• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Devleti’nde bilimsel etkinlikler, XVIII. yüzyılın birinci yarısına kadar daha çok bir dinî cemaat olan Ulemâ tarafından, ikinci yarısından itibaren ise daha çok bir lâ-dini cemaat olan Ketebe tarafından yürütülmüştür. Hem Ulemâ hem de Ketebe, bürokrat âlimlerden oluşmuştur. Ketebe, Osmanlı Bilgi ve Bilim Üretimi’nde Cumhuriyet’e kadar tam anlamıyla hâkimiyet sağlayamamıştır. Nitekim II. Mahmud Dönemi’nde (1809-1839) Yeniçeri Ocağı lağvedilirken, Ulemâ/medreseler ile Sûfîler/tekkeler tasfiye edilmemiştir.333 Cumhuriyet’ten sonra, Ulemâ’dan, Sûfîler’den ve Ketebe’den oluşan Osmanlı Epistemik Cemaati, bir bütün olarak tasfiye edilmiştir. Bu tasfiye sonucunda ortaya çıkan boşluğu ise bürokratik bilginler doldurmuştur. Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Türkiye’de vakıf üniversiteleri (özel üniversiteler) kurulana kadar Türk Bilim Dünyası, burjuva bilginleri hiç tanımamıştır. Bu epistemik tablonun, Türkiye’de Modern Bilim’in ortaya çıkışını engellemese bile, Özgür Bilim’in/Özgür Akademi’nin ortaya çıkışını engellediği sonucuna varabiliriz. Bir başka deyişle,

332 Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından 1979 yılında basılmış olan bu eserde, Cantemir, Osmanlı Devleti’nin gerilemesini, sosyal, ekonomik ve politik nedenlerle ilişkilendirmiştir. (Bu bölümdeki bilgilere ilişkin, bkz. İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sistemi’nin Oluşumu ve Dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999, s. 28-44.)

333 Bununla birlikte Ulemâ (Ehl-i İlm) ve Sufîler (Ehl-i İrfan), 1924 yılında Tevhid-i Tedrisât Kanunu ile resmî olarak tasfiye edilmiştir. Ancak, bu iki epistemik cemaat, bu tarihten sonra gayrî resmi olarak örgütlenerek faaliyetlerine devam etmiş ve yıllar geçtikçe de epistemik merkez olmak yerine siyasî merkez olma çabası içerisine girmiştir. Bkz. Remzi Demir, “Bilim ve Bürokrasi”, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ankara 2018, Sayı: 290, s. 59.

176 Cumhuriyet Dönemi’nde bilimsel anlayış, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi resmî bir özellik taşımaya devam etmiştir.334

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e “Bürokratik İlim/Bilim”335 olarak tanımlanabilecek bilgi türü, varlığını devam ettirmiştir. Ancak bu bilgi, doğruyu üretme ve aktarma eylemi sırasında değil, epistemik cemaate yararlı olanı bulma eylemi sırasında olgunlaşmıştır. Dolayısıyla, Bürokratik Bilgi, gerçeklikle ilgisini kopararak siyâsî bir mecraya akmaya başlamıştır. Bu süreç de, epistemik cemaatlerin güvenilir bilgiye dayalı yönlendirme yeteneklerini veya danışmanlık özelliklerini kaybetmelerine neden olmuştur.336

Bu yaptığımız açıklamaların ardından, İrfan ve İlim Cemaatleri’nin (ilmî ve dinî cemaatlerin) Osmanlı Toplumu’ndaki rollerini; epistemik, toplumsal ve siyâsî bağlamda incelemeye geçebiliriz.

