• Sonuç bulunamadı

Bourdieu’de Siyasal Alan, Siyasal Sermaye ve Doxa Kavramlarının

Bu kısımda, Bourdieu’nün Marx, Weber ve Durkheim okumalarının kazanımlarından hareketle, siyaset üzerine geliştirdiği bir dizi çözümlemeye odaklanacağız. Zira siyasal alan teriminin, tezimizin ana omurgasını oluşturan bir kavram olması ve Bourdieu’nün “çatışmacı toplum imgelemi”ni kavramamız açısından önemi, bu kavramı ve bu kavramla bağlantılı siyasal sermaye ve doxa kavramlarını bütün boyutlarıyla ele almamızı gerektirmektedir.

Bourdieu sosyolojisinde siyasal alan kavramı, toplumsal dünyayı oluşturan özerk toplumsal alanlardan yalnızca birisidir. Ancak siyasal alan kapsamındaki güç ilişkileri hiyerarşisi, diğer tüm alanları yapılandırmaya hizmet eden temel bir dinamik olduğundan dolayı, bu alanın belirleyici bir önem taşıdığı iddia edilebilir. Bourdieu (kimi açılardan Carl Schmitt’in dost ve düşman ayrımını da hatırlatan) siyasal alan hakkındaki görüşlerini ilk kez “Political Representation Towards a Theory of the Political Field” başlıklı yazısında incelemeye başlamış ve bu alanın tüketici statüsüne hapsedilen “sıradan yurttaşlar”a “meşru algılama ve ifade etme biçimleri” sunmak için mücadele eden “özel dolayım” ve kurumların olduğu görece özerk bir alan olarak kurmuştur. Dolayısıyla siyasal alanın, en temelde “tahakküm eden” ve “tahakküm edilen” arasında antagonistik bir biçimde bölündüğünü, söz konusu karşıtlığın da siyaset profesyonelleri ile sıradan yurttaşlar (Bourdieu’nün terminolojisinde “acemiler”) arasında tesis edildiğini söyleyebiliriz. (Bourdieu, 1991)

Profesyonel siyasetçilerin mücadelesi, Bourdieu’ye göre, özgül sorun ve çıkarlar etrafında, siyasetçilerin sözde temsil ettiği yurttaşların durumuna kıyasla özerklik kazanır. Böylelikle, siyasal tahakküm, siyasal sermayenin ele geçirilmesi ve tekelleştirilmesi bağlamında, modern toplumlara özgü tahakküm biçimlerinden biri olarak yapılanmış olur. Dolayısıyla Bourdieu “siyasal temsil”i profesyoneller lehine yurttaşların, temsil edenler lehine temsil edilenlerin mülksüzleştirilmesi olarak analiz eder. Bourdieu’nün öğrencilerinden Philippe Corcuff’a göre:

Bourdieu’nün eleştirisinin, siyasal temsilin seçkinci tehlikelerini açığa çıkarması ve mülksüzleştirmeden (yurttaşların en azından gücül bir mülk edinimini ciddiye alarak) bahsetmesi nedeniyle, her ne kadar böyle bir normatif boyut asla açıkça belirtik

kılınmamış olsa bile, örtük olarak doğrudan demokrasi modeline dayandığı düşünülebilir (2008: 82).

Bourdieu için, her alanda olduğu gibi burada da karşıt bakış açıları arasındaki “bütünleşmiş rekabet mantığı”nı açığa çıkarmak, başlıca analitik amaçtır. Bourdieu siyaset alanı içerisinde çatışan kaynakları ortaya çıkarmaya çalıştığı gibi, bu kaynakların sınıf, iktidar ve diğer alanlar arasındaki ilişkiyi de tartışır. Zira Bourdieu, bir alan olarak siyaset hakkında konuştuğunda kafasında her zaman “parti siyasetleri” vardır.

