• Sonuç bulunamadı

2. VARLIĞIN TEMEL KATEGORİSİ OLARAK MEKÂN

2.4. Mekanik Bir Tasarım: Mekân

“Büyüklükler, şekiller vs.’yi renkler, acılar vs.’den tamamen başka biçimde biliyoruz”

Descartes

Kartezyen felsefe ile sosyal bilimlerdeki kavrayış biçimlerini kökten etkileyen Descartes’ın mekân bilgisi, öncelikle oluşturmaya çalıştığı felsefi yöntem anlaşılarak açıklanmalıdır. Matematiksel düşünmenin, felsefenin temel mekânı olabileceğini öngören Descartes’ın fizik ve matematik ile kurmaya çalıştığı felsefi metotta, bilimsel bilginin doğru yöntemini geometri ve matematikte bulan Descartes, yeniçağın mekân anlayışını da bu felsefi hatta başlatmıştır. Descartes’ın analitik geometri anlayışında matematik, “aritmetiğin objeleri olan sayıları son öğeleri olan birimlere böler, sonra onları bu birimlerden, belli hesap kurallarına göre (toplama, çıkarma vb.) yeniden birleştirir” (Gökberk, 2012, s.230). Bu sayısal kavrayış içinde mekânsal düşünüş de geometriye tabiidir. Gerçeğin bilgisine ulaşılacak yoldaki şüphe basamakları, ancak mekânlar da fiziksel ve zihinsel düzeyde bölünerek, üzerinde hesaplar yapılarak kurgulanacaktır:

Artık başka gerçekler aramak istiyordum ve geometriyi ele aldım; bu konuyu uzunluk, en ve yükseklik ya da derinlik açısından sınırsız olarak yayılan, çeşitli şekil ve büyüklükte ve her türlü

hareket ve yer değiştirme kabiliyeti olan parçalara bölünebilir, sürekli bir cisim ya da sınırsızca yayılan bir mekân olarak anlıyor ve geometrinin en basit kanıtlarından bazılarını bile gözden geçiriyordum (Descartes, 2003, s.39).

Felsefi çıkarımlarda, ya da düşünsel analizlerde son öğe ile başlangıç noktası arasındaki çözümlemelerin tabii olduğu formüller, kozmoloji ve evren kavrayışında da toplumsal alanı matematiksel düşünceye iter. Bu düşünüş biçimi şüphesiz ki kendi üzerine düşünebilme durumunun da sonucudur. Descartes’ın meşhur “düşünüyorum o halde varım” önermesinin yapı taşı da gerçeğin bilgisine varana dek, şüphe eden ama şüphenin varlığı ile de kendiliğin bilincine erişen insanın izlediği yöntem üzerinedir:

“Descartes’ın şüphesi bir yöntem şüphesidir, doğru bilgiye varmada kullanılan bir araçtır, bir yoldur” (Gökberk, 2012, s.232). Bu bağlamda yöntemi şüphe olan bir kendilik ve bilinç arayışında, benin varlığına dair bilgi şüphenin varlığına dayanıyorsa mekânın matematiğinden nasıl bahsedebiliriz ki? Bu çelişkili gibi görünen durumda mekânın matematiksel ve fiziksel algılanışını bir son nokta ve bilincin bilgisi olarak görmek gerekir. Şüphe duyulan mekân ya da cismin varlığı değil, onların varlığına varıncaya dek aşılacak şüphe basamaklarıdır. Yani bilinci bilmek gibi, mekânın varoluşunu ve algılanışını bilmek de şüphenin koşul olduğu matematiksel bir sınamaya tabiidir.

Bu bağlamda kendi üzerine düşünen insanın rasyonalizmi, yeniden özne olan ve evrende uyanışa geçen insanın felsefi hattaki başlangıcı gibidir. Bu hat içerisinde evren tasavvuru da insanın düşünen özne olduğu, mekânın ise bu özneye zemin oluşturduğu bir algılama biçimi oluşturur. Felsefenin İlkeleri’nde “ruhumuzu bedenimizden daha açık bir biçimde nasıl bilebiliriz?” diye soran Descartes’ın (2004, s.56-57) evrenin tanrısı olarak düşünen insanı öngördüğü ruh-beden yarılması oluşmaktadır. Bu yarılma içinde düşünceden gelen bilginin bedenden gelen bilgiden önce olduğunu varsayan Descartes, nesnenin ya da dışarının bilgisini oradan gelen nitelik ve özelliklere bağlar:

“Çünkü herhangi bir şeyi bize, düşüncemizin bildirdiğinden daha kesin ve açık bir biçimde bildiren başka bir şey yoktur”. Bu anlamda düşünceye ve düşüncenin varoluşuna bağlı olarak, nesnenin ve mekânın bilgisinden şüphe edilecek bile olsa, bu bilginin kendilik bilincini yarattığını savunan Descartes, yeni insanın mekâna dair kurgusunda da açık bir ayrımdan söz etmiş olur. Diğer bir ifadeyle, mekân bir zemin olarak ben içindir, benliğin ve gerçeğin bilgisine giden yolun aracıdır. Bu kavrayış hem mekânı statik kılacak bir düşünsel evrime, hem de öznel bilincin mekânsal bilinç

üzerinde kurabileceği iktidar konumlarına denk düşer: “Bütün bunlardan bir çıkarım yaptım ve gördüm ki, ben, bütün özü ve doğasıyla düşünmekten oluşan ve var olmak için hiçbir mekâna ihtiyacı bulunmayan ve maddi hiçbir şeye bağlı olmayan bir Ben’im” (Descartes, 2003, s.36). Bu ayrımda dışarıda bırakılanın aynı zamanda beden olduğu düşünülürse, maddi mekânsal varlığa ilişkin soyut ve somut mekân algısı arasında ilk defa böylesi keskin bir ayrışma ve kavrayışın olduğundan söz edilebilir.

“Ruhumuzun da bir bedene bağlı olduğunu nasıl biliyoruz?” diye soran Descartes’ın (2004, s.104) önermesi göz önünde bulundurulursa, bedenin bilgisi, fiziksel alan bilgisi ve buna dayalı mekânsal bilgide de şüphe basamaklarıyla ulaşılan bilgi öncelenir, beden üzerine düşünen ruh ayrı bir töz olarak ele alınır. Düşünen öznenin mekân kavrayışında mekân orada ve dışardadır, ancak düşünen özne ve öznenin bilinci vasıtasıyla konumlandırılır, bölünüp parçalanabilir.

Düşünce ve duyumsamayı maddi mekânsal varoluşun üstünde bir konum olarak ele alan Descartes’ın mekâna dair oluşturulacak fiziksel, matematiksel ve toplumsal bilgi üretiminde yeni insanın düşünce gücüne olan vurgusu ile cisimler dünyası ve uzam ayrışmıştır: “Her tözün temel (ana) bir özniteliği vardır; ruhunki düşünce, cisminki de uzamdır” (Descartes, 2004, s.82). İnsan dışındaki nesneler ve cisimler dünyasının bilgisini, Tanrı inancı ile sınırlayan Descartes’ın mekânın bilgisine ulaşmada özneye sunduğu matematiksel düşünce içinde mekânı kavrama yetisi, mekânın ve cismin kendi hareket ve enerjisini tanrısal alana itmiştir. Başka bir deyişle, insan dışında cisimler ve uzam vardır, uzamın bilgisi ise bizim uzamda varoluşumuzu, ona nasıl baktığımızın belirlenmesini ve cisimden insana yansıyan bilgiyi ilgilendirir. Hesaplayarak var ettiğimiz uzam ve mekân gerçektir, bakıp-gördüğümüz uzam ve mekân ise ancak üzerine şüphe ederek tanrısal alana varabileceğimiz bir yoldur. Bilincin ruhun temel yapısı ve belirleyeni olduğu bu kavrayış içinde bedenden, mekânı kaplayan bedenden ve mekânın uzam halinden söz etmek mekanik bir varoluş gerektirir. Bu varoluş ise yer kaplamadır. “Uzamlı olan şey” (Gökberk, 2012, s.238) olarak cisim ancak uzamda yer kaplar: “Cismin özünü, sertlik, ağırlık, renk vs. değil, yalnız uzam oluşturur”

(Descartes, 2004, s.105). Bu yer kaplama bilgisi ise tanrısal olanla ilgilidir ve tanrısal olanın varlığı cismin ve dolayısıyla mekânın varlığını yer kaplama olarak imler.

