• Sonuç bulunamadı

Osmanlı/Türkiye Tarih-Yazımının İkili Yapısı ve Eleştirisi

Öznelci veya nesnelci modellerin araştırma sürecinde tek taraflı olarak tercih edilmesinin yol açacağı sorunların dışında, asıl ciddi metodolojik çıkmaz Türkiye sosyal bilimler alanındaki mevcut tarih-yazımının ikili yapısıyla ilişkilidir. Ülkemizde ve dünyada Türkiye tarihine ve toplumsal yapısına dair sosyal tarih ve sosyoloji alanlarında araştırma yapan birçok bilim insanı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine ilişkin olarak, ya bu iki tarihin birbiriyle aralarında süreklilik motifleri taşıdığı ya da tamamıyla birbirinden bağımsız olduğu ön-kabulüne dayanarak hareket etmektedir. Bu doğrultuda, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde “siyasal alan” üstünde düşünmek Türkiye’deki “kopuşlar” ve “süreklilikler” dinamiğinin anatomisini gündeme getirmek anlamına gelmektedir. Tek eksen üzerinde dizilebilecek bir olgusal “süreklilikler” veya “kopuşlar” dünyası mevcut olmadığından, siyasal alan üzerine inşa edilecek analitik bir modelin tek eksen üzerinde yapılandırılamayacağı açıktır.

Bu bağlamda, temel iddiamız, Türkiye’deki devlet-toplum ilişkilerinin temel yörüngelerini belirleyen ve siyasal-tarihsel süreklilik ve kopuşları tematikleştiren bu paradigmaların, Türkiye siyasal hayatının çok-katmanlı değerlendirmesini mümkün kılacak teorik araçlardan yoksun olduğudur. Soruna çoğunlukla modernleşme paradigması içerisinden yaklaşan bilim insanları, doğrusal [lineer] tarih anlayışından hareketle, kopuş/süreklilik sahte karşıtlığına mahkûm bir tarih-yazımını yeniden- üretmektedirler. Onlar, bu yüzden, tarihsel sürecin “çok-katmanlı, karmaşık ve kopuşlar ile süreklilikleri içinde eşzamanlı olarak barındıran” ilişkisel ontolojisini göz ardı ederler. Böylece, söz konusu durum, “siyasal alan” üzerine geliştirilecek herhangi bir argümantasyonun “tarihsel anakronizm”e düşme ya da “teleolojik ve oryantalist bakıştan muzdarip olma” gibi bazı metodolojik zaaflar taşıması riskini beraberinde getirir.

Osmanlı/Türkiye tarih-yazımındaki bu ikili yapının birinci eksenine 1923 ve sonrasının bütünüyle özgül bir tarihsel motife sahip olduğuna kanaat getiren “Kopuş

Tezleri” damga vururken, Osmanlı ile Cumhuriyet dönemleri arasındaki tarihsel bağın önemine karşılık gelen “Süreklilik Tezleri” ikinci eksene yerleşir. Kopuş vurgusunun ağır bastığı birinci türden çalışmalar 1980’li yıllara kadar sosyal bilimler alanında başat paradigmayı oluşturmuş ve en temelde Türkiye modernleşmesinin ayrıksılığı üzerine bina edilmiştir. 1960’lı yıllarla beraber ilk belirtileri görülen, ancak temelde 80’li ve 90’lı yıllarda ivme kazanan “süreklilik tezlerine dayalı tarih-yazımı” ise, kopuş-eksenli tarih-yazımının ikili zıtlıklara dayalı indirgemeci kavrayışına muhalif bir epistemolojik- metodolojik tavırla yola çıkmıştır.