Bu doğrultuda Bourdieu’ye göre siyasetin alanı genel hatlarıyla ikili bir yapıya sahiptir (1984: 399): (1) özerk bir evren olan ideolojik üretim alanı ve (2) toplumsal eyleyiciler. Dolayısıyla, bu alanın mantığını, aşağıda detaylandıracağımız “demokratik seçim” doxa’sının yaratıldığı, yurttaşlar kitlesince tüketilen, görüşlerin tedarik edildiği ve politik programlar, konular, söylemler ve kampanyaların olduğu arz ve talep eksenleri etrafında okuyabiliriz (Bourdieu, 1991: 171-172). Dolayısıyla siyasal alanda “oyunun kuralları”, siyaset hakkında konuşma otoritesine sahip belirli eyleyicilerce inşa edilmiştir. Neyin tartışılacağına bu otorite sahibi eyleyiciler karar verir ki; onlar bunu yaparken sınıfsal habitus her zaman işbaşındadır. Çünkü “toplumsal uzayın iki ana boyutundaki farklı konumları tanımlayan ayrımsal sistem, eyleyicilerin özelliklerinin (ya da eyleyicilerin oluşan sınıfların özelliklerinin), yani pratiklerinin ve sahip oldukları malların ayrımsal sistemine tekabül eder” (Bourdieu, 2006: 21).

Bu bağlamda sıradan bir parti militanından “propaganda makinesi” gibi işleyen bir partiye değin, siyasal alan içindeki kurumsal ve bireysel eyleyicilerin pratikleriyle sermayeleri arasında her zaman bir mütekabiliyet söz konusudur. Dolayısıyla bu görece özerk toplumsal alanı, siyasetin çerçevesi içinde düşündüğümüzde, siyasal alan içindeki eyleyiciler,

(1) Sahip oldukları siyasal sermayenin topyekûn hacmine;

(2) Aile mirası bağlamında sahip oldukları ekonomik ve siyasal sermayenin göreli ağırlığına ve

(3) Sahip oldukları sermayenin yapı ve hacmi ile zaman içindeki evrimine göre dağıtılmıştır.

Bourdieu State Nobility’de farklı sermaye türlerine sahip olan eyleyicilerin, sahip oldukları özel bir tür iktidarın üstünlüğünü dayatma çabasında oldukları birbirleriyle ilişkili bir dizi kurumun taslağını çıkarmıştır:

İktidarların paylaşımında daima bir denge durumu ya da egemenlikteki işbölümünü yönlendiren, egemenliğin başat ilkelerini dayatmak amacındaki bu çatışma hali, aynı zamanda meşruluğun yasal prensipleri üzerine ve hatta ayrılmaz bir biçimde, egemenliğin kurumlarının yeniden üretiminin yasal biçimleri üzerine bir çatışmadır. Bu, bazen gerçek bir karşılaşma (tıpkı “saray savaşları” ya da geçici ve manevi iktidar sahipleri arasındaki silahlı çatışmalarda olduğu gibi) ya da sembolik bir karşılaşma (Orta çağlarda çıkarları, hatiplerin, bellatorlar üzerindeki önceliğine dayananlar ya da liyakatin, kalıtım ya da doğal yeteneğe önceliği üzerine on dokuzuncu yüzyıl boyunca ve günümüze değin süren çatışmalarda olduğu gibi) şeklinde olabilir. (Bourdieu, 1996: 376).

Bununla birlikte eyleyiciler siyasal alanın pratik mantığına (yani alanın doğasında olan değerler, hiyerarşiler, sansürlere tabi olan mantıklar) hâkim olma arzusunu da taşırlar. Bu bağlamda “siyasal sermaye”, politik meseleler, pratik bilgi veya parlamenter manevralar, taktikler, ajitasyon/propaganda ile ilgili “oyun duygusu” hakkında enformel ağlara giriş sağlayan siyasal ilişkilere tekabül eder.

Bourdieu ayrıca “alan dinamikleri”ne etki eden eyleyiciler olarak tanımladığı siyasal partiler içinde, belirli bir sınıf ya da grubun “temsil”ini talep etmeyi meşru kılan bir ethos’tan bahseder. Bu ethos ya da Bourdieucü terimler içinde söylersek “sembolik iktidar”, egemen eyleyicilerin çıkarlarına göre biçimlenmiştir. Profesyonel siyasetçiler onları seçime götüren “tercih” ve “kanaatleri”, böylelikle de siyasal iktidarın kendisini üretir (Bourdieu, 1984: 424). Buna dayalı olarak siyasal sermaye “itibar, inanç ya da tanınma üzerine kurulu kredi, sembolik bir sermaye biçimi” (Bourdieu, 1991: 192) hâline gelir. Ne var ki, Bourdieu için siyasal temsile ilişkin bir belirsizlik her zaman mevcut olacaktır. Çünkü bireyler ancak bir sözcü lehine mülksüzleşmek suretiyle

kendilerini gruplar olarak kurabilirler. Yani siyasal yabancılaşmadan kaçmak için daima siyasal yabancılaşma riskine girmek gerekir (Bourdieu’den akt. Corcuff, 2008: 82).

