• Sonuç bulunamadı

2.1. MODERNİTE AÇISINDAN İNSAN

2.1.2. Sezai Karakoç’un Modern Bilim ve Modern İnsana Eleştirisi

2.1.2.2. Modern İnsanın Dünya Algısının Eleştirisi

Geleneksel kozmoloji anlayışına göre doğa düzeni, bir akla sahiptir. Bu akıl, doğanın bir bütünlük içinde olan uyumunu sağlayan hassadır. Doğa düzeninin devingenliğini sağlayan güç ise, doğanın sahip olduğu ruhtur. Doğaya ait yapılan bu çıkarsamanın temeli, insanın varlığından hareketledir. İnsan üzerinden yapılan bu anolojiye göre doğanın her bir unsuru, temelde var olan bütünü devam ettirme üzerine kuruludur. Bu sürecin bilincini oluşturan ise, insanın kendisidir. Dolayısıyla mikrokosmos yani “âlem-i suğrâ” olan insandan hareketle, makrokosmos yani “âlem-i kübrâ” olan doğa tasarımına ulaşılmıştır. Modern Batı düşüncesi öncesindeki bu kosmos anlayışı, hem Batı hem Doğu uygarlıklarında birbirinden çok

107

çok farklı değildir. İnsan, doğa tasarımında ayrı bir varlık olarak konumlandırılmaz. Aşkın bir anlayış doğrultusunda bir iç içe geçmişlikten söz edilebilir.

Geleneksel dünya tasarımında yasa, aşkın bir kudret tarafından dışarıdan gönderilir. Sanskritçede “dharma”, Çincede “tao”, İbrancada “tora”, Yunancada “nomos”, Latincede “legis”, Arapçada “şeriat”, aşkın bir güç tarafından dışarıdan gelir ve kosmosun yasalılığının kaynağıdır.319 Bu anlayış, toplumlara göre farklı

adlandırmalarla ortaya konsa da aynı düşünceye dayanır. Doğa ve toplum, bu yasaya göre şekillenir ve yönetilir.

Belirli bir pespektiften bütün varlık düzeninin bir hiyerarşik uyum içinde yaşadığı bu anlayış, Rönesans ile büyük bir değişime uğrayacaktır. Doğa ve insanın entegre varlıklar olarak düşünülmemesidir. Tanrısal olarak düşünülen düzen, artık kendisini insanın esas alındığı “hümanizm” felsefesine göre değerlendirilecektir. Nasr, bu büyük değişimi şöyle açıklar:

“[Rönesans hümanizminin] ilk karakteristiği, insanı artık Ortaçağ Hıristiyanlık inancının bütün kozmosuyla entegre olmayan bağımsız ve dünyevî bir varlık olarak tasavvur etmesidir. Kuşku yok ki halen inançlı erkek ve kadınlar vardır; ancak hümanizm tarafından tasavur edilen yeni insan, artık Tanrı’ya ve ahirete olan inancıyla tanımlanmamaktadır. (...) İnsan dünya üzerinde yarı melek yarı insan rolünden ziyade şimdi tamamen dünyevî hale gelmiş olup artık cennet yurdundan sürgün halinde değil, yeni keşfedilmiş bir yeryüzünde kendi yurdunda bulunmaktadır; bu durum yeni keşfedilmiş ‘yurt’ta tahribat yapmaya devam etmememiş ve etmeyeceği anlamına gelmez. Yeni insan, melekleri kozmostan sürgün ettikten sonra ayrıca yeryüzü üzerinde yegâne akıl ve ‘zihne’ sahip varlık haline gelmiştir.”320

Sezai Karakoç’un “Av Edebiyatı” şiirinde, yukarıda bahsedilen kosmoloji ve insan anlayışı üzerinden İslam uygarlığı ile modern Batı uygarlığı dolayımında gelenek ile modernizm karşıtlığı açık bir bir şekilde ortaya konur.321

Şiirde “avcı” olarak tasvir edilen şiir kişisinin, düşünce dünyasına ve eylemlerine odaklanılır. Bu şiir, iyilik ve kötülüğün sebebi/kaynağı, eylemlerin

320 William Chittick, S. Hüseyin Nasr’ın Temel Düşünceleri, Çev. Nurullah Koltaş, İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2012, s. 169

321 “Ötesini Söylemeyeceğim” ile ilk defa siyasi düzlemde ele alınan modernite sorunu, uygarlık düzleminde ise “Av Edebiyatı” şiiri ile ele alınır. Şiir, daha sonraki yıllarda Karakoç’un tezinin temelini oluşturması açısından önemlidir.