334 Bu gelişmenin sonucunda giderek epistemik merkezîlik olgusu ortaya çıkmıştır. Nitekim Osmanlı Devleti’nde şeyhülislâmlık, Cumhuriyet Dönemi’nde ise Yükseköğretim Kurulu (YÖK), bütün eğitim ve öğretim faaliyetlerini üniformize ederek akademisyenleri standartlaştırmıştır. Böylece, ortaöğretimde olduğu gibi, kalıplaşmış müfredatların belirlenmesi ve uygulanması, düşünsel farklılaşmayı engellemiştir. Bu durum, episteme bürokrasisinin işleyişini güvence altına almış ancak farklı gereksinimlerin karşılanmasının ve yeni akımların tartışılıp yayılmasının önüne set çekmiştir. Bkz. Remzi Demir, “A.g.m.”, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ankara 2018, Sayı: 290, s. 59.

335 Âlim Bürokratlar, Vakıflar’dan ya da Devlet’ten maaş almışlar ve hizmetlerinin karşılığında esasen eğitim ve öğretim faaliyetleriyle yükümlü kılınmışlardır. Bu nedenle, mevcut bilimsel anlayışı/paradigmayı değiştirmek ya da geliştirmek amacıyla araştırmalar yapmaya genellikle ihtiyaç duymamışlardır. Bu durum, onların risâle ve makale gibi çalışmalar bile yapmadan emekli olmalarına neden olmuştur. Örneğin, XVIII. yüzyılın ünlü âlimlerinden Palabıyık Mehmed Efendi, geriye hiçbir metin bırakmamıştır. Bkz. Remzi Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , Ankara 2018, Sayı: 290, s. 60.

336 Remzi Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , Sayı: 290, s. 60. ; Bürokratik bilgi türüne, yararcı amaçlar taşıdığından resmî pragmatist bilgi türü de denilebilir. (Y.n.)

177 İrfan Cemaati

İrfan Cemaati, bir Tasavvuf Cemaati’dir. Tasavvuf, Evren’i yaratan ilâhî güç ile manevî olarak bütünleşmeyi amaçlayan bir epistemik alandır. Dolayısıyla tasavvuf, İnsan’ın Tanrı hakkında doğru bilgi elde etmek (Marifetullah) için kullandığı yol ve yöntemleri içermektedir.

Temel olarak, Tasavvuf Öğretisi; tekke ehline, Marifetullah için derûnî bir idrâk ve algılama yeteneği kazandırmayı amaçlamıştır.337 Bu doğrultuda, Tasavvuf, bilginin merkezinin beyin ve akıl değil, kalp ve ruh olduğunu ileri sürmüştür. Nitekim Tasavvuf, insanın, kalp ve ruh merkezleriyle bilgi elde edebilmesi için içsel bazı tekâmül aşamalarını (nefs terbiyesi) geçirerek mükemmelleşmesini (insan-ı kâmil olmasını) amaçlamıştır. Bu öğreti, tarihsel süreç içinde, Tanrısal Bilgi yanında Doğa’nın gerçeklerini ve sırlarını anlamak için de kullanılmıştır.338 Bu temelde, İrfan Cemaati’nin, Ali bin Ebu Talib’e (601-661) nispet edilen “kelâm-i kibâr”da temsil edilen İslâmî Hayat Görüşü’nü, kendi bilgi üretme yöntemiyle yorumladığı, yoğurduğu ve içselleştirdiği görülmektedir. Nitekim Kelâm-i Kibâr; insanın min-eyne (nereden), fî-eyne (nerede) ve ilâ-eyne (nereye) sorularına ilişkin aradığı cevapların içeriği ile kendisini tanımlamaktadır.339 Bu içerik de, bizâtihi insanın anlamı (mânâsı) demektir. Kısacası, İrfan

337 İlim, felsefe ve tasavvuf ayrı epistemik alanlar olduğundan içerik, yöntem ve amaç olarak birbirlerinden farklıdır. Ancak Osmanlı Epistemesi, bu üç bilgi alanı ile birlikte; edebiyat, şiir ve müzik gibi insânî duygulara seslenen epistemik alanları da içermektedir. (Y.n.)