Her ne kadar, aşağıda detaylandıracağımız rakip tarih-yazımı anlayışlarından ikincisi bilimsel olarak daha eleştirel ve analitik olarak kabul edilse de, hem 1990 öncesindeki hem de yeni oluşturulmakta olan tarih-yazımının toplumsal hayatın dinamiklerini kavrama noktasında sınırlılıklar taşıdığını ve ikisine de alternatif olacak analitik bir modelin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu doğrultuda, Bourdieu’nün “siyasal alan” kavramını da içeren “alan teorisi”nin verimliliklerinin kopuş ve süreklilik temalarından sadece birine yaslanmayı reddettiğini, böylece Türk siyasal hayatını salt bir kopuşlar veya süreklilikler söylemi içinde değil, aksine bunların birbirlerine içkin ve eşzamanlı varoluşlarını değerlendiren bir perspektife sahip olduğunu iddia edeceğiz.

Siyasal alan kavramının inşası aracılığıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki değişimlerin kurumsal ve düşünsel boyutlarının, Cumhuriyet sürecinde de takip edildiği, başka deyişle Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında özde bir süreklilik olduğu, dinsel ve hanedana dayalı bağlanmanın gayri meşruluğu üzerine kurulan Kemalist ulus inşa sürecinin Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan süreklilik motifleri ekseninde gerçekleştiği (Yıldız, 2004: 291) konusunda pek çok sosyal bilimciyle hemfikir olsak da, bu revizyonist tarih-yazımının süreklilik vurgusunun yanına, bazı kopuş öğelerinin de dâhil edilmesi gerektiğini önermekteyiz. Türkiye’nin siyasal alanının yapısını yeniden yorumlama girişimlerinin süreklilik ve kopuş arasındaki diyalektik ilişkiyi temel alan bir yaklaşım geliştirmek zorunda olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tarihsel süreç içerisindeki hiçbir kopuşun mutlak olamayacağını, her kopuş momentinin sürekliliğe içkin olduğunu savunmaktayız. Gelgelelim, çözümlemelerimizde Bourdieu’nün “siyasal alan” kavramını tercih edişimiz de “alan

teorisi”nin bu zıt kavramlar arasında herhangi birine ayrıcalıklı bir statü atfetmeyen bir yapıya sahip olmasıyla derinden bağlantılıdır.

Bu doğrultuda, aşağıdaki iki alt-kısımda söz konusu tarih-yazımlarının genel argümanlarını ortaya koyacağız. Bu argümanları betimlerken, Türkiye sosyal bilimler alanında, kopuş ya da süreklilik vurgusuna dayalı olarak, bu konuda öncülük etmiş çeşitli tarihçi ve sosyal bilimcilerin çalışmalarını temel alacağız. Her iki tarih-yazımını kendi içinde aynı türden saymamak için, eleştirdiğimiz noktaları, örnek seçtiğimiz çalışmalara özgü sorunlar olarak almak yerine, literatürün bütünüyle ilişkili olarak irdeleyeceğiz. Bu bağlamda, Türkiye siyasal alanını radikal bir kopuş veya süreklilik motiflerinden oluşan olağan bir moment biçiminde kavramsallaştırmak yerine, belirli bir “süreklilik ve kopuş diyalektiği” çerçevesinde anlamayı öneriyoruz. Çünkü yapı ve süreçler kendilerinden sonra geleceklerin ilerleyebilecekleri menzilleri hem sınırlandırır hem de şekillendirir. Bu anlamda sosyolojinin temel inceleme alanı olan “derin sosyal dönüşümler”, Charles Tilly’nin kavramıyla “patika-bağımlı”dır.

Tilly’nin tarihsel sosyoloji alanına kazandırdığı bu analitik araç, evrenselci paradigmaların sınırlılıklarını göstermesi ve tarihsel-ilişkisel okumayı mümkün kılması bakımından Bourdieu’nün alan teorisi ile ciddi yakınlıklar taşımaktadır ve bu nedenden dolayı burada anılmaya değerdir. Tarihsel sosyoloji alanında patika-bağımlılığı kavramının mevcudiyeti, en temelde toplumsal aktörler ile toplumsal yapılar arasındaki ilişkiselliğe vurgu yapar. Bu yaklaşıma göre, toplumsal aktörler hiçbir şekilde yapıların mahkûmu değillerdir. Toplumların gelişim düzeyleri için “nihai bir kerte” yoktur. Aktörler tarihin belli momentlerinde belli seçimlerde bulunabilir ve bu yolla toplumsal yapıları kurabilir, dönüştürebilir veya ortadan kaldırabilirler. Ancak aynı zamanda, aktörlerin seçim imkânlarını ve bunların sonuçlarını belirleyen bir takım nedensel süreklilikler söz konusudur (Tilly, 1978). Dolayısıyla, sosyolojik analiz, salt tikel olayları incelemekle yetinemeyeceği gibi, “büyük açıklama” peşindeki sosyal bilimcilerin ürettiği “büyük teoriler” ile de arasına mesafe koymak zorundadır.

