• Sonuç bulunamadı

İki Dünya Savaşı Arasındaki Dönem (1914 1945)

Tarihçiler 1. Dünya savaşının çıkışı konusunda farklı görüştedirler. Fakat buna rağmen büyük bir kısmı savaşın çıkışında ekonomik sebeplerin rol oynadığını düşünmekteler. Bu durum Devletin değişen fonksiyonuna dair konjönktürel süreci anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Savaş Avrupa’da gelişmekte olan kapitalizmin kaçınılmaz sonucu idi. Kapitalizmin devamlı olarak hammadde arayışı içinde olması ve ticari çıkarları rekabetin dünya ölçeğine yayılmasına neden oldu (Georges, 2000:52-60). Bu rekabet silahlanma yarışını da beraberinde getirdi ve o da savaşı. 19.yüzyılın sonuna kadar sömürgecilik Avrupa devletlerini doyuruyordu, sömürge alanlarının bitmesi Avrupalıların işini güçleştirmişti. Avrupa’nın dünya hâkimiyet sürecinde patlak veren savaş kıtanın siyasi sosyal haritasını değiştirdiği gibi; toplumları istikrarsızlaştırdı, ekonomiyi sarstı, uygarlığı olumsuz yönde etkiledi.

1. Dünya Savaşı etkilerini bugüne kadar sürdüren önemli sonuçları ortaya çıkarmıştır. Avrupa’da büyük ekonomik çöküntü ortaya çıkmıştır. Savaşın etkisiyle Devletin konumlanışında da ciddi farklılıklar ortaya çıkmıştır. Her şeyden daha önce kapitalizmi dönüştürdü. Hükümetler giderek artan bir biçimde ekonomik yaşama karışmaya başladılar. Gümrük tarifeleri koydular, ulusal endüstrileri korudular, Pazar ve ham madde aradılar ve işçi sınıfının çıkarını koruyucu yasalar çıkardılar. Tarihte ilk defa devlet toplumun tüm zenginliğini, kaynaklarını ve törel değerlerini belirli bir amaç doğrultusunda yönetti. Savaşın baskısı altında Dış ticaret tam bir devlet tekeli haline gelmişti. Özel şirketler ancak son derece sıkı kota ve lisanslarla faaliyet gösterebildiler. Almanlar diğerlerine göre daha kötü durumdaydı ve hükümet denetimi, kendilerinin savaş sosyalizmi adını verdikleri sistemi doğuran kapsam ve etkinlikteydi. Savaş boyunca taraf Avrupa devletleri ciddi bir borç yükünün altına girdiler (Sander, 1989:45).

Üstelik dört yıllık savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın karşısında şimdi, Avrupa’dan mal gelmemesi yüzünden kendi endüstrilerini kurup geliştiren Avrupa dışı dünya vardı. ABD’nin

üretim kapasitesi görülmemiş biçimde arttı (Sander,1989:45). Japonya tüm dünyaya tekstil satıyordu, kısaca 19. yüzyılın dayandığı ‘Avrupa üstünlüğü dönemi’ yıkılmaya başlamıştır.

Savaşın sonucunda adeta Avrupa’da taşlar yerinden oynamıştır. Fakat temelde en belirgin sorun artık hükümetlerin ekonomik hayata müdahalesi ve parlamentoların yetkilerinin kısıtlanmasıdır. Birinci Dünya savaşından sonra, savaştan etkilenen milyonlarca insanın talepleri, devletin başta konut, sağlık, emekli aylığı ve rehabilitasyon olmak üzere birçok alanda sorumluklarını artırmış; savaş zamanının acil ihtiyaçları nedeniyle artan kamu harcamaları savaş sonrasında tamamıyla eski düzeylerine dönmemiştir. Politikacı, bürokrat ve vergi mükellefleri de bu duruma uyum sağlamış ve devlet kontrolü ve müdahaleleri savaş sonrasında da artarak devam etmiştir (www.canaktan.org/politika/refah-devleti/dogusu- gelisim.htm1.Dünya). Savaştan sonra, kitlesel işsizliği ortadan kaldırmak yani dar anlamda tam istihdamı sağlamak hükümetlerin ekonomik politikalarının temel hedefi haline gelmiştir.