338 Mehmet Bayrakdar, Tasavvuf ve Modern Bilim, İnsan Yayınları, İstanbul 2016, s. 33-34.

339 Bu noktada Ali bin Ebu Talib, insanın üç temel bilgi alanından söz eder: ilm min-eyne (nereden’in bilgisi), ilm fi-eyne (nerede’nin bilgisi) ve ilm ilâ eyne (nereye’nin bilgisi). Nerede’nin Bilgisi ise, insanın hâlihazırda bulunduğu Evren’in bilgisidir. Âşık Paşa da Garîb-nâme’de bu bilgi alanına işaret eder. “Anlaya bu dünyanın ahvâlini/Âna göre bilü kendi hâlini.” Öte yandan ehl-i irfân, insanın üç yapı (sûret, sîret ve hey’et) ile üç niteliğin (melekî, şeytanî ve âdemî) terkîbi olduğunu söyler. Dolayısıyla, tasavvuf, insanın, insan olduğu müddetçe bu terkîbe kayıtsız kalamayacağını ileri sürer: “İnsan ne hep’te ne de hiç’te sabitlenemez, iki uç arasında (beyne’l recâ ve’l havf: ümit ile korku arasında) salınım hâlinde olmalı; aramalı ve aranmalıdır.” Bkz. İhsan Fazlıoğlu,

178 Cemaati, “Varlık/Tanrı, insanı var kılmakla ne demek istiyor?” sorusunun cevabını, yâni mânâyı bulmaya çalışmıştır. Bu soru, Leibniz’e nispet edilen şu soru ile karşılaştırılabilir:

“Niçin hiç bir şey (nothing) yerine bir şey (thing) var?”340

Osmanlı İrfan Cemaati, hakikat (gerçeklik) bilgisini “Marifetullah”ta (Tanrı Bilgisi) bulan ve bu bilgiye “Keşf” yöntemi ile ulaşılacağını öngören bir bilgi cemaatidir. Bununla birlikte, Osmanlı İrfan Cemaati, Varlıklar’ın Bilgisi’ne ulaşma yöntemi olarak Akıl’ı dışlamıştır. Bir başka deyişle, İrfan Cemaati, Tasavvuf Öğretisi’ni, irrasyonel bir bağlamda ele alıp yorumlamıştır. Dolayısıyla, cemaatin amacı, Tasavvuf Öğretisi’nin öngördüğü biçimde, sezgi (intuition) yoluyla İlâhî Bilgi’ye ulaşmak olmuştur.341 Tekkelerde örgütlenen İrfan Cemaati mensupları, sivil bir hiyerarşi içinde, bir tekke şeyhine bağlanarak “hakka ve hakikâte varma”yı amaçlamışlardır.

Türk-İslâm devletlerinde Tasavvuf Öğretisi, devlet eliyle kurumsallaşmıştır. Özellikle Selçuklu Devleti’nden başlayarak, Patrimonyalist Siyâsî Otorite (Nizâm-ı Âlem), sınıfsal çıkarları gereğince bu öğretiyi desteklemiştir. Böylece, Tasavvuf Öğretisi (İslâm Ezoterizmi) İmam Gazzâlî gibi devletin resmî düşünürleri aracılığıyla dinen ve siyaseten meşrulaştırılmıştır.

Dolayısıyla, Öğreti, kaçınılmaz bir şekilde, Türk-İslâm Dünyası’nda, ilmin ve felsefenin de iplerini elinde tutmuştur. Tasavvuf Öğretisi’nin Egemen Epistemik Düzeni, yukardan aşağıya şöyle kurulmuştur:342

1. Devlet’i ve İslâm’ı temsil eden Sultan

Soruların Peşinde, Papersense Yayınları, İstanbul 2016, s. 14-15. (Sûret: Dış Âlem/Dış görünüş, Sîret: İç

Âlem/Ahlâk, Hey’et: Tabiat/Durum.) Y.n.

340 İhsan Fazlıoğlu, A.g.e. , Papersense Yayınları, İstanbul 2016, s. 13.

341 Durmuş Tatlılıoğlu, “Tasavvuf ve Tarikatlara Sosyolojik Bir Bakış”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 1, 2009, s. 121-122.

