• Sonuç bulunamadı

2.1. UMUT: Yeni Bir Geleceğin Umudu

2.1.4. Kırık Umutlar

Tanzimat dönemi ve Servet-i Fünun dönemi romanları, umut nesneleri bakımından da farklılaşmıştır. Tanzimat’ın romantizmi ve Servet-i Fünun’un realizmi gibi, Ahmet Mithat’ın ideal tiplerinin umutları ile Servet-i Fünun romanlarının umutları da birbirlerine zıt özellikler göstermektedir. Halit Ziya’nın çalışmamızın dönemine giren romanlarında, Ferdi ve Şürekası ile Mai ve Siyah romanları haricinde Halit Ziya romanlarında sosyal bir problem yokmuş gibi gözükür. Zaten bu romanların hiçbirinde ideal bir tip görülmez, hatta romanların bir tezinin olup olmadığı bile bazen belirsizdir. Berna Moran, Aşk-ı Memnu’nun ana teması hakkında L. S. Akalın, Cemil Yener, Olcay Önertoy, Cevdet Kudret, Rauf Mutluay, Fethi Naci’nin birbirlerinden farklı görüşlerini sıraladıktan sonra şu tespitte bulunur: “Yazarın kendi görüşlerini saklaması, yapıtın bir tezi olup olmadığı konusunda anlaşmazlıklar yaratabilirdi; ama eleştirmenler yapıtın konusu, hangi tema’nın vurgulandığı üzerinde bile uyuşamıyorlar.”252 Ahmet Mithat’ın tezli romanlarından sonra birkaç farklı merkeze sahip ve herhangi bir ahlaki mesajdan yoksun gibi görünen romanlarındaki umut biçimleri birbirlerinden son derece farklıdır. Selim İleri, Firdevs Hanım ve kızlarının “giyinme sanatı”ndaki buluşlarına atıfta bulunarak Aşk-ı Memnu’nun şahıslarını şu şekilde tarif eder: “Geleceği ve kendi geleceğini göremeyen, ütopyasız insanın yaratıcılığıdır bu. Aşk-ı Memnu’da kimse geleceği özlemez. Her şey gündelik ilişkiler ve çıkarlar üzerine kuruludur.”253

Servet-i Fünun romanlarında Ahmet Cemil gibi birkaç istisna dışında, Ahmet Mithat’ın; iyi bir burjuva olma yolunda beslediği umudu çok çalışarak gerçekleştiren karakterlerinin umutları görülmez. Mizancı Murat’ın Mansur’unda olduğu gibi, İttihad-ı Osmanî ütopyası kuran herhangi bir karakter de yoktur. Bu durum, Halit Ziya romanlarındaki karakterlerin hayatlarına dair bir umut beslemedikleri anlamına gelmez. Fakat bu umutlar, boşa çıkan umutlardır. Hayal kırıklığına uğrayan karakterlerin umutları bireyseldir. Bu bölümde Servet-i Fünun dönemi romanları

252 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 70. 253 Selim İleri, Kamelyasız Kadınlar, Everest Yayınları, İstanbul 2011, s. 160.

olarak kabul edilen on romandaki umutların nitelikleri kronolojik olarak incelenecektir.

