleridir ki bunlardan bir kısmı dine aykırıdır.

Kelâmcının konumu, hac yolunun güvenliğini sağlayan kişinin konumuna denk gelmektedir. Hacı olmaz. Aynı şekilde sadece bidatçilerle ilgilenir; münazara ve müdafaa ile uğraşırsa din âlimi olmaz. Keşf ilmiyle elde edilen tevhid vs. kelâm ilmiyle gerçekleşmez…”181

Bu ifadelerden, Gazzâlî’nin dinî bilginin keşf ile elde edilebileceğini, kelâmın ise kendisi de bidat olduğu halde aşırıcı bidatçileri reddetmek amacıyla kullanılabileceğini düşündüğü ileri sürülebilir. Kelâmın bidat olması yargısını da, kelâmî metafiziğin bazı unsurlarının küfrî (dindışı) unsurlar taşıdığı varsayımı üzerine temellendirdiği düşünülebilir.

B. Gayr-i şer’î ilimler: Aklî ilimlerdir. Bu ilimler ise üç ana başlıktan oluşur:

- Tavsiye edilenler (mahmûd): Dünya işleri için gerekli olanlar. Tıp ve matematik gibi ilimler olup iki kısımdan oluşur. Bu kısımlar, insan hayatını sürdürmek için gerekli olan tıp, hesap, sanatlar ve mesleklerden oluşan Farz-ı Kifâye İlimleri182 ile tıpta, matematikte ve diğer toplum için gerekli alanlarda derinleşilen Faziletli İlimler’den oluşur.

- Yerilenler (mezmum) : Sihir, tılsım vs.

- Mübah olanlar: Boş (saçma, malayani) olmayan şiir, tarih ve benzeri.183

181 Görüldüğü gibi Gazzâlî, felsefeyi dört ilime ayırmaktadır. Bu ilimler; hesap-hendese, mantık, ilâhiyat, tabiat ilimleridir. Ona göre bu ilimlerden, mantık ve ilâhiyat, kelâma dâhildir. (Y.n.)

182 Burada müellifin, biyolojik ve iktisâdî hayatı öncelediği görülmektedir. (Y.n.)

183 Murteza Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , s. 11-12. (Dipnot: 13)

105 Görüldüğü gibi Gazzâlî, ilimleri, temelde “yararlı ve yararsız ilimler” olarak incelemiş ve insan ile toplumun mutlu olmasını sağlayacak ilimleri değerli görmüştür. Nitekim yararsız ya da saçma olarak gördüğü bilgi alanlarına ise olumsuz yaklaşmıştır. Bu noktada onun, ilimleri pragmatist bir bakış açısıyla değerlendirdiği ve doğal olarak medreselerde ve eğitim kurumlarında “yararlı ilimler”in öğretilmesini savunacağı söylenebilir.

Osmanlı’da Eğitim-Öğretim Kurumları

Bu bölümde, Osmanlı Devleti’nde, İlköğretim’den Yükseköğretim’e kadar devam eden umumî eğitim-öğretim kurumları (mektep, medrese) ile Yükseköğretim’den sonra devam edilen İhtisas Medreseleri’nden bahsedeceğiz.

Osmanlı’da, mektep sonrası devam edilen medreseler; amaçları ve müfredatları bakımından, birbirinden farklı özellikler gösteren umumî ve ihtisas medreselerine ayrılmışlardır. Umumî medreseler, ağırlıklı olarak naklî ilimler/ahiret ilimleri (ulum-i İslâmiyye) olmak üzere, dine hizmet edebilecek aklî ilimlerin/dünyevî ilimlerin (ulum-i dâhilenin) okutulduğu medreselerdir. Bu medreseler; daha çok, kadı, müderris ve müftü yetiştirmek için kurulmuş olup köyler dâhil olmak üzere Osmanlı coğrafyasında yaygın olan eğitim-öğretim kurumlarıdır. (Bu kurumlar, günümüzün orta-lise ve üniversite eğitimine denk tutulabilir.) İhtisas medreseleri ise; ilim tâlibine, ihtisas/uzmanlık gerektiren Ulum-i İslâmiyye’yi veya Ulum-i Dâhile’yi öğretmeyi amaçlayan medreselerdir. (Bu medreseler de günümüzün yüksek lisans/doktora eğitimine denk tutulabilir.) İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılmışlardır:184

- Darü’l Hadisler (Hadis uzmanı yetiştirmişlerdir.)

184 Tunay Karakök, “Yükseköğretim Kurumu Olarak Osmanlı’da Medreseler: Bir Değerlendirme”, Bartın Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi (BÜEFAD), Cilt: 2, Sayı: 2, 2013, s. 218.

