• Sonuç bulunamadı

Ortaçağın Feodalist Devlet Anlayışı

1.3. Devletin Tarihsel ve Siyasal Serüveni

1.3.2. Ortaçağın Feodalist Devlet Anlayışı

Modern Devletin kökenleri dökümümüze feodalizm döneminden başlamak anlamlı sayılabilir. Batı Romanın yıkılışı, aynı zamanda Akdeniz çevresinde büyük bir düzenin, Roma barışında sona erdiği anlamına geliyordu. Bundan sonraki gelişmeler, Batı Avrupa’da Roma barışını yeniden kurmaya yönelik güçler arasındaki mücadeleleri yansıtacaktı. Batı Romanın mirasına sahip çıkmaya yönelik bu mücadelelerin tarafları ise geçmişin Roma ülkesine ait topraklar üzerinde birbiri ardına kurulan Cermen krallıkları, Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu ve Kiliseydi.

Günümüzde modern devlet tipinin tarihsel kökenlerini ve gelişimini inceleyen Poggiye göre Batıda, özellikle de bugünkü Almanya ve Fransa’yı oluşturan topraklar üzerinde feodalitenin ortaya çıkışı üç gelişmenin etkisi altında kalmıştır (Pierson, 2000:70-73).

1. Batı Roma imparatorluğunun, hem merkezileşmiş bir hükümet sistemi olarak hem de belediyeler çevresinde toplanmış bir yönetim sitemi olarak yıkılması,

2.Völkerwanderungen diye anılan kabile topluluklarının kitlesel olarak yer değiştirmeleri, 3. Batı Avrupa da yaşayan insanlar ve bunlarla diğer yörelerin insanları arasındaki ana iletişim ve ticaret yollarının Akdeniz den sapması.

Bu üç gelişmenin etkisi ile Yunan Roma geçmişi, Cermen kabilelerin geleneksel ilişkileri ve Hıristiyan dünya görüşünden gelen öğelerin kendine özgü bir bireşimi ortaya çıkmış oldu ( Ağaoğulları& Köker, 1996:149).

Pierson başta olmak üzere birçok düşünür Modern Devletin kökenlerini feodalizm de aramaktadırlar (Pierson, 2000:72). İşte Feodalite, merkezi iktidarın yok olduğu, karışıklık ve güvensizlik ortamının adeta yerleştiği, ticaretin nerdeyse durduğu, kent yaşamının önemini yitirdiği böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan Feodal toplumun temel özellikleri ise şunlardır.

—Bir üretim tarzı olması,

—Hiyerarşik bir toplumsal tabaka düzenine sahip olması,

—Bir kültür ya da dünya görüşü yahut bir değerler kümesi düzeylerinde kendisini göstermektedir.

Ortaçağın en belirgin zenginlik kaynağı topraktır. Görülen hizmetlerin karşılığı da yine toprak olarak verilmektedir. Bu durum genel toplumsal sistemin toprak üzerinden

yapılanmasını gerektirmiştir. Ekonomik yaşam kadar toplumsal ve siyasal yapı da buna göre yapılanmıştır. Devrin insanı, baskı güçlerinin karşısındaki durumuna göre üç zümreye ayrılmaktaydı. Birinci zümreye, görevi Tanrının şanını yüceltmek olan dua edenler giriyor, arkasından zayıfları savunmak ve tanrısal barışı sürdürmekle yükümlü savaşanlar geliyor; son olarak ta bu iki egemen sınıfın altında köylüler var ve Tanrısal plana göre, emekleriyle duadan ve savaştan anlayanların geçimini sağlamakla yükümlüdürler (Tanilli, 1990:293).

Feodalizm lord ile vassal arasındaki karşılıklı hak ve görevler ilişkisine dayanır. Her ikisinin de daha önceden belirlenmiş hak ve görevleri vardır. Lord, vassalı koruyacak, adaleti, toprağını işleme ve ürününü toplamasını sağlayacak, vassalları arasında çıkabilecek toprak anlaşmazlıklarını çözecekti. Bir vassal genç yaşta ölecek olursa, çocuklarına ve eşine lord bakacak ilerde mirasına hak sahibi bulmasını sağlayacaktı. Vassal ise, yılda daha önce belirlenmiş süre içinde savaşkan olarak lorda hizmet edecekti. Ana hatları bu olan feodal sistem, Avrupa’da hızla yayıldı ve gelecek yüzyılların güçlü merkezi devletlerinin de çıkış noktası oldu (Sander, 1989: 53).

