• Sonuç bulunamadı

Mizancı Murat’ın Umudu

2.1. UMUT: Yeni Bir Geleceğin Umudu

2.1.5. Büyük Umutlar

2.1.5.1. Mizancı Murat’ın Umudu

Mizancı Mehmet Murat’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı romanı, Paris’te aldığı tıp tahsilini tamamladıktan İstanbul’a dönen Mansur Bey’in İstanbul’a gelmek için yaptığı vapur yolculuğuyla açılır. “Tahminen yirmi yirmi bir yaşında bir fesli delikanlı”, Varna’dan bindiği Volkan vapurunun güvertesinde etrafındaki insanların sorularını bile duymayacak derecede içine dönmüştür:

“Güya bir şeyi kaybetmekten korkuyormuş gibi, hatta göz kapaklarını görünmeyecek derecede süratle indirip kaldırıyordu. Sair vapur arkadaşları gibi

çokluk etrafa da bakmayıp hep ilerideki nokta-i meçhule hasr-ı enzar eylemişti. O noktaya bir an evvel kavuşmak arzusu her halinden nümayan idi. Vapurun sürati kifayet etmiyormuş gibi başını dik tutmakla beraber acelesinden vücudunun nısf-ı balâsını öne doğru eğmiş bulunuyordu.”275

Romanın ilerleyen sayfalarında, âdeta geminin hızını yetersiz bulup bedeninin açısıyla bile ileriye yönelen Mansur Bey’in baktığı “nokta-i meçhul”ün aslında memleketin geleceği olduğu anlaşılır.

Buna benzer bir sahne, Nabizade Nazım’ın Zehra’sında da görülür. Anlatıcı Boğaz’ın güzelliğini anlatırken, muhtemelen kanıksanmış bir manzarayı daha taze gözlerle ifade edebilmek için “İstanbul’u henüz ilk defa görmeye gelen bir temaşager- i mütehassis tasavvur ediniz.”276 diyerek Boğaz’ın güzelliklerini tasvir etmeye başlar. Mizancı Murat’ın Mansur’u, tam da Nabizade Nazım’ın kast ettiği türden “İstanbul’u henüz ilk defa görmeye gelen bir temaşager-i mütehassis”tir. Boğaz’ı ilk kez gören birinin yaşadığı bu türden bir estetik çarpılma, Ahmet Mithat’ta da görülür. Demir Bey

yahut İnkişaf-ı Esrar’da Fransa’dan gelen gemide bulunan ve İstanbul’u ilk kez gören

Polini kadar aslen İstanbullu olan Mustafa Kamerüddin de aynı çarpılmayı yaşar. “İstanbul’u bu uret-i duhulün enzar-ı erbab-ı temaşada tasvir eylediği acayip kalemle tarif edilemez. Görmeye muhtaç şeylerdendir. Bu tesir yalnız İstanbul’u ilk defa olarak gören ecnebilerde vaki olmakla dahi kalmayıp an-asıl İstanbullu oldukları bir müddet gaybubet etmiş olanlarda dahi hasıldır.”277 Sergüzeşt’te Celal Bey, Dilber ile yaşamaya başladığı aşkın coşkusuyla Boğaz’ı tazelenmiş bir farkındalıkla izler. “Köprüden diğer bir vapura bindiği zaman, ilk defa görüyormuş gibi, Boğaziçi kendisine şahane bir manzara arzederek hiçbir vakit dikkat etmediği zâ-halecan sinelerini buluyor ve iki yar-ı muhabbetkârı sükûnet ve letafetiyle bahtiyar edecek kâşâneler keşfeyliyordu.”278

Turfanda mı Yoksa Turfa mı dışındaki romanlarda başkarakterler Boğaz’ı, onu ilk kez

275 Mizancı Murat Bey, Turfanda mı Yoksa Turfa mı, Özgür Yayınları, İstanbul 2011, s 17.

276 Nabizade Nazım, “Zehra”, Zehra / Karabibik, Haz. Özlem Fedai, Özgür Yayınları. İstanbul, 2011.

277 Ahmet Mithat, Demir Bey Yahut İnkişaf-ı Esrar, TDK Yayınları, Ankara, s. 488. 278 Samipaşazade Sezai, Sergüzeşt, Haz. Yıldıray Çavdar, Palet Yayınları, Konya 2017, s. 84.

gören birinin dikkatiyle izleyip Boğaz’a daha çok yoğunlaşsalar da, Boğaz’ı diğerlerinin aksine gerçekten de ilk kez gören Mansur, doğa güzelliklerini görmez ve iç dünyasına dalmıştır.