Bu dönemin belirgin özelliği artan refah harcamalarıdır. İki savaş arasındaki bu dönem ‘Consolidation’ yılları olarak bilinir. Refah Devleti açısından oldukça sakin bir dönemdir. Bazı iktisatçılar 2. Dünya savaşı sonrasındaki gelişmelerin temellerinin 1920-30’larda atıldığını ifade etmektedirler. Bu dönem refah devleti uygulamalarının, kapsam ve maliyetlerin azaltıldığı bir dönemdir. İlk kurulan sistemler çok yoksul kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuştur.

2.3.1.Büyük İktisadi Buhranın Sosyo-Ekonomik Etkileri

Birinci Dünya savaşına girmezden önce Dünya toplam Endüstriyel üretimin %36 sı sadece ABD ye, %16 sı Almanya, %14 İngiltere’ye, %6,4 Fransa, %5,5 ta Rusya’ya aitti. Birinci Dünya savaşının ardından bu dengelerin değiştiğini daha önce ifade etmiştik. Savaşa geç girmekle birlikte ABD’de savaşın ekonomik süreçlerinden etkilenmiştir. Yapılan harcamalar temelde savaş sanayisine yönelik olmakla birlikte, müttefiklere verilen yüksek savaş kredileri ABD ekonomisinde durgunluğun doğmasına neden olmuştur. Savaş sonrasında savaş sanayisindeki üretkenliğin durmasıyla ciddi düzeyde bir işsizlik durumu ortaya çıkmıştır. Bu yüzden 1920’lerde zirve yapan dış satım 1921 de hızla düşmüş ve içerdeki fiyatların düşmesine neden olmuştur (Kuyucuklu, 1982:240-250).

İki yıl kadar süren bu depresyonun ardından ABD için yeni bir refah dönemi başlamış ve 1929 Sonbaharına kadar sürmüştür. Ancak 1929 sonbaharında menkul değerler borsasında

hızla bir fiyat düşmesiyle başlayan büyük bir ekonomik bunalıma girilmiştir. Burada başlayan fiyat düşüşü kısa zamanda ekonominin diğer alanlarına sirayet etmiş ve o güne kadar görülmemiş büyük bir durgunluk başlamıştır (Kuyucuklu, 1982: 240-250).

İki savaş arasındaki bu dönem 20. yüzyıla yön verecek önemli iktisadi gelişmelerin evrimi olmakla birlikte, sanayileşmiş ülkelerde yaşayan insanların büyük kısmı için kitlesel işsizliğe neden olmuştur. İlgili ülkelerde alınacak siyasi ve ekonomik kararlar üzerinde büyük ve yaralayıcı etkiler meydana getirmiştir. Çünkü işsizlik yardımı da dâhil sosyal güvenlik sisteminin, özelliklede uzun dönemli işsizlik için yeterli olmadığı görülmüştür. Büyük Buhranın yol açtığı felaket ve belirsizlik duygusunun iş çevreleri ve politikacılar arasında yaygınlık kazanması, krizin şiddetini daha da artırmıştır. Tam da bu dönemde Keynes’çi argümanlar bir kurtuluş reçetesi olarak ortaya çıkmıştır. Keynesyen yaklaşım, sürekli kitlesel işsizliği ortadan kaldırmak için politik olmanın yanında ekonomik ağırlıklı bir yaklaşım olarak literatürlere geçmiştir. Keynes’e göre; Tam istihdam durumunda işçilerin elde ettikleri gelirlerin toplam talebi artıracağını ve bunun ekonomide uyarıcı bir etki yaratacağını ileri sürmüştür. Keynesyen düşüncenin toplam talebin artırılmasına yönelik önlemleri, kitlesel işsizliğin siyasal ve toplumsal olarak patlama noktasına geldiğine inanmalarından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de Büyük Buhran sırasında yaşananlar bunu göstermektedir.