Ahmet Mithat Efendi’nin Henüz On Yedi Yaşında romanının bir antitezi olarak yazıldığı kabul edilen254 Sefile, henüz başlangıcında bir umutsuzluğun romanı olduğunu ilan eder. Mazlume, ilk önce annesinin, daha sonra ona hamilik eden Rahime Hanım’ın ölümünden sonra sokaklara düşer ve Mihriban Hanım’ın onu eve götürmeyi teklif ettiği sırada on gündür sokaklarda sefil bir şekilde yaşamaktadır. Cami avlusunda dilencilik eden Mazlume, Mihriban Hanım’ın teklifi sırasında üzerindeki paçavraları süzdükten sonra bakışları “mahzunane, meyusane yere merkuz kal[ır]”. Geleceğine dair bu “meyus” ruh hali, Mihriban Hanım’ın, onu evine alma yönündeki ısrarlı tekliflerine, hatta bunu kabul etmesine rağmen yok olmaz. Nitekim eve girince kendisine sorulan ilk soru Mihriban Hanım’ın kızı İkbal’den gelir: “Mazlume! Bu dünyada nasıl yaşamak istersin?” (s. 34). Aynı zamanda “Bu dünyada nasıl yaşamayı umuyorsun? Umudun nedir?” anlamına gelen bu soru karşısında Mazlume için “[b]u mesele, felsefe-i âliyeden ma’dud”dur. “Mahcubane, hafif bir sesle ‘Bilmem’ cevabını ver[ir]”. Mazlume’nin yaşamaya devam etmek dışında bir umudu yoktur ve “mey’us ruh hali” devam etmektedir. Ona sunulan bir umut da yoktur. Zaten İkbal de başka bir umutsuzluğun ifadesidir. Bir hayat kadını olan annesinin yaşamından nefret eder hale gelmiştir ve henüz on beş yaşındayken “Hayat benim için öyle boş, ehemmiyetsiz görünmekteydi ki, bir tarz-ı hayat intihabına arzu hissetmiyordum.” (s. 46) demektedir. Bu anlamda Selim İleri’nin “geleceği ve kendi geleceğini göremeyen, ütopyasız insan” tanımı, tam karşılığını bulur. İkbal, bir süre annesinin isteğine uyarak evlenmeye razı olur. Evlilik fikri onda bir “tarz-ı hayatının tebeddül edeceği” umudunu doğursa da, bu da boşa çıkar. İkbal, “Ben fecî muaşakalar, şairane muhabbetler tasavvur ederdim. Fakat heyhat!” (s. 51) diyerek hayal kırıklığını belirtse de, onu dinleyen Mazlume’nin anlatıcı tarafından aktarılan iç sesi, İkbal’i yalanlar. İkbal, aslında şiddetli veya saf fark etmeksizin herhangi bir aşkı arzulamamaktadır. “Zeki kız anlamıştı ki İkbal Hanım vücudunu müsin bir zevcin ağuşuna attığı zaman, hükmettiği gibi, hissiyat-ı şübbanesi müstevli-i zulmet olmuş değildi. Bilakis bu kadında hissiyat-

254 Ömer Faruk Huyugüzel, “Sefile Romanına Dair”, Sefile, Halit Ziya UŞAKLIGİL, Sefile, Özgür Yayınları, İstanbul, 2016, s. 9.

ı şehvaniyeye, lezaiz-i hayata şiddetli bir arzu, meftunane bir inhimak vardı” (s. 51). Böylece yukarıda anılan, Selim İleri’nin yargısının ikinci cümlesi olan “Kimse geleceği özlemez. Her şey gündelik ilişkiler ve çıkarlar üzerine kuruludur.” yargısı da doğrulanır. İkbal, her ne kadar hayat tarzını değiştirerek yeni bir gelecek özlediğini söylese de, asıl umudu bedensel arzularının tatminidir. Herhangi bir gelecek projeksiyonu görülmez. İkbal, tensel zevklerinin itkisiyle birliktelik yaşamaya başladığı İhsan Bey’e saldırmak isterken can verir. Romanın başından beri yaşamaktan başka bir umut belirtisi göstermeyen fakat yaşamaya başladığı evdeki hayattan ve ahlaktan imtina eden Mazlume de kendisini İhsan Bey’in kolları arasında bulur. Sonunda Mazlume, İkbal’in yarım kaldığı işi tamamlamak istercesine İhsan Bey’i vahşice öldürür. Mazlume, sefil bir hayattan karanlık bir hayata öyle hızlı geçmiştir ki geleceğine dair bir umudu beslemeye vakit bile bulamamıştır.