342 Remzi Demir, Bilim ve Felsefe, Lotus Yayınevi, İstanbul 2016, s. 149-150.

179 2. Fakihler ve Kadılar (Ehl-i İlim)343

3. Şeyhler ve Müridler (Ehl-i İrfan)344

4. Ehl-i Nakil (Dinî görüş sahibi âlimler): İlmin kaynağını yalnızca Kuran’a ve hadislere dayandıranlar.

5. Ehl-i Akıl [(Aklî görüş sahibi müderrisler ve düşünürler (filozoflar)]: İlmin kaynağını hem Kur’ân’a hem de akla/doğaya dayandıranlar.345

Burada, Hristiyanî Epistemik Paradigma (Aristoteles+İncil+Mistisizm) ile İslâmî Epistemik Paradigma’nın (Aristoteles+Kur’ân+Tasavvuf) episteme/ilim elde etmek için kullandığı kaynakların hem aklî hem de dinî-keşfî kaynaklar olduğunu söylemeliyiz. Ehl-i Akıl, aklı (aracı mantık ve matematik) ve duyuları (aracı duyu organları) kullanarak zihin içi ve zihin dışı ilim elde etmeye yönelmiştir. Özetlersek;

1. Sûfîler: İlim elde etmek için keşf (sezgi, ilham) yöntemini kullanmışlardır. Böylece Marifetullah’a ulaşarak, Doğa’yı açıklayabileceklerini öngörmüşlerdir.

2. Akılcı Ulemâ: İlim elde etmek için dört kaynağa başvurmuştur;

Aristoteles+Kur’ân+Akıl+Duyu.

343 Fakihler (hâkimler) ve kadılar (yargıçlar) mesleklerini icra etmek için medresede eğitim alarak, mezun olmuşlardır. (Y.n.) Osmanlı Devleti’nde yönetsel hizmetler açısından müfessir, muhaddis ve mütekellimden ziyâde fakihe ihtiyaç duyulması, Ulemâ içinde fakihlerin itibarını artırmış ve neredeyse, bütün bir episteme, daha çok fıkıh çerçevesinde şekillenmiştir. Böylece, Ulemâ’nın diğer kısımlarının paradigmaya katkısı, sanılandan çok daha az olmuştur. Bkz. Remzi Demir, “A.g.m.”, A.g.d. , s. 59.

344 Müridler, tekke şeyhine bağlanarak Marifetullah’ı elde etmeyi amaçlarlar. (Y.n.)

345 Remzi Demir, Bilim ve Felsefe, Lotus Yayınevi, İstanbul 2016, s. 149-150. ; Bu kuruluşun siyasî-politik amaçlarla ve yönetici ve zengin sınıfların ekonomik çıkarlarıyla da uyumlu bir şekilde tasarlandığını söyleyebiliriz.

(Y.n.)

180 3. Filozoflar (Düşünürler): İlim elde etmek için üç kaynağa başvurmuştur;

Aristoteles+Kur’ân+Akıl.346

Bu noktada, Osmanlı Devleti ile Tasavvuf Öğretisi’nin toplumsal örgütlenme biçimi olan tarikatlar arasında doğrudan kurulan ilişkiyi ortaya koymak üzere, Devlet’in Mevlevî Tarikatı üzerindeki resmî himâyesini açıklamamız yararlı olacaktır. Nitekim bu himâye, XVII.

yüzyılda çeşitli şehirlerde, bizzat vezirler ve beyler tarafından yaptırılan Mevlevîhânelerden de görülebilir. Böylece, daha önceki yüzyıllarda başlayıp, XVII. yüzyılda artan bu resmî himaye ile Mevlevîlik sürekli gelişerek güçlenmiştir. Sözü edilen gelişmede, mevlevîhânelerin halkın eğitildiği birer eğitim merkezi olmasının (bir nevî halk eğitim merkezi olmasının) ve Mevlevî tarikatının temelinin şiir, musikî ve semâya dayanması olduğu savunulabilir. Dolayısıyla Mevlevî Tarikatı, çevresine yönetimden ve halktan pek çok kişiyi toplayabilmiştir. Nitekim Mevlânâ Felsefesi, XVII. yüzyılda bir çeşit devlet ideolojisi, Mevlevîlik de bir resmî tarikat haline gelmiştir. Böylece, bu dönemde, mevlevîhânelerin merkezî yönetimle ilişkileri artmıştır.