Bu riskin derin anlamı şudur: Örneğin işçilerden, eşcinsellerden ya da farklı dinsel kollektivitelerden oluşan bir grup, kamusal alanda görünür olmak, deneyimlerinin, arzu ve çıkarlarının kamusal alanda ifade bulduğunu görmek için “sözcü”ye ihtiyaç duymaktadır; ancak bu sözcü grubunun mevcudiyeti, temsil edenlerin temsil edilenler üzerindeki tahakkümünün imkânını da sağlar. Dahası yetkilendirilmiş temsilci Bourdieu’nün “oral effect” [sözel etki] adını verdiği temsil formunun da hâkimidir (Bourdieu, 1991: 212).

Dolayısıyla siyasal alan, fiili bir durum içerisinde açık ya da örtük olarak neyin mevcut olduğuyla ilgili, nesnel halde aşikâr, yayınlanmış, resmi ve yetkili olarak neyin bütünüyle var olduğuna dair katkısı olan, temsil veya ifade gücünün uygulanışı bakımından imtiyazlı alanlardan birisidir (Bourdieu, 1991: 235). Bu imtiyazlı alan içerisinde, temsil edenlerin temsil edilenler üzerindeki tahakkümünün imkânını ise, Bourdieu’nün yapıtlarında çok sık kullandığı ve en kısa tanımıyla “eyleyicilerin üzerine düşünmediği, pratiklerinin mantığına işlemiş inançlar seti” olan doxa kavramı sağlamaktadır.

Bourdieu’ye göre siyasal doxa’nın siyasal etkisi, onu toplumsal aktörlere dayatan iktidar odakları aracılığıyla, toplumsalı ilgilendiren sorunların farklı bir biçimde tasarlanması hakkındaki imkânları, insanların gündemlerinden devre dışı bırakmasıdır. Böylece hâlihazırdaki sosyal işlerin işleyiş mekanizmaları, bireyler tarafından tartışma- dışı bırakılarak, mevcut düzen doğallaştırılmış olur.

Siyasal doxa kendisini evrensel bakış açısı olarak sunmak kaydıyla yatkınlıklarımıza yön verir. Örneğin parlamenter demokrasilerde ifade özgürlüğü vb. konuların serbestçe tartışılması bir sorun yaratmaz; zira muktedirlerle ezilenler arasındaki mücadelelerde her türlü “alternatif” düşünülmez kılınmıştır. Bourdieu “doxic” olanın özellikle, sosyal kriz evrelerinde daha da problematik bir karakter kazandığını iddia eder. Toplumsal eyleyicilerin yatkınlıkları, mevcut nesnel yapılarla çatışma içerisine girdiğinde “doğallaştırılmış varsayımlar” sorgulanabilir hale gelir. Etrafımızı kuşatan nesnel şartlar dayanılmaz hale geldiğinde eyleyici açısından dünya

“doğallık hissi”ni yitirir. Bu noktada muktedirler, pratiklerini ve inançlarını savunmak için, yani alandaki ortodoksiyi yeniden-inşa için harekete geçerler ve karşıtlarının her türlü heterodoks alternatifini bastırmaya çalışırlar.

Sonuçta Bourdieu’nün doxa teorisi sosyal bilimcilerin toplumsal düzeni müzakere üzerinden okuyan, yani devletin söylemsel meşruiyete nasıl sahip olduğunu araştıran “inceleme prosedürleri”ni de eleştirmeye yatkın bir teoridir. Bu bağlamda devletin gücünü yeniden üreten söylemsel yapılar bilinç formları değil, bedensel yatkınlıklardır (yani dünyayı algılama, deneyimleme vb.).