106 - Darü’l Kurralar (Kur’an uzmanı yetiştirmişlerdir.)185

- Darü’ş Şifa’lar/Darü’t Tıblar. (Tıbbî uzmanlar yetiştirmişlerdir. Aynı zamanda hastane görevi de yapmışlardır.)186

Osmanlı medreselerinde ilk teşkilatlanma çalışmaları, Yıldırım Bayezid Dönemi’nde (1389-1402) gerçekleştirilmiştir. Nitekim Fatih’in kurduğu medrese teşkilâtı öncesinde, Osmanlı medreseleri; Telvih, Miftah ve Hâşiye-i Tecrid olmak üzere üç kısma ayrılmıştır.

Bununla birlikte, Osmanlı medreselerinde dört başı mâmur bir teşkilatlanma, Fatih döneminde Sahn-ı Seman Medreseleri kurulduktan sonra gerçekleşmiştir. Nitekim Sahn-ı Seman Medreseleri inşâ edildikten sonra, medreselerin dereceleri; Hâşiye-i Tecrid (Yirmili), Miftah (Otuzlu), Kırklı, Hâriç, Dâhil ve Sahn-ı Seman şeklinde ayrılmıştır. II. Bayezid Dönemi’nden (1481-1512) itibaren de altmışlı medreseler yapılmıştır.187 Kanunî Dönemi’nde ise medrese teşkilâtı en gelişmiş biçimine ulaşmıştır.

İlköğretim

Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okulları, genel olarak “sıbyan mektebi” veya

“mahalle mektebi” adını almıştır. Mahallenin veya câminin imamları olan mektep öğretmenlerine ise genel olarak “muallim” denilmiştir. İslâm Tarihi’nde, önceleri ilköğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da olmamıştır. Nitekim İmam Mâlik’in (711-795), mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile eğitim-öğretim birimlerine mescidlerde yer vermemesi üzerine, bu birimler (okullar); özel

185 Dârü’l Huffazlar’da Kur’an ezberleyenler, Arapça öğrenip kıraat konusunda uzmanlaşmak için Darü’l Kurralar’a gitmişlerdir. (Y.n.)

186 Tunay Karakök, “A.g.m.”, Bartın Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi (BÜEFAD), Cilt: 2, Sayı: 2, 2013, s.

218.

187 Tunay Karakök , “A.g.m.”, A.g.d. , Cilt: 2, Sayı: 2, 2013, s. 217.

107 evlerde, mescid ve câmi kenarları gibi yerlerde kurulmuşlardır. Çocukların mektepte (küttapta) eğitim aldıkları yaş aralığı ise 7-13 olmuştur.188

Mektebe, “amin alayı” denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilâhîler eşliğinde yürüyüş yapılan bir törenle başlanmaktaydı. Genelde, tek bir dershâne şeklinde olan mekteplerde, farklı seviye ve yaşlarda, çocuklar ders görmüştür. Müfredatın temeli Kur’ân olduğundan; mekteplerde, öğrencilerin Kur’ân’ı öğrenmesi (Kur’ân’ı baştan sona bir kez yüzünden okuması ve bazı sayfaları ezberlemesi) amaçlanmıştır. On yaşına kadar Kur’ân’ın hatmedilmesinden sonra, öğrencilere eğitim süresinin kalan üç yılı boyunca; edebiyat, tarih ve aritmetik gibi dersler verilmiştir. Mekteplerde, perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri ise ders yapılmamıştır.189

Bu noktada, Bizans ve Osmanlı ilköğretim sistemlerini karşılaştırıp bu iki sistem arasındaki epistemik benzerlikleri ortaya koymaya çalışacağız. Nitekim Bizans’ta ve Osmanlı’da temel öğretimin/ilköğretimin, genel ilkeler bakımından birbirlerine çok yakın olduğu söylenebilir. Örneğin, iki öğretim sisteminde de, okula altı yaşın sonlarında başlanması

188 Mustafa Ergün, “Medreseden Mektebe Osmanlı Eğitim Sistemindeki Değişme”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:

32, 2000, s. 735-753.

189 Sıbyan okullarına “mekteb” veya “küttab” denilmiştir. Bu okulların, yoksul çocuklara yönelik olanları ise

“küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” adını almıştır. Bu noktada, Osmanlı Eğitim-Öğretim Sistemi’nde, bir sınıf ayrımına gidildiği göze çarpmaktadır. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. Büyük ihtimalle önceleri burada sadece yazı öğretilmiş olup daha sonraları temel İslâmî bilgiler de bu okullarda verilmeye başlamıştır. Bu okulları vakıflar, zengin kişiler ve halk yaptırmıştır. Bkz. Mustafa Ergün, “A.g.m.”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 32, 2000, s. 735-753.