“Hâlbuki bu acayip delikanlı birinci defa olarak darü’l-hilafeye gelmekte, yani şu manzar-ı bî-hemtayı yeni görmekte idi! Görmekte idi mi? Yanlış söyledik. Mansur Bey hiçbir şey görmüyordu. Gözleri açıktı. Fakat beyni hissiyat ve teessürat-ı kalbiye ile kâmilen istila olunmuş idi. Gözün hizmetine ayine-i in’ikas ve teessür olacak beynin bir cüz’ü kalmamıştı.”279

Böylece, Mansur’un duyguları duyularını bastırmıştır: “En ulvi efkârın tervicine merkez olmak üzere tercih ve ihtiyar olunmuş bir kıble-gâh-ı âleme ilk defa takarrüb etmekte bulunan bir hamiyyetkârın kalbi böyle mühim bir dakikada hiç göze meydan verir mi?”280 Daha vapur İstanbul’a yaklaşırken, onu “bir kuvvet-i mıknatisiye gibi kendisini çekmekte bulunan ‘ileri’ye bütün hissiyatını veren”in (s. 19) İstanbul’un güzelliklerinin olmadığı açıktır. Ona bu “ileriye doğru” duygusunu veren şey, İstanbul’daki ikbal tutkusu da değildir. Mansur, bir umut üzerine yaşamaktadır. Mansur, Paris’te başarıyla bitirdiği tıp tahsilinin ardından kendisine Fransa’da sunulan ikbal tekliflerini geri çevirmekle yetinmez, payitahtta kendisine sunulan makamları ve imkânları da reddeder. Zaten ona göre devlete hizmet, insanlığın bir gereğidir: “Vallahi amca efendi, insan için hizmetsiz durmak müşküldür. Çünkü devlete, cemiyete hizmeti olmayan insanın hayvandan farkı kalmaz” (s. 162). Bu anlamıyla, Mansur, Ahmet Mithat’ın ideal tiplerinin pekâlâ safdil olmakla itham edebilecekleri türden bir karakterdir.

Letaif’i Rivayat’ın on birinci cüzünde yer alan Bahtiyarlık’ta başka bir Mansur

Bey daha göze çarpar. Ahmet Mithat, gençlerin Avrupa’ya gönderilmesini teşvik eder; fakat bu gençlerin memleketlerine dönüşte yine Osmanlı ahlakı üzerine dönmelerini tavsiye eder. Romanların hem yozlaşan hem de ideal bir tip olarak dönen kahramanların durumlarını sıkça işler ve bunlarda göze çarpan unsur, ahlaki yönden iyi bir aile eğitimi alanların iyi, yabancı dadılar elinde eğitim alanların ise alafranga