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE SİYASAL ALANIN SOSYO-TARİHSEL YAPISI

Bu bölüm, çalışmamızın bir önceki kısmında genel ilkeleri ve kavramları etrafında incelediğimiz yapısal-inşacı araştırma modeline dayalı olarak, Türkiye’nin modern siyasal tarihinin genel bir taslağına odaklanmayı ve bu sayede Denizli yerel siyasal alanındaki süreklilik ve dönüşümlerin tarihsel arka-plânını analiz etmeyi amaçlamaktadır. Denizli siyasal mikro-kozmosundaki siyasal-toplumsal görünümleri, ancak bütünün içerisinde anlamlı birer veriye dönüştürebileceğimizden dolayı, burada genel bir “yapısal tarih” okumasına girişeceğiz. Bu doğrultuda, yapısal tarih okumasına girişmemizin iki temel nedeni daha vardır. Birincisi, Cumhuriyet Türkiye’sinin yapısını ve gelişme dinamiklerini kavrayabilmenin temel koşulunun Osmanlı İmparatorluğu’nun bağrında yaşanan köklü dönüşümleri kavramaktan geçtiğini düşünüyoruz. İkinci neden ise, herhangi bir toplumu oluşturan aktörlerin siyaset algısının o toplumun tarihsel geçmişinden ve mevcut siyasal alanın çok-katmanlı teşekkül biçiminden ayrı düşünülemeyeceğidir. Dolayısıyla, tezimizin merkezi kavramı olan “siyasal yatkınlık” kavramı, özsel bir yapı değil, tarihsel sürecin bir sonucu olarak anlaşılmalıdır.

Bu bağlamda, ilk olarak, bir sosyal bilimci açısından Türkiye siyasal alanını tesis etmenin metodolojik zorlukları üzerine kısa bir not düşeceğiz. Ardından Osmanlı/Türkiye tarih-yazımında birbirine rakip olarak yan yana süregelen iki çizgiyi, yani “kopuş tezlerine dayalı tarih-yazımı” ve “süreklilik tezlerine dayalı tarih-yazımı” adını verebileceğimiz iki temel yaklaşımı karşılaştırmaya tâbi tutacağız. Tarih yazma epistemolojisindeki dönüşüme karşılık gelen bu ikilik hakkındaki tartışmamızda, söz konusu tarih-yazımlarına dayanarak yapılmış bazı çalışmalara değineceğiz. İnceleyeceğimiz çalışmalar, genellikle akademik alandaki üretimlerle sınırlandırılacaktır. Buradaki temel amacımız, siyasal alan nosyonunu inşa ederken mevcut tarih-yazımının sınırlılıklarının neler olabileceğini sorunsallaştırmaktır. Ardından Pierre Bourdieu’nün “alan dinamikleri teorisi”ne ve kavramsal repertuarına başvurmak kaydıyla, modern Türkiye siyasal alanının genel yapısını inşa etmeye çalışacağız.

2.1. Türkiye Siyasal Alanını İnşa Etmenin Zorlukları Üzerine Metodolojik Bir Not

Türkiye’nin makro-siyasal alanını, maddi hayatın “nesnelliği” ve kültürel- imgesel hayatın “öznelliği” çerçevesi içinde çözümlemek ve tarihsel anlamda çelişkili birliktelikleri ve eklemlenmeleri ortaya koymak, her şeyden önce konuya bütünsel bir sosyal bilim perspektifiyle yaklaşmayı gerektirmektedir. Ne de olsa, çok-katlı tarihsel ve toplumsal olguları özcü düşünme tuzağına düşmeden ele almanın güç bir mesele olması, siyaset gibi son derece karmaşık toplumsal bağlarla ilgili öne sürülecek varsayımların geçerliliğini sorgulanır hâle getirmektedir. Dahası, modern toplumlarda farklı yönetim tarzlarının aldığı empirik biçimler içinde tahakküm ya da özgürleşme formlarını, onları deşifre etmekle sorumlu sosyal bilimlerin kronikleşmiş çıkmazlarına bulaşmadan ele almak neredeyse imkânsızdır. Bu durum, Türkiye gibi, toplumsal- tarihsel koşullarda hızlı dönüşümler yaşayan toplumların analizinde daha da çetrefilli bir hale gelmektedir.

Öte yandan, Türkiye’nin modern tarihiyle ilişkili olarak kurulacak bir “siyasal alan” nosyonunun en üst düzeyde bilimsellik ölçütlerine uygun hangi sosyolojik modelle açıklanabileceği sorunu, Türkiye’de ve dünyadaki siyaset bilimi ve sosyoloji camiası açısından her zaman tartışmalı bir konu olagelmiştir. Bunun temel nedeni, Türkiye’deki mevcut siyasal yapıyı anlamaya dönük, İslâmi motiflerden Türk milliyetçiliğine, cemaatçi bir toplum anlayışından kapitalizmin yerleşimi sonrası yaşanan modernleşme ve modernizasyon süreçlerine, çok-etnikli İmparatorluk yapısından, Türk isminde sembolik yansımasını bulan etnik niteliğe dayalı mülkîlik anlayışına ve Kemalizm’in tarihsel-siyasal pratiklerine değin pek çok konuda, siyaset araştırmacıları açısından uzlaşmaya varılamayan bir problemler-alanının varlığıdır. Bu alanlar, belli başlı disiplinlerin tekelinde farklı araştırma alanlarına dönüştürülse de, Türkiye’nin siyasal alanının topyekûn analizi, dün olduğu kadar bugün için de önemini korumaktadır.

