• Sonuç bulunamadı

2.1. MODERNİTE AÇISINDAN İNSAN

2.1.2. Sezai Karakoç’un Modern Bilim ve Modern İnsana Eleştirisi

2.1.2.3. Modernite Sürecinde Yabancılaşan İnsanın Eleştirisi

2.1.2.3.3. Bireyden Topluma, Yabancılaşma

Sarıkaya’nın da ifade ettiği gibi Karakoç, yabancılaşmayı bireyden aileye, aileden cemiyete yayarak geniş bir yelpazede resmetmeye çalışır. Karakoç’un açık uçlu dilinden hareketle, Taha’nın Kitabı’nda Taha’nın yaşadıklarını hem kişisel bir serüven olarak hem de aynı serüvenin toplumsal boyutu olarak değerlendirmek mümkündür. Karakoç’un kişisel hayatı açısından oğul olarak kendisi, bir doğulu olarak batıya gidecek, aynı bölümde daha sonra verileceği üzere anne ölecek, sonra baba toprağa düşecek ve yavaş yavaş evin ölümü gerçekleşecektir. Sosyolojik ya da tarihsel planda değerlendirildiğinde ise, Tanzimat’tan itibaren Batıya eğitim amacıyla gönderilen dönemin gençlerinin birer Batı hayranı olarak bu fısıltıya kulak vermeleri neticesinde ilkin “oğul”lar gitmiştir. Batının “mimar” olarak ifade edilmesi, bu sürecin bir plan dahilinde yürütüldüğüne işaret etmek içindir. Aile ya da bütün bir toplum, düşünce olarak “oğul”un gittiği yolu seçeceklerdir. Özünden koparak yabancılaşmak, adeta bir mukadderat olarak kendini topluma dayatmıştır.

346 Karakoç, a.g.e., s. 494.

122

“Batının fısıltısı içlerindeydi

Oğul önce gitmişti onlar da gidecekti Mimar batıdaydı ev oraya gidecekti Bir Nuh olsa önleyecekti belki Sular ama ta dağlara vurmuştu”347

“Batının fısıltısı” bir aldatmadır. Şaire göre seçilen yol; insan, toplum ve doğa gerçekliğine uymamaktadır. Nitekim bu süreçte toplum, bu sese uyacak fakat bir mutluluk bulamayacaktır. Bu değişim, iğreti bir görünüm ortaya çıkaracaktır. Ev, yerine yerleşemeyecek, toplum kök salamayacaktır. Modern hayatın topraktan uzaklaşmasından dolayı hem gerçek anlamıyla hem de toplumun kök salacağı metafizik bir zemininin olmayışı açısından bir metafor olarak kök salacak toprak yoktur. Köksüz bir toplum ortaya çıkmaktadır.

“Aldattı bir muştu onları

Çöktü kış erzakı gibi biriktirilen sabırları Bir çağrı vardı ortalıkta ayağa kaldıran yatırları Kurudu birden doğu kaynakları

Kaynadı birden batıda anne karnının suları Kışın bakışıydı çağıran

Ev yerleşmedi yeni yerine

Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine Göz toprağı arıyordu toprak yoktu”348

Karakoç, ataerkil bir toplum içinde yetişmesine rağmen toplumun varlığını devam ettirmesi açısından anneyi daha merkezi bir konuma yerleştirir. Bu hem kişisel hayatı açısından hem de İslam toplumu açısından bu şekilde değerlendirilir. Anne, toplumu yetiştiren bir geleneğin en önemli ayağıdır. Karakoç’un kişisel hayatında da annenin ölümü nasıl aileyi sarsmışsa, reel planda da annenin ölümü, toplumun yok oluşunun başlangıcı olmuştur. Annenin ölümü, bir açıdan toplumu inşa eden “kadın”ın düşmesi şeklinde de değerlendirilmeye müsaittir. Kadının aile içinde “annelik” rolünden ziyade, sosyal hayatta “kadın” olmayı tercih etmesi, bir bakıma aileyi yani toplumu yok eden ilk etmen olmuştur.