108

dayanağı ve istem gibi ahlakın alanına giren konulara yüzeysel de olsa değinilmesinin yanında, insan üzerinden bütün bir uygarlığın düşünce yapısının ortaya konmaya çalışılması açısından da ilginç bir ilk metindir. Şiirin reel düzleminde, kentte yaşayan ve kentin kendisi üzerinde yaptığı baskı sonucunda doğada ava çıkan bir kişi anlatılır.

Şiirin iki farklı düzlemde insana değindiği söylenebilir. İlkinde insan, bir “zoon politikon”322 olarak değerlendirildiğinde kent-doğa karşıtlığının, şiirin merkezini

oluşturduğu söylenebilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde av323, kentin bilediği

insanın bir öç alma aracına dönüşmektedir.

Bu şiirde anlatılan avcı, kentlidir. Av, yukarıda değinilen sebeplerle yapılan bir eylem değildir. Av, insan davranışı açısından bir sapma olarak değerlendirildiğinde bir metafora dönüşür ki burada “kötülük”ü anlatmak için kullanıldığı görülür. Peki, bu sapmanın sebebi nedir? Şiirde buna iki yerde işaret edilir. “Avcı da insandır bakkala kızar konukomşudan sıkılır/Karısından dayak yer (...)” dizelerinde eylemin sebebinin topluma dönük bir yanından bahsedilir. Bu sapma, insanın özünde taşımadığı, insanın kendi varoluşana aykırı davrandığı bir olgu mudur? Eğer böyle ise insanın, hilkatinin özünden bir sapma olarak ortaya çıkan kötülük, aslında kaynaklandığı yer itibariyle insanın dışında aranması gereken bir şeydir. Bu durumda kötülük, dıştan gelen bir etki ile olumsuz bir yansıtma biçiminden ibarettir ki bir açıdan insanın iradesini eylemenin merkezinden uzaklaştırarak geleneksel düşünceye göre insanın sorumluluk sahibi bir varlık oluşunu boşa çıkaran bir yapıya sahiptir. Şiirde “Avcı da insandır bakkala kızar konukomşudan sıkılır/Karısından dayak yer (...)” dizeleri bu düşünceleri doğrular niteliktedir. Fakat ikinci dizenin devamında gelen “ama” bağlacı, bu düşüncenin şüpheye yer bırakmayan bir yadsınmasıdır.

322 “Zoon politicon”, Aristoteles’in, insanın politik olması açısından kent/devletin yönetimine katılan ve bu yönüyle de toplumsal bir canlı olarak hayatın içinde yer alması anlamında kullandığı bir terimdir.

323 Metaforik anlamları dışında yalın anlamıyla av, animist bir anlayışa dayanan Budizm, Hinduizm, Jadizm gibi inançlar sayılmazsa geleneksel dünyada daha önemli bir yere sahiptir. Bu dünyada avı meşru kılan şey, inanca göre şekillenen varlık hiyerarşisidir. Yahudilik de, Hristiyanlık da İslam da insanı yeryüzündeki varlıklar içinde üstün bir konuma yerleştirir. Bu üstünlük, insanın kendisinin belirlediği değil, aşkın bir yasa olarak kendisine bahşedilmiştir. Bu açıdan av, geleneksel dünyada insanın hayatta kalması adına meşru bir şey olmakla birlikte, bir zaruret, bir istisnadır. İnsan, kendisine bahşedilen bu üstünlüğü bir yırtıcıya dönüşerek zevkleri uğruna ya da ticari düşüncelerle doğal dengeyi bozmaya çalışmamıştır. Kendisinin de bir parçası olduğu bu yapıya büyük zararlar vermek, her şeyin üstündeki aşkın yasaya göre en büyük suçtur.

109

İnsan, zoon politikon olarak bir yönüyle sürekli sosyal hayatın içinde bulunan bir varlık olarak olumsuz etkiler sonrasında davranışlarında toplumsal yasalar açısından bir sapma yaşayabilir. Şiirde bu düşüncenin savunulduğu görülür; çünkü “[a]vcı da bir insandır”. Üstelik bu dizeler iki defa tekrar edilir. Şiirde “ama” bağlacından sonra gelen “...bıyık altından güler” ifadeleri, aslında insanın, istem sahibi bir varlık olarak sonradan gerçekleştireceği davranışlarının sebebinin doğrudan toplumsal yaşamda yaşanan insanî zaafların olmayacağını göstermektedir. İnsan, iradesiyle eyleyen bir varlıktır ve eylemlerindeki bütün sapmalardan sorumludur.