Bu eksende Niyazi Berkes, Behice Boran, Cemil Meriç, İdris Küçükömer, Kemal Tahir, Mübeccel Kıray, Şerif Mardin, Kemal Karpat gibi pek çok öncü figürün çalışmaları, her ne kadar Türkiye siyasal alanının yapısı hakkında ciddi ve titiz çabaları teşkil etse de, son dönem çağdaş sosyoloji yaklaşımlarının tesis ettiği araştırma

pratiklerinden yararlanmış bir literatür henüz oluşmamıştır.4 Siyasetin alanını motive

eden mekanizmaları, bu alanda somutlaşan görüşleri, kanaat dünyasındaki hesaplaşmaları, deneyimlerin, arzuların ve sloganların birbirine karışıp belirsizleştiği etkileşim ağlarını çözümleyecek bir araştırma modelini tarihsel olarak temellendirmenin kolay bir iş olmadığı konusunda tüm araştırmacılarla hemfikir olsak da, Türkiye sosyal bilimler alanında mikro-sosyolojik ve makro-sosyolojik yaklaşımların veya yapısal- tarihsel yaklaşımlar ile istatistiksel modellemelerin birlikte işleme sokulduğu çalışmalar çok azdır.

Bu sorunlara ek olarak, çok-kültürlü ve çok-cemaatli bir imparatorluktan bir ulus-devlete geçiş sürecinde toplumsal yapıların ne tür dönüşümlerden geçtiği konusunda da belirsizlikler vardır. Sosyal bilimsel düzlemde, demografik, etnografik, dinî ve mahalli düzeylerdeki sosyal gelişme seyirleri ve dönüşüm modellerinin sosyal hareketler ve kollektif eylem modelleri temelinde yapılmış analizleri kadar, cumhuriyete geçiş sürecinde elit kompozisyonundaki değişimler de geniş boyutlarıyla ele alınmamıştır. Kısacası Türk sosyal/siyasal formasyonunun analizinde bu tarz yöntem zorluklarının mevcudiyeti araştırmacıların önüne ciddi engeller çıkartmaktadır (Arlı, 2006: 98).

Tüm bu tespitlerden hareketle şunu iddia edebiliriz: nesnel yapılarla öznel yatkınlıklar arasındaki “dolayım”ın tatminkâr bir analizi, pek çok örnek açısından, Türkiye’deki siyaset araştırmalarının “kör noktası” olarak görülebilir. Siyaset olgusunu ve siyasal eylemi kurumsal arka-plânından soyutlayarak çözümleyen “öznelci indirgemeciliğe” düşmeyen ve siyasetin tüm gramerini kurumsal çatıyı merkeze alarak irdeleyen nesnelci anlayışların her ikisinden de uzak duran çalışmaların sayısı, Türkiye sosyal bilimler alanı açısından değerlendirildiğinde bir hayli azdır. Bu bağlamda siyasal alanı inşa eden tarihsel mekanizmalara ilişkin bir analizin veya değer sistemleri, zihniyet biçimleri ve özneler-arası etkileşim düzeyleriyle ilgili empirik bir tartışmanın, ister istemez, “meta-teorik bir zemine” taşınmasıyla ileriye götürülebileceğini söylemek mümkündür. Bu meta-teorik zeminin tartılaşacağı temel eksen sosyolojik, tarihsel,

4 Bilindiği üzere, 1960 sonrası farklı metodolojik perspektiflere sahip birçok sosyolojik araştırma modelinde teorik çalışma ile empirik araştırma arasında anlamlı köprüler kurulması gerekliliği vurgulanmış ve ancak bu yolla keşifsel bilgilere ulaşmanın mümkün olacağı savunulmuştur.

ekonomi-politik ya da antropolojik çözümleme tarzlarının üzerine bina edildiği “tarih- yazımı” alanından başkası değildir.