Bir Ölünün Defteri ise bu açıdan daha “ümitvar” bir romandır. Yine de,

duyulan umut, “bir ölünün umudu”dur. Vecdi, beraber büyüdükleri Nigâr’ı sevmektedir. Sefile’deki karakterlerin herhangi bir umut beslemeye bile izin vermeyen meyus hayatları yerine bu romanda bir aşktan (beraber büyüdükleri Nigâr’a duyduğu aşktan) umut duyan Vecdi vardır. Bu aşkın başlangıcını “Aşkından ümit duyan ve saadetinden emin olanlara mahsus bir teslimiyet ile uyutan, hayal içinde sallayan aşka kalbimi teslim etmiş idim.”255 diyerek anlatır. Bu duygu, bir aşkın başlangıcına dair bir umuttan daha çok, Vecdi’nin hayatına yön veren bir umuttur. Vecdi’nin aşkı, Ahmet Mithat’in ideal tiplerinde olduğu gibi bir yandan ekonomik teşebbüslerde bulunan karakterlerin aşklarından daha büyük bir anlam ifade eder. Ahmet Mithat’ta umut, yaşama içkindir. Tüm faaliyetlerde kendisini gösterir ve birden fazla iş, bu sırada bitmeyen bir öğrenme merakı veya ticari faaliyet gibi farklı eylemlere bölünmüştür. Fakat Vecdi için bu umut tektir ve bir ölüm kalım meselesidir ve hayati bir önem taşır. Daha önemlisi ise, başarıya ulaşıp ulaşmaması kendi elinde değildir: Umut duyan kişi, umudu karşısında edilgendir. “Seviyorum, deli gibi seviyorum, fakat sevildiğimi sevilmediğimi bilmiyorum. Ümit etmek mi, me’yus olmak mı lazım geleceğini anlamıyorum.” (s. 77) Bir süre sonra Vecdi’nin ümitlerinin herhangi bir

karşılığı olmadığı anlaşılır. Vecdi, Nigâr’ın da Hüsam’ı sevdiğini öğrenince - beslemeden edemediği- umutlarından da feragat eder. “Ümidimi böyle elimle kefene sarmaktan acı bir lezzet duyuyordum.” diyerek halasından Nigâr’ı Hüsam için kendisi ister. Hüsam ve Nigâr’ın evlenmeleri, böylece, bir aşka dair umudun değil, Vecdi’nin hayata dair umutlarının yok oluşu anlamına gelir. “Her şeyde bir boşluk, bir manasızlık, bir hiçlik görüyordum.” (s. 122) dediği zamanlarda ani bir kararla Kızılay Cemiyeti’ne yazılarak orduya katılır. Bir kolunu bıraktığı savaştan dönüşünde, defterinin son satırlarında Nigâr’ın aşkının onda nasıl bir “hayat umudu” anlamına geldiği daha belirgin bir şekilde görünür: “Onda [Nigâr’da] yalnız bir muhabbetin, belki hayatın hatırasını seviyordum. O hatıra şimdi harabesinin enkazını görmek için oraya uğramış, iki katre gözyaşı dökmüş idi. Ölüler ağlarsa öyle ağlarlardı, mezarlar titrese benim gibi titrerlerdi. Nigâr’ın benimle münasebeti işte bir ölü ile bir mezarın münasebeti gibi idi” (s. 155). Görüldüğü gibi, Vecdi için Nigâr tümüyle bir hayatın umududur, o umudun yok oluşu hayatın da yok oluşudur.