Şiirde bu konuya başka bir yerde daha işaret edilir. Kötülüğün, toplumsal bir tepki biçimi olup olmayacağı tartışıldıktan sonra yine buna yakın olmakla birlikte acaba kötülüğün kökenleri kişinin çocukluğunda aranabilir mi?

Avcılar ilkin annelerinin mi sözünü dinlemezler Bütün dayandıkları annelerinin ölümü mü Hep çocuklar ondan mı belki

Arada bir unutmak için mi yaparlar bu işi”324

Bu şiir, tragedya formunu çağrıştırmasından dolayı şiir anlatıcısının sesinin yanında “koro”lar da “çok sesli” bir yapı oluşturur. Bunu ilginç kılan en önemli ayrıntı ise, şiir anlatıcısının da kendi içinde diyalojik bir söylem geliştirmesidir.325

Şiir anlatıcısı, korolar aracılığıyla argümanları ortaya koyarken, tekil bir ses olan şiir anlatıcısı da konuşurken kendi söylemini mantıksal karşı çıkışlarla geliştirerek çok sesli bir yapı oluşturur. Bu yöntemin tercih edilme sebebinin hakikati ortaya koyma çabası olduğu söylenebilir. Şiir anlatıcısının birinci sesi iç monolog tarzında soru cümleleriyle eyleme dönüşen kötülüğün kaynağını öğrenmeye çalışmaktadır. Yukarıdaki ilk dizelerde şiir anlatıcının birinci sesi, çocuk-anne bağı üzerinden pedagojik/psikolojik sebeplerin sevgi yetersizliği şeklinde tezahür etmesiyle kişiyi yanlış eylemlere sevk edebilme ihtimalini dile getirmekte. Devamında çocuk yaşta karşılaşılan ölüm düşüncesinin bireyin benliğinde bir travma meydana getirip getirmediği, eğer bu bir travma ise bunun şiddetle bastırılması şeklinde mi tezahür ettiği sorulmaktadır. Fakat şiir anlatıcısının ikinci sesi, bu düşünceye karşı çıkar:

324 Karakoç, a.g.e., s. 111.

325 Bkz. Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme

110

“Neyi unutmak/Bir tilki yerine bir aslanla karşılaşsa ne yapar avcı kişi”. Bu soru, mantıksal olarak bir avcının bir aslanla baş edemeyeceğidir. Yıkıcı bir fikre sahip olan avcı, gücü oranında içindeki şiddeti doğaya yansıtmaktadır. Avcı, bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde aslında Descartes’la birlikte başlayan özne-nesne ayrımının, modern Batı düşüncesindeki güce dayalı, rekabetçi, çatışmacı doğa anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan modern insana dönüşmektedir. Bu insan Daşçıoğlu’nun Karakoç’un şiirinde “negatif insan” olarak tanımladığı kişi olarak şiirde var olur. 326

İnsan-doğa bütünlüğünün bozulduğu, kesin bir ayrımla doğanın, gücün nesnesine dönüştüğü bir ortamda, insan eylemlerinin yasalılığını belirleyecek olan nedir? Aşkın bir yasanın olmadığı yerde yasanın kaynağı da insan aklı olacaktır. Fakat bu yasa, kenti, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerinin yasası durumundadır. Bu yasa, ikinci kişilerin müdahil olduğu durumlarda başlayan ve işleyen bir sistemdir. Bu, kentin yasası olduğundan yasanın işlemesi de savcı ve polisle mümkün olmaktadır. İnsanın eylemlerini denetleyecek herhangi bir mekanizmanın olmadığı durumlarda yasa, işlemez olacaktır. Böyle bir durumda gücün dengelenmesini sağlayacak ve onu bir şiddete çevirmekten alıkoyacak herhangi bir caydırıcı güç bulunmayacak ve bu yıkıcılığa neden olacaktır. Aşağıdaki dizeler şiirde iki defa tekrar edilerek bu durumun önemine işaret edilmektedir:

“Onu ne savcı ne polis korkutur

Yaşamanın çirkinlikleri artık ne umurunda Elinin altında bir yedek var

Evinde çiftesi her zaman doludur”327

Şiirde geçen “Yeşil Koro”, şairin de savunduğu aşkın yasalılığın sesi olarak var olur. Buna göre Tanrı, yüce kudret olarak bütün varlık düzeninin yaratıcısı ve sahibidir. İnsan, varlığın halifesi olarak çevrenin sorumluluğunu üstlenmekle mükelleftir. İnsan için hakikatin bir başka yüzü olarak yaratılan kozmosu bozmak, kaosa neden olmak, en büyük suçtur. Yeşil Koro, varlıklar arasındaki kozmosa dikkat çekerek onu davranışından alıkoymaya çalışır. Şiirin başında da “Denizi