2.2.1.Kopuş Tezlerine Dayalı Tarih-Yazımının Parametreleri

Tek Parti döneminde ve sonrasında hem düşünsel hem de siyasal zemine uzunca bir süre hâkim olan Kemalist yönetim-zihniyetinin (governmentality) etkisiyle, ilk

dönem tarih-yazımı, eski ve yeni arasında varsayılan radikal fark açısından (Çelik, 1999: 42), Türk devrimini okumayı ve okutmayı amaçlayan bir strateji izlemiştir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin modernleşme/batılılaşma serüvenini genel olarak, “seküler” ve “dinsel” güçler arasındaki mücadele olarak resmetme yolunu seçen bu tarih-yazımı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş momentini devrimci bir moment olarak sunmuştur.

Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren sosyal bilimler alanında yükselen modernleşme teorisinin5 nüfuzu altında, din ve moderniteyi birbirine zıt iki “dünya” olarak gören bu tarih yazma epistemolojisi, “çatışma” vurgusunu merkeze alarak (Ardıç, 2008: 69) yeni ulus-devleti Osmanlı’dan bir kopuş olarak kurgulamıştır. Aynı zamanda, söz konusu tarih-yazımı, son dönem Osmanlı Devleti’nin şahsiyetleri, olguları ve olaylarına, ‘mitleştirme’ ve ‘hain ilân etme’ ikilemiyle yaklaşarak, Osmanlı’nın son dönemini ideolojik bir tarihsel anlatıya dönüştürmüştür.

1937’de toplanan İkinci Tarih Kongresi’nde ana-akım olarak arkeoloji ve antropolojiye ağırlık veren tarihselci yaklaşım aracılığıyla alana iyice yerleşen bu tarih- yazımı, Büşra Ersanlı’ya göre, Türkiye’de uzun yıllar resmi tarihin temel dokusunu oluşturacaktır. Romantizm, pozitivizm ve Alman tarihselciliği Cumhuriyet tarih- yazımının başlangıcının esin kaynağını oluşturmuştur; romantizm tarihçilerin ulusal ideallerini geliştirmeleri için bir moral güç yaratırken, pozitivizm de siyasetin pragmatik ve lâik hedefleri için gereklidir ve nihayet Alman tarihselciliği de “ideal-devlet-iktidar” özdeşliğini kafalarda yaratmak için uygun bir modeldir (Ersanlı, 2006: 26).

Literatürde genellikle “Kemalist-milliyetçi tarih-yazımı” veya “ortodoks tarih- yazımı” olarak da nitelendirilen bu anlayışın izleri kendini en belirgin biçimde Osmanlı- Türk modernleşmesi literatürünün başat iki ismi Tarık Zafer Tunaya ve Bernard Lewis’te göstermiştir.

5 Aykut Kansu’ya göre, modernleşme teorisi Kemalist doxa ile örtüşen bir özelliğe sahiptir. Bu özellik, modernleştirici elitler şeklinde tanımlanan karizmatik önderlik ve bürokrasinin, geleneksel bir toplumsal yapıyı dönüştürme ve geliştirme kapasitesine tekabül eder. Azgelişmiş bir toplumsal formasyona sahip Türkiye’de bu dönüşüm başarılı gerçekleştiği için, Türkiye kendi başına önemli bir örnek teşkil etmektedir. “Burada son derece önemli olan nokta, başarının ölçütünün, Türkiye’nin bu dönüşümü, Atatürk’ün karizmatik önderliğinde ve emrindeki seçkin bürokrasi ile parti aygıtının denetiminde, bir devrim geçirmeden – yani toplumdaki güç ve mülkiyet ilişkilerinde bir el değiştirme olayı yaşanmadan – gerçekleştirmiş olmasıdır” (Kansu, 1995: 12-13).