Halit Ziya’nın kitap olarak yayımlanan ilk romanı Nemide’de aşkın umuda muadil tutulmasının ve bu umudun da kırılıp boşa çıkmasının başka bir örneği görülür. Halit Ziya, eserinin başlangıcında “Recaizade Ekrem Beyefendi Hazretleri” başlıklı ithaf sayfasında Nemide’yi “bidayet-i tevellüdünde yeise mahkûm edilmişti”256 şeklinde tanımlar. Hem karakter hem de tüm kitap olarak Nemide, baştan sona umutsuzluktur. Doğumuyla annesinin ölümünün “sebeb-i masum”u olan Nemide’nin babası Şevket Bey, çok sevdiği karısının ölümünden sonra anlatıcı tarafından “Artık hayatını itmam etmiş; ümitlerini, emellerini öldürmüş bir adam gibi yaşamaktan yorulmuş zannolunurdu.”257 cümlesiyle tanımlanır. Şevket Bey, bundan sonra “kızının mutluluğuna duyduğu umut”la yaşamaya başlar ve tüm hayatını bu mutluluğu tesis etme amacını güderek tanzim eder. Ne var ki babasının boş umutlarından kızı da payını almıştır. Tıpkı babası gibi, o da geçici bir mutluluk yaşar: Nail’le nişanlanır. Bu sırada anlatıcının, daha önce Şevket Bey’in evliliğinden sonra kurduğu “Lakin heyhat! Hayatta en az devam eden saadettir.” (s. 30) cümlesi tekrar eder gibidir. Bu mutluluk

256 Halit Ziya UŞAKLIGİL, Nemide, Özgür Yayınları, Haz. Berna Sağıroğlu, İstanbul, 2005, s. 15. 257 a.g.e., s. 40.

da daha doğarken, nişan gününde, Nahit’in umutlarını sonlandırır. Babası ve annesi olsaydı belki daha mutlu olacağını söyleyen Nahit, “lakin kalbimde bir ümit vardı. […] Evet, kalbimde yalnız bir ümit vardı, o ümit bugüne kadar yaşıyor, hayata hiçbir merbutiyeti olmayan bu bedbahtı yaşatıyordu; lakin bu gün öldüm. […] Yalnız bir kişiyi seviyordum, beni bu istikbalden yalnız o kurtarabilirdi, o bu güne kadar benim malım, servetimdi. Onu bugün kaybettim” (s. 111).

Bu itiraf, Nemide’nin -zaten eksik olan mutluluğunu- daha da eksiltir. “Hissediyordu ki kendi saadeti diğer birinin nekbeti için sebep oluyor. Kalbinde bir his vardı ki ağlıyordu. Nahit’in o geceki itirafını bugün bütün sözleriyle tahattur etmişti. Bu hatıra şimdi saadetini ihlal ediyordu” (s. 127). Böylece Nemide’nin Nail üzerinden kurduğu yaşama umudu da yok olmuştur, büyük bir “yeis” içindedir. Bu durumu fark eden babasına söylediği ilk söz şudur. “Baba! Beni çok sever misin?” Nemide’nin babasıyla münesebeti, bu açıdan Aşk-ı Memnu’da Nihal’in babasıyla kurduğu ilişkiye benzemektedir. Ne var ki, Nihal’den farklı olarak, Nemide, çok önceleri yakalandığı hastalıktan kurtulamaz ve sadece umutları değil kendisi de ölür.

Ferdi ve Şürekası ile Halit Ziya’nın ilk üç romanındaki yekpare umutsuzluk,

yerini, bir parça bile olsa, orta sınıf insanının gündelik umutlarıyla yer değiştirir. Robert P. Finn, ekonomik koşullar ve romanın başkarakteri İsmail Tayfur’un aşk hayatı arasındaki ilişkiden bahsederken şu tespitte bulunur: “Geleceğe dönük tasarılarında, ekonomik koşulların tutsağı olduğunun bilincindedir, ayrıca Türk romanında başına geleceklerin de bilincinde olan ilk kişidir. Ferdi ve Şürekası’yla Türk romanı, orta sınıftan gelme kişileri gerçek bireyler olarak düşünme sürecine girer.”258 Böylece, yukarıda da tekrar edilen, Halit Ziya’nın ilk üç romanında görülen “geleceğe yönelik bir umudu olmayan” kişileri yerine ilk kez hayata dair farklı umutlar besleyen bir karakter (İsmail Tayfur) girer. Hatta ilk defa bir Halit Ziya romanına rakamlar, bir şirketin işleyişi, çalışanlarının ekonomik ve sosyal sorunları yansımıştır. İsmail Tayfur, daha çocukluğunda hayata karşı büyük bir umut duyar. Okul sıralarındayken bir gazetenin başmuharriri, bir bakanlığın mühim bir memuru, zamanının büyük bir edibi olmak gibi türlü hayalleri vardır. Kendisini yeri geldiğinde