“Ve anne düştü ilkin Anne indi demire

Bir ağıt var çamaşır ipinde bile

347 Karakoç, a.g.e., s. 317.

123

Artık kurşundan gölgeler baba ve kardeşler Durup suçluyorlar birbirlerini

İlerlerken lânetliyor her biri kendisini Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi Kilerler boşaltıldı farelerce

Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere Anne gitti ve sular buruştu testilerde Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir

Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir Bir vakitler anne açarken kapıyı

Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı Anne gitti ve açıklandı ki

Yarasalar da incir buğusu gibi bir şeydi”349

Annenin ölümünden sonra kardeş düşmüştür fakat kardeş “tutsak” düşmüştür. Çocuklarını kaybeden toplum, içe kapanmaya başlamıştır. Karşı koyma birikimini, gücünü, yöntemini bilmeyen toplum, reflektif bir tavırla var olanı koruma yolunu seçmiş ve yalnızlaşmıştır. “Kardeş”ten sonra da baba düşecektir. Böylece toplum bütün bireyleriyle bir bozgun yaşayacaktır.

“Sonra kardeş düştü tutsak düştü Kan ter içinde satıcılar öçleri yok Bir set çekmek için kumsalda İnsanlıkla kendi aralarında Beton atıyorlar taş biriktiriyorlar Duvarlar çetin pencereler yüksek Gittikçe kapanıyoruz içimize Duvarlar duvarlar duvarlar Duvarlarla çevrilerek

Sonra baba düştü en sonra bir sonbaharda Bozgunun acı bir sürgün verdi babada”350

HKS’nin 5. bölümünde Hızır, yolculuğuna devam etmektedir ve uğradığı bir yerdeki gözlemlerini aktarmaktadır. Bu bölümde, aile kurumuna odaklanır. Şiirde, inanç üzerine kurulu olan ailenin bütün unsurlarıyla artık yok olmaya başladığı ifade edilir. Geleneksel toplumun temel taşı olan aile kurumu, yok olmaya başlamıştır. Ailenin yok olması, insanın yok olması, dolayısıyla toplumun yok olması anlamına gelmektedir. Toplumu başka bir mecraya sürükleyen yabancılaşma yani “Evin kötü düşü balkona ağmıştı”r. Bu, topyekûn bir yok oluştur.

349 Karakoç, a.g.e., s. 318.

124

“Ben Hızır... gün... falan saatta... yerde İnceleme yaptım

Anne suçsuzdu ve öldü

Baba suçsuzdu eski incirler gibi hışırdıyordu Küçük çocuk suçsuzdu

Bal rengi bir akıl sarasına bağışlandı Öbürleri suçsuzdu

Çiçeğe yeni durmuşlardı Suçlu bendim

Geç kalmıştım

Evin kötü düşü balkona ağmıştı”351

Artık hayatın bütün alanlarında kabul edilen Batı bilim ve düşüncesi, toplumun tamamen farklılaştırmıştır. Her şeyin düşüşüyle artık her yanda yeni düzenin hükmü geçmektedir. Doğa anlayışı değişmiş, artık tek gerçeklik ampirizm ve pozitivizmin söyledikleri, yani laboratuvardan çıkan sonuçlardır. Tek gerçeklik maddenin kendisi ve gerçekliğin sınırı da madde ile varlığı ölçüsündedir. Artık bütün sorunların kaynağı “[y]eni bir kitabın” geçerli olduğu bir zamandır. Toplum düzeni de ona göre şekillenmiştir. Kendisine yabancılaşan yerli toplum yerine, kentte “kavrulmuş turistler dolaşıyor”dur. Aşkın bile bir anlamı kalmamıştır. Aşklar, günübirlik eğlencelere dönmüştür. Çünkü, modern insanda “sabır” ve “yüceltme” hasletleri yoktur.

“Bozgun Ay yıkılıyor laboratuvar laboratuvar Bildiri küf bağlayan anıtlar

Kentte kavrulmuş turistler dolaşıyorlar Çekirge aşkları karyolada kunduralar Yağmur bile bir kumar gibi iniyor üstümüze Şimşek işliyor gece ve gündüz göğdemize Yeni bir kitabın çıbanından

Yükseliyor yeni bir kan çağıltısı içimizde”352

HKS’in ilk bölümünde Hızır, gezdiği şehirlerdeki gözlemlerini aktarmaktadır. Gittiği şehir, simgeler üzerinden değerlendirildiğinde inançlı insanların yaşadığı bir yerdir fakat insanlar, inançlarına, inançlarının kaynağına yabancılaşmışlardır. Kendi anlam dünyalarının temelini oluşturan “kutsal kitaplar” hayatın birer tanzim edicisi olarak değil, duvara asılarak bir açıdan hayatın kıyısına itilmişlerdir.