279 Mizancı Murat, Turfanda mı Yoksa Turfa mı?, s. 20. 280 a.g.e., s. 21.

olarak dönmeleridir281. Ahmet Mithat’ın, Turfanda mı Yoksa Turfa mı’dan altı yıl önce kaleme alınan bu romanındaki Mansur da ilk eğitimini Madam Terniye’den almıştır ve daha on üç yaşındayken tıpkı Mizancı Murat’ın Mansur’u gibi Paris’e okumaya gönderilir. Babası Abdulcabbar Bey’in de Mısır’da arazileri vardır ve bunların “hüsn- i idaresi” için mühendislik eğitimi alır. Fakat iki Mansur’un arasında dünya görüşü ve umutlar bakımından büyük bir fark vardır. “İstanbul’da ilk tahsili ne yolda olduğuna dikkat edilmiş ise Mansur Bey’in Avrupa’dan ne kadar Müslüman, ne derecelerde Osmanlı olarak avdet edeceği dahi elbette düşünülür.”282 Bu ifade, Mizancı Murat’ın romanında Emin Paşa’nın da endişelerinin bir hükme dönüşmüş hali gibidir. Emin Paşa, gerekli eğitimin her nerede ise orada alınmasını savunan Mansur’a “Tahsil için her sene biz bu kadar gençleri Paris’e gönderiyoruz. Lakin hiçbiri istediğimiz surette avdet etmiyor. Terbiyesi, ahlakı bozularak, istifade olunur halleri kalmıyor.” dedikten sonra, Paris’te okuyan Mansur’un da öyle olup olmadığını sorar. Mansur, Avrupa’da okuyan Osmanlılardan birkaç zabit ile kendi paralarıyla geçinen birkaç Ermeni delikanlısından başka kimseyi görmediğini söyledikten sonra (Mansur’un “birkaç Ermeni delikanlısı”nı Osmanlılar arasında sayması, onun Osmanlıcılık düşüncesinin kapsamını göstermesi açısından ayrıca dikkate değerdir.) diğerlerinin “’bir kere Paris’i görmek’ üzere gidip bir sene, nihayet üç sene sonra avdet eden birçok mahdum beylerden ibaret” (s. 248) olduğunu söyler. Böylece tam da Ahmet Mithat’ın Mansur’unu tarif eder gibidir. Mizancı Murat’ın Mansur’u, bu kez Ahmet Şunudî ile konuşmasında ise hem Avrupa’ya okumaya giden alafranga gençleri tanımlar hem de Osmanlı’nın geleceğine dair bir umutsuzluktan kaçınılması gerektiğini ifade eder: “Memalik-i ecnebiyeye gidip yarım tahsilde bulunmuş, yani mektep iskemlelerinde dizlerini, dirseklerini delmekten ziyade Paris bulvarlarında potin eskitmiş bulunan gençlerimiz gibi siz de memalik-i İslamiye’yi meyus bir halde görmeyiniz” (s. 182). Böylece Mansur’da umudun kimlik algısıyla kurulan sıkı ilişkisi de ortaya çıkar.

281 Tanzimat romanlarında Avrupa’ya gönderilen gençler hakkında Bk. Alkan Yılmaz, “Tanzimat Romanlarında Eğitim Meselesi Ve Tahsilli Kahramanlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9 Sayı: 43, Nisan 2016, s. 514-531. Alkan Yılmaz, “Türk Romanında Yükseköğrenim Gençliği (1872-1950)”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015.

Alafranga gençler, İslam ülkelerinden umudu kesmişlerdir. Fakat Mansur gibi gençler, türlü zorluklara rağmen umutsuzluğa düşmemelidir. Bu yönüyle umut, bir tür erdeme de yaklaşır. Eagleton, umut duygusuna dair Patrich Shade’in yaptığı “belirli bir amacın arzulanabilir ve gerçekleştirilebilir olduğu konusundaki aktif kararlılıktan alır” tanımını alıntılandıktan sonra umut ve erdem ilişkisini şöyle açıklar: “Bu bakımdan, umut arzuyu, dolayısıyla kelimenin geniş anlamıyla sevgiyi içerir. Kişinin neyi hakkıyla umabileceğini gösterense inançtır ve bu iki erdem, kaynağını en nihayetinde yardımseverlikten alır.”283 Böylece, Mansur’a göre memleketten umudu kesenler; vatanlarını sevmeyip ve ona inanç duymayarak bir erdemden de kaçınırlar. Fakat Mansur’un umudu sadece erdemli bir tavırla açıklanacak türden bir umut değildir. Örneğin, Ahmet Mithat’ın ideal tipleri de kimi açılardan erdemlidir, Avrupa’dan Osmanlı âdâbı üzerine dönerler ve devletin geleceğine dair herhangi bir umutsuzluğa düşmezler, kimlikleri Müslüman-Türk kimliğidir, fakat devletin bekası ve geleceği için üstün bir fedakârlığa girmeyi akıllarından bile geçirmezler. Mansur ise tüm ömrünü bireysel hiçbir fayda gözetmeksizin -hatta bunları feda ederek- bir umuda hasreder. Bu açıdan onun umudu; tüm bilişsel ve fiziksel süreçleri, duygulanımları ve erdemleriyle Ernst Bloch’un umut kavramıyla açıklanmaya çok daha elverişlidir.