Bu durum, halkın tarikata ilgisini azaltmıştır. Bunun sonuncunda, köy mevlevîhâneleri işlevini büyük ölçüde yitirmiş ve Mevlevîliğin güç merkezi, şehirlere kaymaya başlamıştır. Nitekim tarikatın şehirlere yerleşmesi; vezirler, beyzâdeler, hükümet ricâli, III. Selim (1761-1808), II.

Mahmud (1785-1839) ve Abdülmecid (1823-1861) gibi padişahlardan da görülebileceği üzere, Mevlevîliğin daha çok eğitimli ve sanat düşkünü olan elit bir çevrede güç kazanmasına neden olmuştur. Özellikle; kendisi de bir şâir, neyzen, tanburî ve bestekâr olan III. Selim; Galata, Yenikapı ve Beşiktaş mevlevîhanelerindeki sanat erbabı ile yakın ilişkiler içinde bulunmuştur.

346 Sûfîler, keşf/sezgi yöntemiyle zihin içi bilgi/metafizik bilgi elde etmeyi amaçlamışlardır. Akılcı Ulemâ, Zihin içi ve zihin dışı bilgi elde etmeye yönelirken Filozoflar ise, akıl yöntemiyle zihin içi bilgi elde etmeye yönelmiştir.

(Y.n.)

181 Ayrıca musikişinasları ve şâirleri Saray çevresine toplamıştır. Böylece; musikî ve edebiyat, bu dönemde oldukça gelişmiştir.347

Osmanlı Devleti ve çeşitli tarikatlar (irfân cemaatleri) kendi büyüme ve gelişme süreçlerinde, simbiyotik bir ilişki içerisinde olmuşlardır. Bu durum, bazı tarikatların Devlet iktidarını ele geçirme/iktidarı belirleme noktasına gelinceye kadar devam etmiştir. Bu aşamada, devlet refleksi harekete geçerek isyancı tarikatları tasfiye etmiştir. Özellikle XVIII. yüzyıldan sonra, merkezî otoritenin zayıflamaya başlaması ile Devlet ve tarikatlar arasındaki iktidar mücadelesi kendisini açıkça göstermiştir. Örneğin III. Selim, Mevlevîliğe intisap etmiş bir padişah olmasına rağmen, bir mevlevî şeyhi olan Hacı Mehmed Çelebi (Postnişinlik Dönemi:

1785-1815), Konya ve çevresinde meydana gelen ayaklanmalara katılarak fiilen III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd aleyhine çalışmıştır. Bu iktidar mücadelesi, II. Mahmud Dönemi’nde, daha da belirginleşmiştir. Bunun üzerine, bu dönemde Bektâşî inancına sahip bir kurum olan Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. Ayrıca, II. Mahmud dönemi reformlarını daha da ileriye taşıyan Atatürk döneminde, tekke ve zâviyelerin kanun ile kapatılması da benzeri gerekçelere dayandırılabilir.348

İlim Cemaati

Bu bölümde, ilk olarak Osmanlı İlim Cemaati’ne dair açıklamalarımızı yapıp daha sonra, Osmanlı Eğitim Sistemi’nin omurgası olan medreseleri, ilk-orta-yüksekokul düzeyinde irdeleyeceğiz. İlköğretimi anlatırken, Osmanlı Eğitim-Öğretimi ile Bizans Eğitim-Öğretimi’ni karşılaştıracağız.