326 Yılmaz Taşçıoğlu, “Sezai Karakoç’un Şiiri Üzerine”, Yönelişler, C. 5, S. 53, Aralık 1990, s. 33- 36.

111

vurmak öldürmek gibidir bir kuşu vurmak” dizesinde olduğu gibi, doğadaki bütün varlıkların birbiriyle bağlantılı olduğu bir ekolojik sisteme işaret etmektedir. Avcıya düşen, bu sese kulak vermektir; zira yasanın ifadesi olarak “[b]u ses göklere uygun ve ayarlı”dır. Bu tavır, göksel bir hakikate dayanmaktadır. Avcının davranışının yanlışlığı, yine insan ile doğa arasında yapılan bir analoji ile ortaya konmaya çalışılmaktadır. İnsanın çocukları ile kuşun yavrusu arasındaki bu analoji, aslında doğanın kavrama biçimini gösteren en önemli göstergedir:

“Avcı tüfeğini yöneltmiş avcı vurma bu kuşu Bu rengi bozma bu düzeni değiştirme Bu altın tüyler kan görmesin

Seni evde beklerken çocuklar

Onun da yuvasında bekleyen yavruları var Tüfeğini yere çevir

Bu ölüme ancak yer dayanır Bu ölümü ancak yer kabul eder Bu ses göklere uygun ve ayarlı

Üstünde kuş uçmayan ağaçları düşün”328

Geleneksel dünyanın doğa anlayışını ifade eden “YEŞİL AYDINLIK KORO” için insanın “avcı” olması mümkün değildir. Bu anlayışa göre doğada bir çatışmadan söz etmek mümkün değildir. Bütün doğa, çatışma ilkesine göre değil, teavün anlayışına göre hareket eder. Bu anlayışın temelinde çatışmaya dayalı bir mücadele değil, sevgi vardır. Çünkü bütün mahlûkat, Yüce Yaratıcının bir yansıması olarak var olurlar. Doğadaki bir unsurun diğerini yok etmeye çalışması, varlığın sonu anlamına gelmektedir.

“Ben avcı olamam halk ölüden kaçar (...)

Ben avcı olamam gül koparamam Tüyü mavi kutsal yağmurdan ayıramam

Olağan avlarla yetinirim bir el bir eli sıkıyorsa o eli avlıyordur Av karşılıklı olmalı avlayan av olmalı

Yalnız av kalmalı ortada artık avcı mavcı yok Avcı ortadan kalkmalı her alanda”329

Descartes’ın “cogito” üzerinden temellendirdiği özne olarak “düşünen insan”, kendisi dışında olanı ölçülebilir bir alan olarak görerek bütün tasarruf hakkını

328 Karakoç, a.g.e., s. 111. 329 Karakoç, a.g.e., s. 113.

112

kendinde görmüştür. Doğa, artık aşkın bir yasanın ilkelerine göre değil, aklın sınırları dâhilinde incelenen mekanik bir yapı olmuştur. Tanrı’ya göre şekillenmiş varlık anlayışı ve hiyerarşisi, yerini insanın aklının aldığı matematiksel dile bırakacaktır.

Ortaçağda doğa, Tanrı’yı işaret eden ikinci bir kitap olarak insanı hakikatinin önemli bir parçası olarak var olmuştur. Doğa, 17. yüzyıla kadar bu konumunu devam ettirerek tanrıçalık mertebesinde yer alırken, bu yüzyıldan itibaren bir düşüşe uğrayacak ve bir makina haline gelecektir. 17. yüzyılda yer alan bu düşüş sonucu doğa, insanın kullanımına, sömürüsüne açık, sırlarına sonuna kadar erişilebilir bir konu haline dönüşür.330

Doğanın, tanrısallıktan, sömürülen bir yer haline gelmesinde önemli etkileri olan düşünürlerden biri de F. Bacon’dır. “F. Bacon'ın asıl hedefi, bilgiden çok doğa üzerinde güç sahibi olmak, doğaya egemen olmaktır. Ona göre, kendinde bilgi ya da doğruluk yoktur. Bütün bilgiler insana yararlı olmak, dünya üzerinde ‘regnum humanum’ (insanın egemenliği), herkesin mutluluğunu sağlamak için vardır.”331