351 Karakoç, a.g.e., s. 181.

125

“Her evde kutsal kitaplar asılıydı Okuyan kimseyi göremedim Okusa da anlayanı görmedim”353

Toplum hayatının belirleyicisi artık inanç değildir. Toplum inançtan o kadar uzaklaşmış veya dünyevileşmiştir ki, şiir anlatıcısı, bu acı durumu görmemeyi yeğlediğini söylemektedir. Şiir alatıcısı Hızır olmasına rağmen, aşağıdaki ifadeler onu modern zamanda yaşayan bir kişiye dönüştürmektedir. Bu kişi “Sesler” ve “Fırtına” şiirlerinde kendi serüvenin peşinde koşan, bir arayış içindeki kişi ile aynı özelliklere sahiptir. O şiirlerde bu kişi, artık modernleşen bir şehir olarak İstanbul’a odaklanır, şehre eklemlenmeye çalışır. Bunun için gayret de eder. Zaman zaman tereddüt yaşar; fakat bunun mümkün olamayacağını fark eder ve bir reaksiyon gerçekleştirerek bu hayatı ve bu hayatı şekillendiren düşünceyi yadsıyacaktır. Burada toplumun tamamında yaşanan yabancılaşma bir metonimi olarak şehirle anlatılmaktadır. İnsanın yüreğindeki inançsızlık, katılık olarak şehre yansımıştır. Hızır, şahidi olduğu bu dayanılmaz hali dile getirmektedir:

“Ey batıdaki mağaralar Beni afyonunuz bağlasaydı da Uyusaydım

Bu katı bu sert kente gelmeseydim”354

Yine HKS’de Hızır, gezdiği yerlerde bir hayatiyet emaresi görmeye çalışmaktadır. Musa gibi bir yolculuğa çıkartma adına inançlı insanın peşindedir. Fakat ne tarafa baksa ayrı bir hüsran yaşayacaktır.

“Giydiklerin öyle ölümsüz büzülmüş ki Seni bir bardakta kaynayan

Abıhayat sandım

Elim uzandığı yerde kaldı”355

HKS’nin ilk bölümleri birer fragman olarak İslam toplumunun inanç paradigması üzerinden genel görünümünü resmetmektedir. Hızır, zahiren bir inanca sahip oldukları görünen ibadet eden insanların arasındadır. Bu insanlar arasında da

353 Karakoç, a.g.e., s. 175. 354 Karakoç, a.g.e., s. 175. 355 Karakoç, a.g.e., s. 176.

126

aynı inanç katastrofunun yaşandığına işaret edilir. Din adına söylenenleri anlayan kimse kalmamış gibidir. Olanlar da yok denecek kadar azdır. Toplumda bir düalizmin yaşandığına işaret edilmektedir. Dinin emirleri, sosyal hayata karışınca bir anlam ifade etmemektedir. Yüreklerdeki susayış, çocuklar görülünce unutulmaktadır.

“İki müslümanın arasından geçtim fark etmediler Hutbede imamın sözlerinin arasına tek bir kelime Karıştırdım tek bir kelime

Bir kaç kişi irkildi Gerisi susadı susadı

Çıkar çıkmaz çeşmelere koştular Ama su yabancı ve acı geldi Çocuklarını görünce o vakit Dindi iç ırmak yankıları”356

HKS’nin Ashab-ı Kehf’ten bahseden bölüm, bu kişilerin kendi aralarındaki diyaloğu şeklinde tasarlanmıştır. Kuran’da geçen bilgiye göre de yüzyıllarca bir mağarada uyuyakalmış olan bu gençler grubu, hakikat ile özdeşteştirerek anlatılır. İnsanın hakikati ne zaman hatırladığı ve ne zaman unuttuğu ile ilgili pek çok ayrıntının verildiği bölümde zenginliğin, insanı inançtan uzaklaştırdığını ifade eden aşağıdaki dizeler önemlidir. Burada olduğu gibi, inanç ile dünyevilik arasında bir karşıtlıktan söz edilmektedir. Dünyevileşmek, inanca yabancılaşmanın sebeplerinden biridir:

“Her define bulunuşunda bizi unutsa da Yeraltından her levha çıkışında

Bizi hatırlayacaktır”357

Konuk adlı şiirde ise şiir anlatıcısı, kendisine yabancılaşan toplumun ve hayatın içinde yaşadığı yalnızlığı dile getirmektedir. Kendi anlam anlayışına uymayan, kendi dünya görüşünden farklı bir hayat benimseyen insanların içinde bir “yabancı” olarak kaldığını ifade etmektedir. Topyekûn değişen toplumda inançlı olmak, yabancı olmak anlamına gelmektedir. Bir açıdan inançlı olmak, bütün bir hayatı karşısına almak demektir ve şiir kişisi, örtük olarak yaşadığı bu süreci anlatmaktadır.

356 Karakoç, a.g.e., s. 179.

127

“Ben yıllar yılı burada Başka bir zamanı yaşadım İnsanlar başka kelimeler başka Başka bir gümüştü ağaçlardan dökülen (...)

Anılar siz zaferinizi kutlayın gerdekte Ben beton bir fonda kızgın gerçekte”358

Karakoç’un şiirleri içinde yabancılaşmaya en güzel örneklerden biri Masal şiiridir. Şiirde yabancılaşmanın ilginç bir yönüne dikkat çekilir: “Doğu'da bir baba vardı /Batı gelmeden önce /Onun oğulları Batı'ya vardı”. Her ne kadar Batı’nın Doğu hakkında bir planı varmış gibi gözükse de onlar gelmeden Doğu, kendi isteğiyle bu süreci başlatmıştır. Şiirde, gerekliliği ya da zorunluluğu hakkında herhangi bir düşüncenin belirtilmediği bu süreç, “baba”nın izni ve iradesi ile başlamış değildir. Haddizatında babanın onaylamadığı ve karşı çıkar gibi göründüğü nokta, batıya gidiş değildir; batıya gittikten sonra “değişmek” ve yok olmaktır. Baba ve yedinci oğulun duruşları üzerinden söylemek gerekirse Karakoç’un Batıyı bilmek ve anlamak ile ilgili bir önyargısı yoktur; temel sorun, Batıyı yanlış bir gözle değerlendirme neticesinde aşağılık kompleksine girerek kendi kimliğinden vazgeçmek ve ait olduğu uygarlığın bir ferdi olarak varlığını devam ettirememektir.

Birinci oğul, babasına duyulan saygıdan pay alarak çok iyi karşılanacak ve onuruna ziyafetler verilecek, kendisi de bu “görüntü”ye aldanacaktır:

“Gece olup kuştüyü yastıklar arasında Oğul yarınki masmavi şafağın rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri

Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere”359

Ağabeyinin öcünü almak için Batıya giden ikinci oğul, asıl amacını unutacak ve bir kıza aşık olacaktır. Bütün çabasına rağmen kendisi farklı bir uygarlıktan olduğu için “Batı bir uçurum gibi girdi aralarına” dizesinde ifade edildiği gibi muradına eremeyecektir. Sevdiğine kavuşamamak, Doğu kültüründe olduğu gibi, ikinci oğulu manevi bir yola sevk etmeyecektir. Eğer bu sevgi, ait olduğu kültürün bir bireyi gibi davranmış olsaydı, ikinci oğulun bir “Mecnun”a dönmesi icap ederdi;

358 Karakoç, a.g.e., s. 613-614. 359 Karakoç, a.g.e., s. 409.

128

fakat o, temelde bir yabancılaşma yaşadığından bu aşk, kendisinin maddi manevi sonunu getirecektir:

“Yıllarca peşinde koştu onun Kavuşamadı ama ona

Batı bir uçurum gibi girdi aralarına Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr Alıp götürdü onu

Ve ikinci oğulu

Sivri uçurumların ucunda

Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda”360

“İşin künhüne” varsın diye baba tarafından gönderilen üçüncü oğul ise ilkin açlıkla karşılaşacaktır. O da ilkin bu sorunu hallettikten sonra babasının sözünü yerine getirmek düşüncesindedir faka zamanla para kazanmak ve toplumda bir statü sahibi olmak uğruna yitip gidecektir:

“Çok aç kaldı ezildi yıkıldı

Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı Fakat Batı'nın büyüsü ağır bastı

İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı Sonra büsbütün unuttu onları

Şef oldu buyruğunda bir çok kişi Kravat bağlamasını öğrendi geceleri

Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler Patron oldu ama hâlâ uşaktı”361

Dördüncü oğul da bir amaç uğruna Batıya gitmesine rağmen asıl amacını unutacaktır. Diğerlerinden farklı olarak o, bilimle uğraşacak ve zamanla Batının bilim anlayışını benimseyerek daha büyük bir yabancılaşma yaşayacaktır. Örneğin üçüncü oğul, bir hemşerisini gördüğünde mahcubiyet hissettiği halde dördüncü oğul, topyekûn bir ret anlayışı ile iradi bir yabancılaşma yaşayacaktır.

“Dördüncü oğul okudu bilgin oldu Kendi oymak ve ülkesini

Kendi görenek ve ülküsünü Günü geçmiş bir uygarlığa yordu Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı Batı bilginleri bunu kutladı O da silindi gitti binlercesi gibi”362

360 Karakoç, a.g.e., s. 410.

129

Beşinci oğulun durumu bir açıdan ironik bir durum barındırır gibidir. Diğer kardeşlerinden farklı olarak kendisi Batıya gidecek ve şiirle uğraşacaktır. “Batı’nın ruhunu sez”ecektir fakat dönüş düşüncesine rağmen realiteyi yeterince idrak edememesinden dolayı o da yok olup gidecektir:

“Beşinci oğul bir şairdi

Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve Batı'nın ruhunu sezdi

Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır

Batı'nın uçarılığına ve Doğu'nun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda”363

Altıncı oğul ise Batıya gidecek ama hiçbir varlık gösteremeyecektir. Daha Batıya varır varmaz içkiye alışacak, derbeder bir hayata yaşayıp yok olacaktır:

“O da daha Batı kapılarında görünür görünmez Alıştırdılar tatlı zehirli sulara

İçkiler içti

Kaldırım taşlarını saymaya kalktı Ev sokak ayırmadı

Geceyi gündüzle karıştırdı

Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara”364

Şiirde baba ve yedinci oğul dışında diğer altı oğul, yabancılaşmayı farklı şekillerde yaşarlar. Bunlar aslında modernitenin temel argümanlarıdır. Birinci oğul, gerçeği fark edememe neticesinde bir aldanma şeklinde hayatından olacaktır. Birincisi de genel anlamıyla dâhil olmak üzere diğer beş kardeş; hazcılık, iktidar ve statü hırsı, materyalist bakış ve bohem hayat gibi modernitenin insanı gerçek hakikatinden uzaklaştıracak birer oyununa gelmişlerdir. Bu, metafizik temelli inançlı bir hayat yerine, tamamen maddeci bir dünyevileşmeyi tercih etmektir. Şiirde her bir oğul üzerinden gösterilmeye çalışılan aldatıcı şeyler, aslında topyekûn modern düşüncenin şekillendirdiği yeni hayat tarzıdır. Tarihsel bir süreç olarak bu yabancılaşmaya bakıldığında baba, altı oğlunun bu hazin durumu karşısında daha

362 Karakoç, a.g.e., s. 411.

363 Karakoç, a.g.e., s. 411. 364 Karakoç, a.g.e., s. 411-412.

130

fazla dayanamayacak ve ölecektir. Ama aslında oğullar ölmeden önce, yeni bir baba arayışına girerek kendi babalarını azar azar öldürmüşlerdir. Şiirde yabancılaşmanın en görünür simgesi “değişmek”tir.

Karakoç, diğer şiirlerinde olduğu gibi bu şiirde de bu makûs “değişim” sürecinin bittiğini, Batının bütün çabasına rağmen buna direnecek “yedinci oğul”ların varlığının, “baba”nın ıstırabını dindireceğini ifade etmektedir.

“Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek

Beni öldürseniz de çıkmam buradan

Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum”365

2.2. GELENEK VE DİRİLİŞ AÇISINDAN İNSAN