108 esas alınmış ve câmi ile kilise içinde veya yakınında (manastırda, narthekste190) öğretim yapılması tercih edilmiştir. Öğrencilerin kullandıkları malzemeler de benzerlik taşımıştır:

- Tabletler (pinakidion), - Taş tahta (abakion), - Yazı takımı (kalamarin), - Mürekkep şişesi (melanin)191, - Kamış kalemler (kalamon),

İlkokul öğretmenleri, her iki medeniyette de küçümsenerek dışlanmışlardır. Nitekim bu öğretmenler, öğrencilerin hediyeleri ile geçinmek durumunda kalmışlardır. Örneğin, Osmanlı’da, Kur’ân’ı bitirince hocaya verilen “hitma”, Bizans’ta “nomisms” adını almıştır. İki ülkenin müfredat programları da, naklî bilgiler dışında ortak olup aşağıda verdiğimiz derslerden oluşmaktadır:

- Okuma-yazma - Gramer

- Hesap (Aritmetik)

- Edebiyat (Öğretim malzemesi olarak, atasözleri ve vecizeler kullanılmıştır.)

Öğrenmede ortak yöntem, ezber (psalmodient/telkin) olup sınıf düzeni ve disiplini kıdemli öğrenciler (‘arif/protoskkolos) tarafından korunmaya çalışılmıştır. Öğretimdeki ceza yöntemi de aynı olmuştur. Nitekim Arapların “falaka”sı, Bizanslılarda “phallagas” şekline

190 Narteks, erken Hristiyan ve Bizans bazilika ile kiliselerinde tipik olarak karşılaşılan, genellikle yapının batı yönünde bulunan giriş bölümü olarak tanımlanabilir. Narteks, genellikle merkez bölümden, duvarlar yahut sütunlar ile ayrılmıştır. Bkz. Wikipedia: “Narteks” maddesi.

191 Osmanlı’da ve Bizans’ta, ilköğretimde, cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılmıştır. (Y.n.)

109 bürünmüştür.192 Bu örnekler; iki ülkenin, birbirlerine oldukça yakın bir ilköğretim sistemleri olduğunu göstermektedir.193

Medrese Sistemi: Orta ve Yüksek Öğretim

Osmanlı İlmi, İslâm tarihi boyunca oluşmuş olan felsefî, kelâmî, tasavvufî birçok epistemik alanı içerisine alan; dolayısıyla rasyonel, dinî/hukukî ve mistik birçok yönü bulunan sentetik bir yapıya sahiptir. Bu sentetik yapı, yüzyıllarca medreselerde yeniden üretilip korunmuştur. Örneğin, Osmanlı’da medrese kurucuları olan Davûd-i Kayserî (Ö: 1350) ve Molla Fenârî (Ö: 1431), çok yönlü ilim insanları olarak sentetik anlayışın en önemli temsilcileri olmuştur. Nitekim bu iki âlimin epistemik anlayışları; felsefî, kelâmî, tasavvufî görüşlerin bir sentezidir. Bu durum; onların, aklî ve naklî ilimlerde yetkin olmalarına rağmen, vahdet-i vücûtçu (İslâmî mistik) görüşleri benimseyip, Anadolu’da bu görüşlerin yayılmasını sağlamalarından da görülebilir. Tarihte birbirine karşı konumlanmış bu anlayışları, aynı potada eritme çabalarının pratik hayata yansıması olarak da XVII. yüzyıla gelene kadar Osmanlı’da bir tekke-medrese çatışması (epistemik çatışma) ortaya çıkmamıştır. Nitekim Eş’arî anlayışla, Mâtürîdî anlayış, bu sentez anlayışının yansıması olarak medreselerde uzlaştırıcı bir şekilde işlenmiştir. Medreselerde tasavvuf bir ders olarak okutulmazken, tasavvuf eğitiminin yoğun olarak verildiği tekkeler, devletin desteğiyle varlıklarını sürdürmüştür. Medreselerde; Sünnî kelâmın eserleri okunurken, bir taraftan da İbnü’l-Arabî gibi vahdet-i vücûdçu sûfilere büyük bir saygı duyulmuştur. Bu durum, Kânûnî’nin İbnü’l-Arabî’yi sert bir şekilde eleştiren

192 Falaka, çok eskiden beri, doğuda da batıda da kullanılan bir alet olup cezalandırmadan başka amaçlar için de kullanılmıştır. Kökeninin, Arapça “yazmak, çatlatmak” fiilinden mi geldiği, yoksa Yunanca “jalaggaz” şeklinden mi geldiği bilinmemekte olup birinci ihtimal ağır basmaktadır. Bkz. Mustafa Ergün, “Medreseden Mektebe Osmanlı Eğitim Sistemindeki Değişme”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 32, 2000, s. 735-753.

193 Mustafa Ergün, “A.g.m.”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 32, 2000, s. 735-753.