• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.3. Din İktisat İlişkisi

1.3.2. Merkantilizm ve Sonrasında Din - İktisat İlişkisi

Ortaçağ zaman dilimlerinde dinin, toplum üzerinde tüm alanlarda olduğu gibi iktisat üzerinde de azımsanmayacak bir etkisi olmuştur. Bu zaman diliminde Avrupa’daki kiliseler başta olmak üzere birçok kilise en iyi dönemlerini yaşamışlardır. Kiliseler halktan vergi almış, ticari faaliyetlerde bulunmuş ve bu şekilde zenginleşmişken, halkın ise durumu kötüye gitmiş hatta açlık sınırına dayanmıştır. 16. yy.’a kadar bütün sosyal yaşamda ciddi ölçüde kilise kuralları geçerli olmuştur. Bu kurallar; İncil, papaların keyfi kararları, gelenek, adetlerden meydana gelmiştir. Fakat 16. yy.’dan sonra yapılmaya başlanan önemli buluş ve keşifler sonucu kiliseler tarafından savunulan düşüncelerin tersi çıkması sebebiyle, halk nezdinde kiliseye güven giderek azalmıştır. Bu buluş ve keşifler ışığında tamamen dini merkez alan bir düşünce tarzı olan Skolastik düşünde tarzı gerilemeye ve yıkılmaya başlamıştır. Batıda feodalite rejiminin gerilemesi ve kapitalizme dönüşüm sürecinde ortaya çıkan yeni bir düşünce tarzı olan burjuvazi ortaçağın tüm feodal düşünce, görüş ve meydana gelen yapılarına meydan okumuş ve bunun sonucunda da kiliseye karşı mutlak bir üstünlük elde ederek onu dışarda bırakmıştır. Bahsini ettiğimiz görüşe eş olarak, Ahmet Tabakoğlu, İslam ve Ekonomik Hayat isimli eserinde Laisizmin, kilisenin feodal bir yapı olarak siyasi, hukuki ve iktisadi etkinliğinin minimum seviyeye indirilmesi anlamına da geldiğini söylemektedir.46

44 Yahya Arslan, İslam İktisat Doktrini Üzerine Mülahazalar, İnkişaf Dergisi, sy.10, http://inkisaf.net/sayi-10/islam-iktisat-doktrini-uzerine-mulahazalar.aspx

45 Sabahattin Zaim, İslam – İnsan ekonomi, s. 25.

46 Ahmet Tabakoğlu, İslam ve Ekonomik Hayat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, İstanbul 1987, s. 13.

Martin Luther ve John Calvin tarafından meydana getirilen dinde yenilik hareketleri, iktisadi düşünce biçimlerinde azımsanmayacak bir değişiklik ortaya getirmiştir. Ortaçağ dönemlerinde dönemli bir yeri olan adil fiyat düşüncesi önemini giderek yitirmeye, haksız kazanç meşru görülmeye, kredi kurumları ve sanayi kurumları gelişmeye başlamıştır. Bilim, sanat ve düşünce yapısında meydana gelen bu gelişmeler, Merkantilizmin gelişmesinde önemli olmuştur.47

Sanayi devrimine kadar devam eden bu dönemde Müslüman kesimle batı toplumu bir rekabet içerisinde bulunmuştur. Bu rekabetin ilk dönemlerinde Müslüman toplum, özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde birçok alanda batıdan daha ileri bir seviyede bulunmuştur. Bu durumun ve uzun yıllar hüküm sürmüş Osmanlı İmparatorluğu’nun bu kadar süre ayakta kalabilmesinin en önemli nedeni, adalet ve toplumsal yaşam kuralları bütününü koruma düşüncesi ve bunu uygulamasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda, İslamiyet ve onun emirlerini bulunduran kutsal kitap Kur’an-ı Kerim temel alınarak uygulanmaya çalışılan adalet, çoğu alanda olduğu gibi iktisat alanında da çok iyi derecede uygulanmıştır. Fakat toplumdaki ve devletteki dünya hayatının fani olduğu, asıl önemli olanın ahiret hayatı olduğu düşüncesi sanayi devriminden sonra Osmanlı’da ve Müslüman dünyada iktisadi hareketlerin geri kalmasına sebep olmuştur.