bir yazıhanenin önünde evraklar içinde, yeri geldiğinde parlak bir arabada, yahut rafları kitaplarla kaplı bir kütüphanede eserinin son düzeltmelerini yapan bir yazar olarak düşler. İsmail Tayfur, bu özellikleriyle, Halit Ziya romanlarında hiç görülmemiş derecede bir yaşama umuduyla doludur. Ne var ki bu başarı, şöhret ve para umutları, İsmail Tayfur’un babasının ölümüyle olgunlaşmaya bile vakit bulamaz. “Kader, bu ümitlerle latife etmiş, genç adamı tutup Ferdi ve Şürekâsı Ticaretgâhı’nın muhasebe odasına atmıştı.”259 İsmail Tayfur’un umutlarının yıkılışı, roman boyunca birkaç kere vurgulanır. “Dimağını tezyin eden mebna-yı mualla-yı ümit parça parça ol[ur]” (s. 35), “o ümit ve hülya kanatları kırık bir kuş gibi yerlere, çamurlara düşmüştü[r] (s. 36) veya “mebna-yı ümit, hedef-i saika olmuş bir külbe-i harap gibi kırılıp dökülmüştü[r]” (s. 67). “Zaten birçok ümitlerine veda etmekle me’lup değil miydi?” (s. 76).

Gençlik umutları yok olan İsmail Tayfur, annesinin ve Saniha’nın geçimi için babasının, kapitalizmin tüm zorluklarını çekip görünürdeki -işçi hakları, sigorta gibi- nimetlerinden yararlanmaksızın tüm ömrünü harcadığı, Ferdi Bey’in yazıhanesine girmekten başka yol bulamaz. Fakat burada onu bir ikilem beklemektedir: Evlerinde kalan ve çocukluğundan beri ona âşık olan Hacer’e duyduğu ilgi ile işvereni Ferdi Bey’in kızı Saniha’nın dolaylı olarak vaat ettikleri. Bu ikilem zaman içinde zenginlik ve sevgisiz evlenme ile fakir kalıp aşk evliliği yapma ikilemine dönüşür. İşte bu noktada İsmail Tayfur’un umutları yeniden tasarlanır. İlk önce Saniha’nın aşkını hayatının merkezine koyar. “Gözlerini kapayıp da yahut yatağının üzerine serilip de İsmail Tayfur, hüzünlerini, yeislerini mahvolmuş ümitlerini, hayatını işgal eden boşluğu düşündüğü vakitler, işte yalnız o nokta-i ziya parlar. Çeşm-i nurunu kırparak “Ne için meyus oluyorsun? Hayat! Hayat, aşktan başka bir şey midir?” (s. 68). Nitekim, yaşama dair tüm umudun bir aşkta cisimleşmesi, Halit Ziya romanın tipik özellerindendir. Bu tercih, başka bir tercihi ve başka bir umudu da sunar: Ferdi ve Şürekası yazıhanesinden ayrılacak ve meşrebine daha uygun yollarla para kazanıp ailesinin geçimini sağlayacaktır. Aldığı bu karar, dudaklarına tebessüm ve iç dünyasına umut getirmiştir. “Kalbi, bir fikr-i hamiyet kadar tefrih edecek bir şey olamaz, kendisine takrir-i hareket eden lisan-ı hamiyeti bu suretle dinleyip ona bu

259 Halit Ziya, Ferdi ve Şürekası, s. 69

suretle tevfik-i karar ettiği için, kalbinde bir inşirah duydu” (s. 71). Aynı şekilde, Saniha’nın da tek ümidi İsmail Tayfur’dur. “Benim için yalnız bir ümit, hayatımda yalnız bir maksat var: Sen!” (s. 81.) Fakat bu ümitler, sosyal çevre tarafından uygun görülmez. İsmail Tayfur’un annesi Besime Hanım’ın, oğlunu Hacer ile evlendirip refaha kavuşma umudu ve İsmail Tayfur’un -ondan yaşça büyük- mesai arkadaşı Hasan Tahsin’in telkinleri ile birleşir ve İsmail Tayfur ile Hacer’in evliliği için hazırlıklar başlar.