Osmanlılar, henüz beylik dönemindeyken, Gâzi ya da İlb/Alp denilen kişiler, Avrupa’nın "Şövalye”si gibi, hem din fedâisi, hem de savaş eri ve komutanı olarak görev

347 Nilgün Açık Önkaş, Mevlevîlerin Yönetimle İlişkileri, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 23, Celalabat-Kırgızistan 2011, s. 5.

348 Nilgün Açık Önkaş, A.g.e. , Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 23, Celalabat-Kırgızistan 2011, s. 6.

182 yapmışlardır. Dolayısıyla, ilk Osmanlı çağında, “Ümerâ” (askerî komutan ve sivil mülkiye amirleri) ile “Ulemâ” (adliye ve din görevlileri) aynı kişiler olmuşlardır.

(Gâzi/Alp=Âmir+Âlim) Göçebe topluluğu içinde, nasıl ordu başını tutan gâzi, yavaş yavaş beylikten padişahlığa çıktıysa; aynı şekilde, Kadıasker (Ordu kadısı) de, gittikçe öteki kadıların başı sayılmıştır. Sonraları, o başkadı, vezirliğe kadar yükselmiştir. Nitekim Osmanlı’da ilk

“İlmiye” (din adamları sınıfı) rütbesi, “kadıaskerlik (kazaskerlik)” olmuştur. Osmanlılar, yabancı toprakları fetheden bir orduya sahip oldukça, bu ordunun kadısı da (dinî hâkimi de)

“Ordu Kadısı” olmuştur. Ulemâ ve Ümerâ birlikteliğine örnek olarak hem ulemâdan hem ümerâdan bir kişi olan Çandarlı/Çendereli Kara Halil (Ö: 1387) verilebilir. Bu birliktelik Osmanlı Üst Bürokrasisi açısından daha sonraki dönemlerde ortadan kalkmıştır. Nitekim vilayet ve sancaklar, dinî adalet şefinden ayrı mülki idare şefine (başlı başına beylerbeyine ve sancakbeyine) sahip olmuşlardır. Ancak alt bürokraside bu birliktelik devam etmiştir. Nitekim Osmanlı’nın sancaktan küçük memleket bölümlerinde (kazalarda) idârî görev ayrışması olmamıştır. Dolayısıyla, kazalarda, mülkiye başı ile adliye başı aynı kişi olmuştur. Bu kişi, kazaya ismini veren “kadı”dır.349

Osmanlı Beyliği, dinî ve adlî konularda, sistematik bir şekilde örgütlenerek göçebelikten tam yerleşik düzene, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde geçmiştir. Nitekim bu dönemde, Fatih, ilmiye ile askeriyeyi ayrı sınıflar hâlinde örgütlemek için, askerlik hizmetleri ile ilgilenmeyen, İstanbul’daki Fener Patrikhânesi’ne karşılık gelen bir Şeyhülislâmlık kurumu oluşturmuştur. Bu kurum, İlmiye’nin de başı olmuştur. Bu dönemde kazaskerlik kurumu da, Rumeli ve Anadolu kazaskerliği olarak ikiye ayrılmıştır. Böylece, ilmiye ile askeriye hizmetleri büyük ölçüde birbirinden ayrılmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda, göçebe (seferî/savaşçı) toplum yapısı, yerleşik (barışçı) bir toplum yapısına evrilmeye başlamıştır.350

349 Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihi Maddesi, Köxüz Yayınları (Dijital), s. 64.

350 Hikmet Kıvılcımlı, A.g.e. , Köxüz Yayınları (Dijital), s. 64.

183 Bilindiği üzere, Osmanlı Devleti’nde hukukun esası olan Şeriat, devlet ve kişi hayatını teokratik temellere dayalı olarak organize etmiştir. Bu durum, Ulemâ’yı, kamuoyu üzerinde oldukça etkili olan bir sınıf hâline getirmiştir. Bu sınıf, devlet idaresinin şeriata uygunluğunu gözetmeyi ve her türden adlî konuyu çözümlemeyi sağlayacak olan dinî ilimle/dinî epistemeyle cihazlanmıştır.351

Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar, devlet yönetiminde çok önemli görevleri bulunan bu sınıfın bazı özellikleri şunlardır:

1. İlmiye Sınıfı, Osmanlı Devleti’nin merkezî ve mahallî teşkilâtına hâkim olmuştur. İlk olarak, Devlet’in en üst organı olan padişahın en önemli yardımcısı şeyhülislâmdır.