Ünlü anayasa profesörü Tunaya’ya göre, Osmanlı dönemindeki Batılılaşma sürecinin asli dinamiklerini Batı ve Saray oluşturur görünse de, temelde Türk devriminin arka-plânında halkın bir “üçüncü kuvvet” olarak belirmesi yatmaktadır. Bu bağlamda, Bağımsızlık mücadelesiyle kurulan yeni Türk devleti tarihsel determinizmin emrettiği kaçınılmaz bir sürecin sonucudur (Tunaya, 1964: 105-107). Hem emperyalizme hem de feodal yapının çıktısı olarak gördüğü İslâmcı ideolojiye karşı Tunaya, Kemalizm’in millîci ve bağımsızlıkçı tezinin sıkı bir takipçisi olmuştur (Tanör, 2009: 293). Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler eserinde görüşlerini daha da ileri götürecek ve Tek Parti rejiminin siyasal iktidarının kökleşmesi açısından ideolojik bir araç işlevi gören “teokrasi” söylemini yeniden üretip, “kopuş” vurgusunu temellendirecektir.

Tunaya ile söylemsel olarak kimi noktalarda buluşan Bernard Lewis ise modernleşme sürecinin iki yüzyılını hem kronolojik, hem de tematik olarak işlediği Modern Türkiye’nin Doğuşu’ndaki analizine Batı medeniyeti ve Türk kültürünün demokratik idealleri arasındaki derin yakınlıkları vurgulayarak başlar. Türkler kendilerini Batı’dan ayıran coğrafi ve kültürel uçurumun kapanmasını sağlayan iki önemli tercihte bulunmuşlardır. Tercihlerden ilki, Ortaçağ döneminde Asya’dan kopup Batı’ya yönelmeleridir (Lewis, 1993). İşte Lewis bu hat üzerinde doğrusal ve sürekli olarak ilerleyen uzun erimli bir Türk modernleşmesi tarihi inşa eder. Bu sürekliliğin Osmanlı İmparatorluğu’nun kurum ve pratiklerine nüfuz eden Arap ve İslâm etkisiyle kesintiye uğradığını iddia eder. Bu bağlamda ikinci tercih, Osmanlı reformcularının yine Batı’ya dönmeleri şeklinde gerçekleşmiştir. Yani, Lewis’e göre, Osmanlı reformu İmparatorluğun yıkılışı ve lâik Cumhuriyetin inşası Türklerin Batı’nın yanında haklı yerlerini edinmelerini önlemiş olan “ezici yükten” kurtulmalarına yol açmıştır (Lewis, 1993: 10-20; Kasaba, 2005: 17).

Dolayısıyla Lewis, kopuş temasına olumlu anlam yükleyerek, tüm modernleşme deneyimini modernistler ve mürteciler arasındaki gerilim ve mücadeleye indirgeyerek betimlemiştir.6 Lewis’in çalışmasında Osmanlı dönemindeki modernleşme çabalarını

6 B. Lewis’in öğrencisi Feroz Ahmad’ın The Making of Modern Turkey adlı çalışması da birçok yönden Lewis’in tezlerinin bir uzantısı olarak okunabilir. Ahmad, modernleşmeye karşı her türlü direnişi, “geriye dönüşü savunan muhafazakârlar”ın direnci olarak tasvir etmiştir. Ayrıntılı bir tartışma için bkz. Feroz Ahmad, “From Empire to Nation 1908-1923,” chapter in The Making of Modern Turkey, by Feroz Ahmad, Routledge, 1993, pp: 31-51.

irdelediği yerlerde kullandığı alçaltıcı üslup bunun en güzel kanıtıdır: Örneğin, Paris elçisi Halet Efendi için “inanmış bir gerici” (1993: 70, 71, 105), siyasî muhalifler için “gerici kuvvetler” (1993: 104), 31 Mart içinse “gerici ayaklanması” (1993: 214, 215) tasviri ve ifadelerini kullanmıştır. Bu bağlamda, Lewis’e göre, Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet, İslâm âleminin karanlığından çıkan ilerici bir hareketin tezahürüdür.