Feodalizm tipik olarak, bireysel otorite ile mülkiyetten yararlanan, hiziplere bölünmüş bir egemenlik ve buna tabi maliye ile kırsal hayatı yücelten aristokratik bir ideolojinin oluşturduğu siyasi çerçeve içinde, sadece kendisine ait hukuk tekelini ve yargıcın özel haklarını uygulayan bir soylular sosyal sınıfının, köylülüğe yasal serflik ve askeri koruma sağlamasıyla iç içedir (Pierson, 2000:72). Bu ilişkinin tam formülü serfliğin hukuksal tanımlanmasıydı. Serfler hukuksal olarak sınırlandırılmış bir hareketliliğe sahiptiler. Tarımsal mülkiyet, köylülerden, siyasal-hukuksal zor kullanmayla artık elde edilen bir feodal beyler sınıfının özel kontrolü altındaydı. Emeğe dayalı hizmetler, aynı kira ya da köylü tarafından lorda borçlanılan geleneksel borçlar biçimini alan bu ekonomi dışı zor kişi olarak lorda bağlı ve köylü tarafından işlenen arazi parçaları üzerinde uygulanıyordu (Ağaoğulları, 1994:157). Aslında feodalizmin bizim için önemli olan özelliği, lord ile vassal arasındaki ‘karşılıklılık esası’dır. Feodalizm de hiç kimse tam anlamıyla hükümran değildi. Kral ile halk ve lord ile vassal, bir cins mukavele ile birbirine bağlıydı. Bu mukaveleye aykırı hareket edilirse, karşılıklı hak ve görevler sona ermekteydi. Bu durum, sık sık karışıklıklara, siyasal istikrarsızlıklara ve hatta savaşlara yol açmışsa da gelecek çağların ‘anayasal hükümet anlayışı, işte feodalizmin bu mukaveleye dayanan niteliğinden doğacaktır (Sander, 1989: 54).

Pierson başta olmak üzere bazı düşünürler feodal devleti modern devletin kökeninde aramış olsalar da siyasal görünümüyle feodal düzen, devlet iktidarının parçalanmış olduğu bir düzeni ifade ediyordu. Burada, devletin iktidarı ve devletin egemenliğinden söz edilemez. Kişisel hizmet ve sadakat ilkesine dayanan feodal düzen, modern devlet düzeni anlayışına açıkça ters düşmektedir. Feodal düzende siyasal ve idari yetkiler de parçalanmıştır. Örneğin, yargı yetkisi merkezi bir devlette (monarşide) bir devlet hizmeti iken ve kralın adına karar veren memurlar tarafından ifa edilirken, Ortaçağ da yargı hizmeti senyörlerin elinde kalmıştır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, devlet iktidarının parçalanmış olmasına karşılık, teorik olarak kralın iktidarı hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır (Göze, 1987:71).

Ortaçağda karşımıza çıkan siyasi yapılanma, toplumlara arası ilişkiler içinde Batının kazandığı yeni biçimdir. Batı yeni koşullara bağlı olarak yeni örgütlenme ve özellikler kazanmıştır. Bu dönemde Devletin olmadığı, genel olarak Devletsizlik halinin egemen olduğunu görüyoruz (Coşkun, 1997:127). Askeri düzeyde ki korumanın feodal asilzadelerce Batı birliğinin ve bilincinin de Kilise tarafından korunduğu bir yapı mevcuttur. Bu dönem devletin Batıda en zayıf olduğu dönemdir desek yanılmış olmayız.

On birinci yüzyıldan başlayarak Feodal düzen içerisinde çok önemli bazı gelişmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Kara Avrupa’sında ekonomik hayatın tekrar canlanması, dünya ticaretine açılımın gerçekleşmesi, kapalı tarım ekonomisinden çıkılması, ticaret ve el sanatlarının önem kazanması, paranın hâkim olduğu bir ekonomik düzene doğru gidişin başlaması ve yeni şehirlerin kurulması ‘burjuva’ adı verilen yeni bir sosyal sınıfın doğmasına yol açmıştır (İkizler, 1998: 43). Özellikle kasaba ve kentlerde belirgin bir yükselme ortaya çıkmaya başlamıştır. Elbette, kent devletler (özellikle Kuzey İtalya’nın kent devletleri) kendi başlarına da önemli bir devlet biçimi haline geleceklerdi. Bununla birlikte burada hatırda tutmamız gereken, kasaba ve kentlerin büyümesinin, ticaretin ve bunlarla ilişkili ticari faaliyetlerin ve bunların yol açtığı farklı sınıf yapılarının çok daha genel sürecidir. Bu yeni durum feodalizmin içinde fakat ondan bağımsız bir tarihi süreç olarak ta düşünülebilir. Zümreler dönemi olarak tanımlanabilecek olan bu dönem mutlakıyetin ortaya çıkışından hemen önceki ‘geç’ feodal dönemdeki bir dizi değişimi betimler görünmektedir. Burjuvazinin ruhban ve soylu kesime karşı güç kazanması, kralların güçlenmesine ve merkezi iktidarın mutlaklaştığı güçlü ulusal devletlerin oluşmasını sağlamıştır. On ikinci yüzyılda ise, bir tarafta dini iktidarın üstünlüğü savunulurken, öbür tarafta her iki iktidarın birbirine karşı bağımsızlığı da ileri sürülmüştür (Pierson, 2000: 75).

Zümreler düzeni ‘işlemlerinde daha kurumsallaşmış olduğundan, apaçık bir toprak atfında bulunduğundan ve düalist olduğundan, feodal sistemden özünde farklıdır. Çünkü hükümdarı Stande (zümreler) ile karşı karşıya getirmişti. Yönetimde iki öğeyi farklı iktidar merkezleri olarak ilişkilendirmişti. Poggi standestaat’ı erken-modern bir yönetim sitemi olarak tanımlar.