“Av Edebiyatı” şiirde doğaya karşı değişen bu genel görü, çok başarılı bir şekilde yansıtılır. Buna göre sorun, doğanın tahrip edilmesi değildir; çünkü bu tikel bir hadise şeklinde ortaya çıkmamaktadır. Asıl sorun, doğanın aşkın yasadan arındırılarak tahribinin meşrulaştırılmasıdır. Bu durum, geleneksel dünya görüşüne göre, doğanın bütün ruhunun öldürülmesi, metalaştırılması anlamına gelmektedir. Doğanın tahrip edilmesi/yok edilmesi büyük bir sorun olmakla birlikte, asıl sorun söz konusu bakışın kabullenilmesidir:

“Avcının yöresine bir bakışı var

Bakışının düştüğü yer morarıyor sararıyor Kuş kurşundan ölmez bakıştan ölür

Sular çekilir gök koyulaşır güneş batar akşam olur”332

Bu yeni bilim anlayışı, ölçülebilir hale gelen doğayı, insanın yararına olacak tarzda kullanıma sokma şeklinde olacaktır. Yaşamın devamını sağlayan şey, ilahi bir

330 Tülin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, 4. Baskı, İstanbul 2010, s. 21. 331 Tülin Bumin, a.g.e., s. 22

113

güç değil, yaşamda kalma mücadelesidir. Yaşam, her zaman güçlülerin kazandığı ve doğal seleksiyonun sağlandığı bir mücadele alanıdır. Bu anlayış, kapitalist modernleşmenin temel ilkesi olarak hayatın her alanını belirleyecektir. “Av Edebiyatı” şiirinde bu düşünce, “Tehlikeli Koro” ve “Katmerli Tehlikeli Koro” ile temsil edilir. Aşağıdaki dizelerde “Medeniyet avla başlar” denilerek modern Batı uygarlığının bu yıkıcı tarafı ortaya konmaya çalışılmaktadır.

“Av yaşamaktır balık av olmak için çıkar su yüzüne Avlamayan av olmaya çıkar

Kuş av olmak için şehrin üstünden uçar Köprünün direklerine konar martılar Av dileğiyle oynamak martı bunu yapar Avcının olduğu yerdedir avın yaşaması Medeniyet avla başlar

Şimdi de ayı avlamak istememiz boşuna mı Avlanın avlanın varolduğunuzu bilmek için İnsan insan olduğuna avla çıkar

Avla bulur tabiatı ve tabiatın ötesini”333

Materyalist bir anlayışı ifade eden “Tehlikeli Koro” ve “Katmerli Tehlikeli Koro”, insanı “eşref-i mahlûkat” seviyesinden alelade biyolojik canlı seviyesine indirmektedir. İnsanın da içinde olduğu varlık anlayışı sadece bu dünya hayatındaki canlılıkla ölçülmektedir.

“Gelin kan verin biz burda

Karşı koyuyoruz bilinmeyene insanın her yerinden Kökünü çıkarıyoruz ağacın ölüm denen

Kıldan damarlarını soktuğu yaşamanın içinden Verin ölümün kökünü getirin kanla

Kandan köprü yapıp geçelim sonsuzluğa Kandan yapılır gerçeğin ekmeği asfaltı Kanla geçilir yolların en sağlamından”334

“Yeşil Koro”nun bütün karşı çıkışana rağmen geleneksel dünyanın tezlerine yabancılaşan avcı, artık kendisini ait hissettiği modern Batı uygarlığın gerektirdiği gibi davranacaktır ve kuşu vuracaktır. Karakoç’a göre modern Batı medeniyetini kabullenen bir insanın başka türlü davranma olanağı yoktur. Çünkü bu uygarlık

333 Karakoç, a.g.e., s. 112.

114

temelde yaslandığı düşünceler açısından böyle bir birey inşa etmektedir ki bu durum, Karakoç’un insanlığın felaketi olarak adlandırdığı ve dikkat çektiği noktadır.

Modern bilimin matematik dilinin makanikleştirdiği doğa ve tarih anlayışı, doğada ve toplum hayatında, evrim ve kapitalizm gibi çatışmacı-rekabetçi teorileri doğurmuştur. Yukarıdaki şiirde avcı ile temsil edilen bu çatışmacı-rekabetçi zihniyet, Taha’nın Kitabı’nda “yarasalar” ile ifadesini bulur. Şiirde “yarasalar”, modern Batı uygarlığının yıkıcı tarafını göstermektedir. Bu yıkıcılık emperyalizmi sonuç verecektir. Aşağıdaki dizelerde modern Batı uygarlığının dayandığı esaslar söylenerek eleştirilmektedir:

“Kan kazan bir karabasanım ben Bir yarasa diyordu ki

Çağlarda çağlayan bir çavlan bir çağlayanım Çalı çırpı çadır çıkın bir çavdar uygarlığıyım ben Bir yarasa diyordu ki

Raslantılı rakamlardan bir rahibin rabbıyım”335