Büyük Buhranın ortaya çıktığı ülke olan ABD, müdahaleci kapitalizmin de ortaya çıktığı ilk toplumlardan biridir. 1933 yılında başkan Roosevelt, üç yıldan beri tüketilemeyen aşırı bir üretime, gittikçe düşen fiyatlara ve artan işsizliğe karşı New Deal politikası olarak anılan bir dizi önlem alarak uygulamaya koymuştur. Roosvelt yönetimine gelinceye kadar ABD’de çalışma hayatına ilişkin bir sosyal politikanın var olduğunu söyleme imkânı yoktur. İşçi-işveren ilişkileri daha çok özel ve kişisel sözleşmeler düzeyinde idi. Toplu iş sözleşmeciliği de işverenlerin sendikalara karşı olumsuz tutumları sonucu ancak 1935’ten sonra yasal gelişme olanaklarına kavuşuyordu. En az ücretin saptanması sendika ve toplu sözleşme hakkı ve sosyal güvenlikle ilgili ilk önemli önlemlerde 1935 yılında alınmıştır (Talas, 1990: 210-215). New Deal’in en önemli sosyal sonuçlarından biri 1935’te Social Security Act (Sosyal Güvenlik Yasası) ile somutlaşmıştır. Yasa ile geniş ölçekli bir sosyal güvenlik programı yapılandırıldı. İki temel sigorta programıyla üç temel yardım şekli (Yoksul bakıma muhtaç çocuklara, körlere, yaşlılara) öngörülmüştür. Wagner yasası olarak bilinecek bu yasa Amerikan refah devletinin doğuşunu sembolize eder.

Bunların yanında, Büyük Buhran hem siyaset hem de kamusal düşünceler üzerinde etki meydana getirmiştir. Nitekim 1930–1931 yılları arasında 12 ülkenin 10’unda askeri darbeler gerçekleşmiştir. Batı Avrupa’da radikal sağın gücü giderek artmaya başlamıştır. İktisadi dengelerde ortaya çıkan altüstlük sömürge ülkelerine ekonomik avantajlılık hali sağlamıştır. Temelde en önemli sonuçlarından birinin liberal anlayışın yara alması ve Marksist komünist anlayışın güçlenerek çıkmasıdır.

Genel olarak bakıldığında iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde, devletin, esasen sosyal ekonomik olaylar karşısında kararsız kaldığı, harekete geçtiği zamansa tereddütlü ve çelişkili davrandığı, değişen koşullara kolay ayak uyduramadığı görülmüştür. Devlet sosyo- ekonomik gelişmeleri geriden takip etmiş; ancak, emekçi sınıfın baskı ve mücadelesi ile hemen müdahale gerektiren acil durumlar karşısında çalışma şartlarını düzenlemek, fiyat ve kazançları düzenlemek, büyük kazançları vergilendirmek, işsizlere iş bulmak üzere harekete geçmek zorunda kalmıştır. Bu dönemde ‘sosyal yardım devleti’ anlayışının giderek benimsendiği ve yaygınlaştığı görülmüştür. Ancak sosyal yardım devletinde, sorunları önleyici bir tedbir alınmadığı gibi sonradan alınan önlemlerde sorunları tedavi edici ve ortadan kaldırıcı değil, ancak dış belirtileri gidermeye ve olumsuz etkileri hafifletmeye yönelik olmuştur. Bu dönemde devletin sosyal ve ekonomik hayata müdahaleleri planlı ve kapsamlı değil, istisnai ve ampirik bir nitelik taşımış; yapılan müdahaleler beklenen sonuçları doğurmayınca yeni ve değişik müdahaleler yoluna gidilmiştir ( Göze, 1995: 126-127).