Osmanlı-Türk modernleşmesi literatürüne katkısı tartışılmaz olan Niyazi Berkes ise, Türkiye’deki sekülarizasyon projesini “değişimin güçleri” ve “geleneğin güçleri” kutuplaşması üzerinden açıklamış ve “Türk’e özgü modernleşme” yorumunu çağdaşlaşma deneyimi üzerine kurmuştur. 1973 yılında yayınlanan Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı eserinde Osmanlı toplumunun son iki asırlık sürecinin zorunlu olarak Cumhuriyet’e yol açtığını iddia eden Berkes, “Kemalizm’in kültürel düzeyle sınırlı bir ‘üstyapısal’ dönüşüm olarak eleştirildiği, küçümsendiği bir dönemde” (Kayalı, 2009: 340), yani 1960’lı yıllarda Cumhuriyet değişiminin devrimci nitelikler taşıdığını iddia etmiştir.

Her fırsatta Kemalizm’in kültür temelli bir çağdaşlaşma modeli olduğunu savunan Berkes, Cumhuriyet öncesi evreyi de “emperyalizme bağımlılık” dönemi olarak nitelendirir. Lâikleşme girişimlerini “kutsallaştırılmış geleneğin boyunduruğundan kurtulma” olarak çağdaşlaşma kavramı ile özdeşleştiren Berkes açısından, bu iki tarih arasındaki kopuş vurgusunun yeni ulusun yurttaşları açısından bir “ödev bilinci” ile kavranması gerekir. Berkes’e göre, Despotik Asya İmparatorluğunun yıkıntılarından çağdaş dünyaya uygun olabilecek yeni bir ulus biriminde bir rejimin kurulması, (Tanzimat ya da Meşrutiyet hareketleri gibi) önceki deneylerin tümünden ayrı bir deneye girişildiğini anlamak görevini bizden beklemektedir (Berkes, 1978: 487- 488). Dolayısıyla, Kemalizm, ilerlemenin önündeki üç etkenin (gericilik, dış müdahale ve yoksulluk) ötesine geçildiği tek dönem olduğu için, Türk modernliğinin “normal yolu”dur (Aytaç, 2006: 24).

Son dönem literatürde Türkiye’nin siyasal hayatının bazı boyutlarını Marksist temelde ele alan çalışmalar içinde de “kopuş” vurgusu ağır basan kimi çalışmalara

rastlamak mümkündür. 2002’de ABD’de yayınlanan bir derlemenin7 yazarlarından

Sungur Savran ve Galip L. Yalman’ın yazıları, yukarıda incelediğimiz tarihsel örneklerden farklı olarak buna örnek gösterilebilir.8

Savran’ın yirminci yüzyılın siyasal mirasını “sınıf mücadeleleri” temelinde ele alan makalesinde, yeni Cumhuriyetin inşası, modern Türkiye’nin tarihi açısından gerçek bir kopuş olarak incelenir. Genç Cumhuriyet, Osmanlı’dan pek çok yöntemi öğrenmiş olsa da, bu yöntemleri doğuş halindeki Türk burjuvazisinin ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmıştır. Yani, güçlü ve baskıcı bir devletin doğuşunu ve bürokrasinin iktidar bloğu içindeki gücünü açıklayan, geleneğin ataleti değil, Türkiye coğrafyasında kapitalizmin gelişmesinin özgül dinamikleridir. Dolayısıyla, 1919-1923 siyasal devrimi demokratik olmayan bir burjuva devrimi karakterine sahiptir. Kemalist idare, kapitalizmin gelişimini sağlamak için, Osmanlı’dan kalan kurumlara hukuk, ideolojik-kültürel ve iktisadi alanlardan saldırıya geçmiştir. Bu bağlamda Savran’a göre sol liberalizmin, Osmanlı/Türkiye sürekliliği üzerine kurduğu argüman tarihsel düzlemde eksik ve indirgemecidir (Savran, 2004: 1-20).