Bu sırada, Saniha, olan bitene hiçbir tepki vermez. Edilgen tavırları zamanla bu evliliğin gerçekleşmesi yolundaki anlamsız bir yardımseverliğe dönüşür. Bu davranış, umutları tamamen yok olan bir insanın kendi öz yıkımını hazırlanmasıdır. “İsmail Tayfur’un saadetine kendi çalışacağını, kendi bedbahtisini yine kendi itmam edeceğini söyledikten sonra genç kız, kalbinde garip bir teselli hissetti. Bir ümidin inkırazını görenler için feragat-ı nefsiyeye karar vermek kadar tesliyet-bahş bir şey olamaz” (s. 151). Hatta umutsuzluğun özyıkımla değil de, “bir öz yıkım umudu”yla yer değiştirdiği görülür: “Saniha, bir şeye karar-ı kati vermişti: Feda-yı zâta feragat-ı nefsiyeye! Bu karar-ı fedakârâne, genç kızın kalbini mualla-yı hissiyat ile dolduruyordu” (s. 162). Bu kararın ardındaki ruh hali, anlatıcı tarafından ilerleyen sayfalarda bir kere daha vurgulanır. “İnsan, bir musibete mani olamayınca hiç olmazsa ona sahip olmak ister” (s. 183). Gerçekten de öyle olur. İsmail Tayfur ve Hacer evlenir. Fakat Hacer, sevilmediğini anlamakta zorlanmaz, hatta kocasının Saniha ile konuşmalarını duyunca bundan emin olur ve evi ateşe verir. Kendisi ölür, İsmail Tayfur şuurunu kaybeder. Öyle bir son seçilmiştir ki romandaki tüm karakterlerin umutları boşa çıkmıştır.

Mai ve Siyah’ta ise Ahmet Cemil, umut bakımından İsmail Tayfur’dan daha

olgun ve istikrarlı bir genç olarak görülür. Ahmet Cemil, İsmail Tayfur’dan farklı olarak, hayattan ne umması gerektiğini konusunda daha ciddidir. Kendisini şık bir arabada kürkler içinde veya zengin bir yazıhanede evraklar arasında görmeyi ummaz, amacı daha belirgindir. “Henüz yirmi iki yaşında, bütün maneviyatı yalnız bir ümidin tahakkukuna muntazır… Şöhret bulmak, edip olmak, herkesçe tanılmak, bugün o kadar acılıklara göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat âleminin bir gün

yüksek zirvelerine çıkmak ve ismini o kadar yükseltmek ki…”260 Ahmet Cemil’in umutları sadece boş bir hayalden ibaret değildir. Ümidin gerçekleşmesi uğruna bedeller ödemiş, çaba sarf etmiş ve bu umudu beslemeye çalışmıştır. Bu açıdan ilk üç romanın umutsuz karakterlerden, dördüncü romanda umut duyabilen bir karaktere ve sonunda umudunu besleyip büyüten Ahmet Cemil’e ulaşırız.