İlk defa İngiltere’de buhar makinesinin icat edilmesi ile başlayan sanayi devrimiyle beraber, makinen kullanımının sağlanması ve kullanım alanlarının büyük bir hızla genişlemesi, makineleri çalıştırabilecek yetenekli iş gücüne talebi arttırmıştır. Sanayi devrimine kadar dünya üzerinde tarım sektöründe faaliyet gösteren iş gücü daha fazla iken, bu dönemden sonra sanayi sektöründe çalışan işçi sayısında ciddi artış olmuştur.

Fabrikaların belli başlı merkezlere konuşlanması sebebiyle tarım sektöründe çalışan işçiler bu merkezi yerlere yönelmiş ve ciddi anlamda köylerden kent merkezlerine göç başlamıştır. Bu sebeple yeni ve büyük şehirler meydana gelmiş, şehir kültürü benimsenmeye başlamıştır. Tüketim zihniyeti üzerine kurulan bu şehir kültürü içinde, ahlaki unsurlar giderek değerini kaybetmeye başlamıştır.48

Adalet ve ahlak düşüncesinin değerini kaybettiği, zenginlik ve gücün değer kazanmaya başladığı bu dönemle birlikte, sanayi alanında ilerlemiş ülkeler ucuz ve talebi

47 Masca, s. 15.

48 Kosgeb, s. 12.

karşılayacak düzeyde mal üretebilmek için sömürgeleşme yarışına girmişlerdir. Sanayisi gelişmemiş ve güçsüz kalmış ülkeler işgal edilmeye başlanmış, bu ülkelerin zengin yer altı ve yer üstü kaynakları sömürülerek üretim için hammadde gereksinimi karşılanmıştır. Tüm bunları yaparken de sadece yer altı ve yer üstü zenginliklerine sahip olmayla yetinmemiş, işgal ettikleri ülkelerin kültürel değerlerini de sömürmüşlerdir. Bu durumun sonucunda, bugün Latin Amerika ve Afrika’da gördüğümüz tablo, bu bölgelerde yaşayan insanların kendi kültürleri ve dillerini unuttuklarını, sömürge ülkelerin kültürlerini yaşayıp dillerini konuşmaya başladıklarını görüyoruz. Sanayi sektöründe ilerlemiş ülkeler kendi kültür ve dillerini bu ülkelere zorla da olsa dayatmalarına rağmen, buralardan sağladıkları hammaddelerle elde ettikleri zenginliklerden hiç pay vermemişlerdir.

Sanayide ilerlemiş ülkeler sömürgeleşme faaliyetleriyle, kendi ülkeleri için hammadde kaynağı bulmakla yetinmeyip, fabrikalarda yapılan seri üretimler sonrası ortaya çıkan üretim fazlasını da sömürge kurdukları ülkelere satarak, yeni piyasalar edinmiş oldular.

Sanayide ilerlemiş ülkeler, ellerinde kalan fazla üretimlerini satıp paraya dönüştürebilmek için yeni piyasalar bulmanın yanı sıra insanların tüketim alışkanlıklarını da değiştirmeye yönelik girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Bu sayede, yeni bir “Tüketim Toplumu” meydana getirilmiştir. Dil, din, ırk ayrımı olmadan;

dünyanın dört bir yanında mutluluğu sadece gereksiz de olsa alışveriş yapmada bulan insanlar, artık çevresinde yaşanan olumsuzlukları göremez duruma gelmiş; hak, hukuk, adalet, yardımlaşma gibi kavramları ve bu konulara olan duyarlılıklarını kaybetmeye başlamıştır.