Türkiye’deki devlet ve burjuvazi ilişkilerini tarihsel perspektiften irdeleyen makalesinde (2004: 21-54) Galip L. Yalman ise, Savran’ın okumasına benzer nedenlerle, “sivil toplumcu tez” olarak gördüğü “süreklilik vurgulu tarih-yazımı”na Marksist bir eleştiri getirir. Devletle özdeşleştirilen bürokrasinin öne çıkarıldığı devletçi-kurumsalcı bakış açısı, Yalman’a göre, süreklilik tezinin asli öğesini teşkil etmekte olup, Türkiye toplumsal formasyonuna dair yanlış bir anlayışın tezahürüdür. Çünkü, Osmanlı ve Cumhuriyet arasında süreklilik olduğunu vurgulayan tez, başat

7 Detaylı bilgi için bkz. The Politics of Permanent Crisis. Class, Ideology and State in Turkey, ed. Neşecan Balkan and Sungur Savran, Nova Scientific Publishers, 2002.

8 Dışarıdan bir gözlemci olan Marksist E. Laclau’nun “kopuşu savunan ama süreklilik tezlerine duyarlı” yaklaşımı da burada anılmaya değerdir: “Son zamanlarda dikkate değer miktardaki Kemalizm üzerine yazılmış literatür, Atatürk’ün gelenek ile olan bağını koparmasındaki radikal karakteri sorgulamaya ve temel düşünce kalıpları açısından erken Cumhuriyet ve Osmanlı geçmişi arasındaki sürekliliklerin altını çizmeye yönelmiştir. Bu iddialar elbette bütün devrimin kendiliğinden gelen bir soyla ortaya çıkmayan tavırlar ve işlenmemiş materyal ile iş görmesinin gerekmesi derecesinde pek çok doğruluk payı barındırsalar da, bu unsurların geçmiş ile olan bir radikal kopuş söylemine eklemlenmesinin kendine özgü ve yeni bir Kemalist katkı olduğuna şüphe yoktur.” Laclau, Ernesto. (2005). On Populist Reason, Verso Books, London, s:211. Laclau çalışmasında ayrıca “revolution” kelimesinin en yakın Osmanlıca karşılığının “ihtilal” olduğunu ifade etmektedir (bkz. s. 209). Yani yukarıda alıntıdaki “Kemalist Devrim” kavramını biraz buna yaklaştırmaktadır. Milliyetçiliğin oluşumunda da modernleşmede de Tanzimat döneminden miras alınan geçmişin önemini unutmamak gerektiğini söyler, ama Kemalist hareketin bir kopuş olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunur.

toplumsal çelişkinin üreten ve artık-ürüne el koyan sınıflar arasında değil, artığa el koyan kesimlerin kendi aralarında olduğunu gösterme amacını gütmektedir. Devlet ve toplum arasındaki ilişki de böylelikle yaratılan rantlar üzerindeki bir paylaşım mücadelesine indirgenmektedir.

Görüldüğü üzere, her iki Marksist eleştiri de Osmanlı/Türkiye devletini toplumsal formasyonun kurucu öznesi olarak tanımlayan süreklilikçi okumaların yöntemsel açmaza sahip olduğunu iddia etmektedir. Ne var ki, bu alanda kopuş vurgusunun sürekliliklerle birlikte ele alınması gerektiğini düşünen, ancak kopuşun süreklilik öğelerine nazaran daha belirleyici olduğunu düşünenler de vardır. Siyaset bilimci Yahya Sezai Tezel, Türkiye’de hem yaşayan nüfusların oluşturduğu kültürel kompozisyonda hem de ontolojik aksiyomlar bağlamında, değerlerin, kadroların ve devletin, insanların tahayyülündeki yeri, rolü ve statüsünde ciddi kırılmalar yaşadığını iddia etmiştir. Bu bağlamda, kopuşlar, süreklilikleri etkilemiştir.