Nitekim olaylar ve kararlar onun fetvalarıyla, hem şer’ileşmiş, hem de hukukî bir nitelik kazanmışlardır. Teokratik yapının temsilcileri olarak şeyhülislâmlar, örfî alanı da kontrol altına almışlar ve ıslahatlara yön vermişlerdir. Bu bakımdan, şeyhülislâm, padişah ve mutlakiyet karşısında bir denge unsuru özelliği taşıyan bir anayasa organı gibi görev yapmıştır. Bu noktada, şeyhülislâmların, Devlet’in güçlenme ve yükselme dönemlerinde, ilerici dinamikleri; gerileme dönemlerinde ise gerici dinamikleri harekete geçirdikleri söylenebilir. Nitekim XVI. yüzyılın ünlü şeyhülislâmlarından Zenbilli Ali (Cemalî) Efendi (Ö: 1526), ilerici Ulemâ’nın tipik bir örneği, Kabakçı Mustafa ayaklanmasının idâresini üzerine almış olan şeyhülislâm Ataullah Efendi (Ö:

1811) ise Ulemâ’nın gerici unsuruna tipik bir örnek olarak gösterilebilir. Ulemâ, Osmanlı Devleti Merkez Teşkilâtı’nda (Divan-ı Hümâyun’da) şeyhülislâm, Rumeli ve

351 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Hayatı’nda Batılılaşma Hareketleri 1, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. (Cumhuriyet Kitapları), Ocak 1999, s. 19-20.

184 Anadolu kadıaskerleri ile temsil edilmiştir. Ayrıca bütün kadılar, müftüler ve en küçük mescitte vaaz veren hocalar da İlmiye mensubu idiler.352

2. Teokratik ve merkezî yapının bir sonucu olarak, dinî ve ilmî hizmetlerin verildiği câmi ve medreseler devlet kontrolünde olmuştur.

3. Osmanlı İlmiye Sınıfı; adâlet, şeriatın korunması ve eğitim-öğretim görevlerini yürütmüşlerdir. Bu özellikleriyle, kapalı ve sınırlı bir zümre oluşturan Batı Ruhban Sınıfı’ndan ayrılmaktadır.353

İlmiye ve Seyfiye sınıfları, zaman içerisinde bozulmaya başlamıştır. Nitekim eğitim-öğretim ve askerlik alanlarında gerilemeye neden olan bu durum, tarihsel süreç içerisinde, sadece Osmanlı Bürokrasisi (Ketebe Sınıfı) tarafından değil, bizzat padişahlar tarafından da anlaşılmaya başlamıştır.354 Böylece, modernleşme, Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı XVII. yüzyılın sonlarından itibaren bir devlet meselesi olarak algılanmaya başlamıştır. Burada İlmiye ve Seyfiye’nin yüzyıllar boyunca, devlet içinde en organize olmuş, sınıfsal çıkarları ortak ve toplumla ilişkileri en güçlü sınıflar olduğunu belirtmek gerekmektedir.355

352 Tarık Zafer Tunaya, A.g.e. , Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. (Cumhuriyet Kitapları), Ocak 1999, s. 20-21.

353 Tarık Zafer Tunaya, A.g.e. , Ocak 1999, s. 20-21.

354 Tarık Zafer Tunaya, A.g.e. , s. 20-21.

355 [Nitekim Kıvılcımlı da, İlmiye ile Seyfiye’yi sınıfsal çıkarları bakımından birleştiren temel etkenin, bu sınıfların ücret karşılığı yaşamlarını sürdürmeleri olduğunu söylemektedir. Ona göre, Devlet’in toprak gelirleri azaldığında başvurulan züyuf akçe/ayarı düşürülmüş para uygulamasının, enflasyonu artırıp alım gücünü azalttığı dönemlerde, devlet ileri gelenleri (devletlûlar), İlmiye’nin ve Seyfiye’nin gözünde, ceplerinden para çalan hırsızlara dönüşmüşlerdir. Böylece, bu iki sınıf (sarıklılarla pala bıçaklılar), ekonomik kriz dönemlerinde, birbirlerine sarılmışlar ve meydanları kanla yıkamışlardır. Bkz.Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 582-583.]