Romanın başlığı olan Mai ve Siyah bile bu umudu ve karşılaşılan gerçeği sembolize eder. “Başlıca simge mavi ve siyah karşıtlığı olduğundan, yapıt bu iki ögenin Ahmed Cemil için taşıdıkları anlamlar doğrultusunda ikiye bölünmüştür: Mavi göğün, umudun simgesidir; siyahsa toprak ölüm ve umutsuzluk simgesi.”261 Ahmet Cemil, yolda yürürken isminin fısıldanacağı günün hayalini kurarken kendi kendisine şöyle der: “Zaten bu neticeye, bu ümidin tahakkukuna şayan olmak için az mı ıstırap çekmiş, hayatın az meşakkatlerine mi tahammül etmişti? Bugün yirmi iki yaşında idi, fakat bu yaşa gelinceye kadar…” (s. 40). Gerçekten de Ahmet Cemil, bu şöhrete ulaşmak için elindeki her fırsatı değerlendirir. Umudun heyecanına sahip bir genç olarak yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi ile birlikte kitaplar okur, şiirler yazar. Ne var ki babasının ölümü, o sırada on dokuz yaşında olan Ahmet Cemil’in hayat şartlarını zorlaştırır. Artık, annesini ve kız kardeşi İkbal’i de geçindirmek zorundadır. Fakat tüm bu zorluklar Ahmet Cemil’i umutlarından vazgeçirmez. Tıpkı Ahmet Mithat’ın ideal tipleri gibi, yapabileceği her işe koşar, tercümeler yapar ve özel ders verir. Maişetlerini temin edebilmek için yorulduğu günlerin sonunda eve girdiğinde kitap açacak hali kalmaz. Fakat bu hayattan şikâyetçi değildir, hatta çalışmak onun için “âdeta asabi bir illet” haline gelmiştir. “Yine de umutlarla donanmıştır: Okulunu, eserini bitirecek, yazarlıkta başarıya ulaşacak, okul arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin alafranga kız kardeşi Lamia’yla evlenecektir.”262 Annesi, Ahmet Cemil’in sıkı çalışma temposu karşısında oğlunun sağlığından endişe edip kendisini yormamasını söyler. “Ben çalışmayacak olursam nasıl olur, anneciğim? Ben çalışmalıyım ki bir şey olabileyim, ben şimdi yorulursam sonra rahat edeceğim. Hele bir mektepten çıkayım, bak ne olacağım?

260 Halit Ziya, Mai ve Siyah, Özgür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 39. 261 Robert P. Finn, a.g.e., s. 155.

262 Selim İleri, “Mai ve Siyah”, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu, Everest Yayınları, İstanbul, 2018, s. 60.

Oğlunu bir matbaa sahibi, bir ceride müdürü görürsen iftihar edersin, değil mi, anneciğim?” (s. 88) Ahmet Cemil’in değil de, Rakım Efendi’nin cevabı olarak okunsa şaşırılmayacak bu cevabının hemen ardından anlatıcı “Şimdi Ahmet Cemil’in kalbine bu taze ümit düşmüştü. Bu ümidin üzerine ne hayaller nakşetmiş, zihninde neler tertip etmişti” (s. 88). Bir süre sonra, bu ümitlerin -deyim yerindeyse- basiretini bağlaması veya tıpkı Ferdi ve Şürekası’ndaki İsmail Tayfur gibi -içten içe umduğu- dünyevi bir kazanç karşısında herhangi bir irade koyamaması neticesinde bu ümidi gerçekleşir de. Fakat bunun, aynı zamanda kız kardeşi İkbal’in ikbalini feda etmek olduğunu fark etmesi uzun sürmez. Gerçekleşen umut, dolaylı olarak mutsuzluk getirmiştir. Ahmet Cemil’in, kardeşinin evliliği ve ardından gelen felaketlerdeki edilgen tavrının sebebi de hep gizli bir umuttur. İkbal’in evliliğiyle birlikte gelen kötülükler art arda yaşanırken, “[t]a kalbinin derinliklerinde, hafi köşelerinde bütün bu şeylerin altından bir emel çiçeği çıkacağına itimat eden gizli gizli gülümser bir ümit saklı değil miydi? Demek o güzel hisler, onlar hepsi yalan, hepsi sahte idi” (s. 292). Aslında gayet aktif olan Ahmet Cemil’i hayatın bazı taraflarına karşı edilgen kılan, ancak boş olduğu