Tezel’e göre, iki temel kopuş öğesi vardır. Birinci öğe, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında –bu savaşın arifesine kadar süregelen çoklu dinsel ve etnik bir yapıya sahip olan– Türkiye’deki nüfusun paramparça olmasıdır. İkinci öğe ise, nüfusun fiili çok- kültürlü yapısındaki parçalanmaya paralel olarak, “devlet geleneği”ndeki paradigmatik kopuşla ilişkilidir: neredeyse, 200 yıllık bir transformasyonun sonucu olan Cumhuriyet, bir kopuşu temsil etmektedir. “Hilâfetin Kaldırılması” (1924), “devletin dini İslâm’dır” hükmünün anayasadan çıkartılması (1928) ve kamusal alanda İslâm’a yapılan referansların atılması, Türkiye’deki yeni devletin dayanmak zorunda olduğu “meşruiyet” iddiası ve algılamasında eskiyle yeni arasında “ontolojik” bir kopuşun en bariz göstergeleridir (Tezel, 2009: 25).

Tezel’in iddiası kısaca şöyledir: Türkiye’de İslâm’a referansı aşan, bunun üstüne çıkan devlet olgusu ve kamu alanının doğuşu, etik-yasa-siyaset sacayağını parçalamış, bu da ileriye dönük olarak devlet erkinin meşruiyeti sorunsalını ortaya çıkarmıştır.

Bu örneklerden yola çıkarak, kopuş tezlerinin ana hatlarını eleştirel kayıtlarla özetlersek; bu literatüre göre, modern Türkiye’nin doğuşu, tarihsel sürecin kaçınılmaz bir sonucu olup, Cumhuriyet öncesi dönem bu yeni evrenin ortaya çıkışından ibaret olan ereği hazırlamaktan başka işlevi olmayan “tarih-öncesi” bir dönemdir. Bu bağlamda

Cumhuriyet dönemi sekülarizmi, eski rejimin sonunu getiren başarılı ve bütünüyle özgül bir devrimdir (Ardıç, 2008: 70).

Dikkat edilecek olursa, bu yaklaşımda modernleşme ve batılılaşma nosyonlarını özdeşleştiren erekselci bir anlayış söz konusudur. Türkiye Cumhuriyetini yeni bir varlık olarak kuran bu tarih-yazımı, sadece “radikal kopuş”lara odaklanan bir metodolojiyle konuya yaklaştığından, Osmanlı/Türkiye tarihindeki sürekliliklere duyarsız kalmıştır. Öte yandan, bu tarz çalışmalar taşıdıkları ideolojik rezervlerden ötürü İslâm’ın toplumsal süreçlerde oynadıkları rolü ve kültürel pratiklerin belirleyici dinamiklerini göz ardı etmekte ve bu coğrafyanın çok-katlı tarihsel-toplumsal dokusuna nüfuz etmeyi ihmal etmektedir. Diğer taraftan, Batı Avrupa’daki sekülerleşme sürecini temel kalkış noktası alarak, Anadolu coğrafyasında benzer değişimlerin yaşanması gerektiğini varsaydığı için, Avrupa-merkezci bir yaklaşıma mahkûm kalmış, Osmanlı ve Cumhuriyet evrelerini birbirinden kopuk, durağan ve türdeş “bütünlükler” olarak gördüğü için toplumsal değişimin dinamiklerini devre dışı bırakan oryantalist bir bakışa saplanıp kalmıştır. Konuya modernleşme teorisinin nüfuzu altında yaklaşan ve kopuş tezini savunanların buluştuğu ortak noktalardan bir başkası da, 1923’te asırlardır süregiden bir devlet yapısının bütünüyle çöktüğü, bağımsızlığın kaybedildiği ve ancak