185 İlmiye-Seyfiye koalisyonu, bu iki sınıfın modernleştirilmesi çalışmalarında devlete oldukça zorluk çıkarmıştır. Böylece, Ulemâ’nın ve Seyfiye’nin tutucu kanadı, modernleşme amacındaki devlet tarafından, tasfiye edilmesi kaçınılmaz karşı-devrimci unsurlar olarak görülmüşlerdir. Ancak İlmiye ve Seyfiye 1826 yılında, Yeniçeri Ordusu tasfiye edilene kadar, devlet içindeki gücünü korumuştur. Nitekim Devlet ilk olarak, kendisi için daha büyük tehdit olarak gördüğü Yeniçeri Ordusu’nu tasfiye etmiştir. Böylece, Ulemâ-Yeniçeri koalisyonu ağır darbe almıştır. Modernleşme hareketi, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte, Seyfiye’nin tutucu kanadı tarafından engellenme tehlikesini atlatmıştır. Ancak bu süreçte İlmiye, maddî destekten yoksun bırakılmasına karşın, modernleşmeye direnmeye ve böylece Devlet içinde gerici bir odak olmaya devam etmiştir.356

Osmanlı’da Felsefe

Osmanlı Devleti’nde ilim, medreselerde, aklî ve naklî yöntemlerle öğretilirken;

tasavvuf, tekkelerde keşfî yöntemlerle öğretilmiştir. Felsefe ise, Osmanlı İlim Cemaati tarafından bağımsız bir epistemik alan olarak değil de, daha çok dinî sorunların çözümünde bir araç/dayanak (ispat yöntemi) olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı Toplumu’nda bağımsız bir Felsefe Cemaati’nden bahsetmek pek mümkün değildir. Nitekim Osmanlılar, felsefe konusunda, İslâm Dünyası’nda ortaya çıkan ana çizgileri tevârüs edip yaygınlaştırmamışlardır.

Bu durum, Osmanlı Devleti’nde, felsefenin, siyasî erk ve egemen epistemik düzen aracılığıyla kontrol altında tutulmasının bir sonucudur. Böylece, Osmanlı’da bağımsız/laik bir felsefe cemaati gelişememiştir.

Batı’da deneysel yöntem ile aklın sentezlendiği ve bilimin (doğa felsefesinin) yapılış tarzının değiştiği dönemlerde, deneysel yöntem ile akıl birlikteliği, Modern Bilgi’yi ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’da ise bu dönemde, bilgi üretme yöntemi olarak Kelâm (nakli, aklî

356 Tunaya, A.g.e. , s. 26.

186 yöntemlerle ispatlama ilmi/nassa dayanan akıl yöntemi) geçerliliğini sürdürmüştür.

Dolayısıyla, Felsefe, bağımsız bir dünyevî disiplin olarak güçlenememiştir. Ancak, Osmanlı bilginleri (ulemâ ve mutasavvıflar) arasındaki akıl-keşf mücadelesinde, (hem kelâm hem de tasavvuf cemaati tarafından) felsefe epistemik bir silah olarak kullanılmıştır. Örneğin

Dolayısıyla, Felsefe, bağımsız bir dünyevî disiplin olarak güçlenememiştir. Ancak, Osmanlı bilginleri (ulemâ ve mutasavvıflar) arasındaki akıl-keşf mücadelesinde, (hem kelâm hem de tasavvuf cemaati tarafından) felsefe epistemik bir silah olarak kullanılmıştır. Örneğin