Bu dönemde toplumların dinle ilişkisi zayıfladığı gibi dolaylı olarak iktisatla dinin ilişkisi de zayıflamıştır. Sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte, üretim yapmak ve üretimde istikrarı yakalamak için ihtiyaç duyulan sermaye önemini her geçen gün arttırmaya başlamıştır. Küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasında bulunan ticari sınırlar ortadan kalkmıştır. Dünya üzerinde çoğu şey giderek erişilebilir hale gelmeye başlamıştır. Sermaye kolay şekilde ve sürekli yer değiştirir hale gelmiştir. Orta çağda din merkezli olan iktisat sanayileşme ile birlikte artık özgürlüğüne erişmiştir. Tüm bunların neticesi olarak iktisat ile dinin ilişkisi de giderek zayıflamıştır.

Sanayileşme ve sanayileşme sonrasındaki dönemde iktisat ile din arasındaki bağlar belli oranda azalsa da batıda gelişen sosyal ve iktisadi akımlar Batı toplumlarının kültürel ve tarihi koşullarının bir ürünüdür. Bu nedenle batının değer ve inançlar sistemi ile kültürel normlarının yoğurduğu sosyal ve iktisadi yaklaşımlar arasında fonksiyonel bir ilişki vardır. Bu düşünce açısına göre de; sosyalist ve kapitalist düşünceleri ortaya çıkaranın aslında onların insanlar arası inanç ve değerler sistemine dayanan ideolojileri olduğu sonucuna varılmaktadır. Buna örnek olarak John Stuart Mill’in “Bağımsızlık Teorisi”

gösterilmektedir. Bu teoriye göre; yoksul ama çalışan toplumu yöneterek kendi kendilerine düşünmelerine izin verilmemesi, onlara verilen görevleri uyumlu bir şekilde yerine getirmelerinin istenmesi, düzenin sağlam ahlak kurallarını ortaya çıkarmaktadır.49

Bölümü bitirirken son olarak, kapitalizm ve küreselleşmeyle ilgili farklı bir bakış sergileyen Max Weber’in görüşlerine değinmek yerinde olacaktır. Weber, küreselleşmenin sanayileşme sonrası dönemin geliştirdiği bir olgu olarak algılanmasına rağmen aslında etkilerini çok daha eski dönemlerde gösterdiğini söylemektedir. Ona göre, üzerinde incelemeler yaptığı dünya dinlerinin hemen hepsi “fetih” veya benzeri ideolojileri aracılığıyla küresel bir yayılmayı hedeflemişlerdir. Onların bu yayılmacı iradeleri tabiatıyla küresel bir vizyon gerektirmekte veya böylesi bir ufka ilgiyi sürekli olarak beslemektedir.50

49 Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1983, s. 157-158.

50 Nurullah Ardıç, İbn Haldun ve Weber’de Bilgi ve Bilim Sorunu, Divan İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı.

15, 2/2003, s. 139-167.

II.BÖLÜM

SEMAVİ DİNLER VE İKTİSADİ HAYAT

Din, insanların yaşamlarını inançları doğrultusunda düzenleyen manevi bir olgudur.

İnanan kişi inandığı dinin emirlerini yerine getirerek hayatını daha huzurlu ve mutlu geçirir ve yaşam biçimini bu yolda düzenlemeye çalışır. Dinler bireylerin yaşam biçimini pek çok şekilde etkiler. Her dinin de kendine has ve birbirinden farklı özellikleri vardır. Çalışmamızın bu bölümünde üç büyük din kabul edilen Musevilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerinin iktisadi hayat ile ilişkileri incelenmiş ve bu üç dinin iktisadi hayatı nasıl etkilediği araştırılmıştır. Araştırmanın daha verimli olması açısından Hristiyanlık dini için Katolik ve Protestanlık mezhepleri ayrı başlık altında incelenmiştir. Zira iki mezhep arasında çok büyük farklılıklar vardır.

Musevilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerini tanımlamak için kullanılan çeşitli terimler vardır. Bunlar İlahi din, semavi din, vahye dayalı din ve hak din benzeri kavramlardır.

Ancak bu kavramlar belli bir değer yargısı içerdiğinden dolayı bu kavramlar yerine İbrahimi Dinler terimini kullanmak daha uygun olacaktır.51 İbrahimî dinler tek tanrılı olup, İbrahim peygamberi soyundan gelen peygamberlere dayanan Ortadoğu kökenli dinlerdir.