“Cismin temel niteliğinin ‘yer kaplama’ olduğu düşüncesi, Descartes’ın fizik öğretisinde büyük bir rol oynar. Bu öğretide cisimde bütün olup bitenler, hep ‘yer kaplama’nın ‘modus’ları, değişik halleridir” (Gökberk, 2012, s.238).

Bu haller içerisinde mekânın temel kabullerinden olan hareket ise yer değiştirme ile karşılanır. Uzayı boşluk olarak kabul etmeyen Descartes, hareket ve yer değiştirmenin uzay içinde daimî ve mekanik bir halde var olduğunu düşünür. “Harekette olan bir cisim, kendinden daha güçlü bir şeye rastlarsa, hareketinden bir şey yitirmez, ancak harekete geçirebileceği kendinden daha zayıf bir cisimle karşılaşırsa, ona verdiği kadar kendi hareketinden yitirir” (Descartes, 2004, s.129). Newton’un evrensel ve nesnel yasalarından farklı olarak cismin mekândaki hareketini ereksel olarak nitelendiren Descartes, nedenselliği Tanrı ile açıklar: “Sınırsızla sonsuz arasında ne fark vardır?” diye soran Descartes (2004, s.67), nesnelere “sonsuzdan çok sınırsız diyeceğiz ve böylece sonsuz adını yalnız Tanrı’ya ayıracağız” der. Böylece sınırsız mekân fikri dünyevi ve nesne ile ilgili iken, sonsuz mekân fikri uhrevi ve tanrısal alana hapsedilir:

“Dünyanın uzamı sınırsızdır… böylece bu mekânlarda da sınırsız olarak uzamlı bir cisim vardır, zira kavradığımız uzam fikri, hangi mekânda olursa olsun cisimden edinmemiz gereken gerçek fikirdir” (Descartes, 2004, s.113). Bu bağlamda evrenin, doğanın ve mekânın bilgisi tanrısal alana aittir, özne olarak insan ise ancak bu bilgiyi mekanik yöntemler sonucu ve cisim aracılığıyla duyumsayabilir. Sadece mekânın bilgisini değil, mekânda kurulan tüm bilgileri ve mekânın kurduğu soyut düşünceyi de mekanizm ile açıklayan felsefede mekân da büyük bir geometrik tasarımdır. Tasarımın tanrısal olduğu önermede “her şey, başka bir şey onu değiştirmediği sürece, bulunduğu durumda kalır, bu doğanın birinci yasasıdır” (Descartes, 2004, s.126). Bu tasarımda toplumsal alanın ve öznelerin oluşturduğu toplumsal bilincin sınırlı ve statik bir mekân bilgisi oluşacaktır. Bu tasarımın kendisi ise felsefede ve Descartes’tan etkilenen tüm bilimlerde öznenin mekândan kopuşuna işaret eder. Descartes’ın cisim, uzam ve düşünceye dair sorduğu sorularda, cevaplara bakmaksızın bu kopuş ve ayrılmaya dair anlamlar bulunur:

Biri cismin diğeri de ruhun özünü oluşturan uzam ve düşünceye ilişkin nasıl seçik kavramlar edinebiliriz? Düşünce ve uzamı bu tözlerin kip-biçim (mode) ya da öznitelikleri (attribute) olarak benimseyip de nasıl seçikçe anlayabiliriz? Düşünce ve uzamın çeşitli özellik ya da sanlarını (özniteliklerini) nasıl kavrıyoruz? (Descartes, 2004, s.89-91).

Cisim-mekân ve özne-düşünce ayrımı temel alınarak sorulan tüm bu sorularda, yöntem bakımından mekânın bilgisine ulaşmaya dair sorgulamalar varken, mekânın özgül bir kategori olarak varlığını sorunsallaştıran bir önerme bulunmaz, çünkü mekân hem özneye hem de dışarıda ve mekanik bir alan olarak verili nesneye göre iki şekilde kavramsallaştırılır. Hatta yer ve mekân arasında bile büyüklük ve hareket bağlamında

ayrım vardır: “Yer (liev) ile mekân (espace) arasında ne ayrım vardır?” diye soran Descartes (2004, s.110), yeri durum bilgisi, mekânı ise şekil ve uzam boyunca açıklamaya çalışır: “Böylece; bir şey filan yerdedir dediğimizde, bundan yalnız onun başka şeylere göre filan durumda olduğunu anlıyoruz, ancak o şeyin filan mekân ya da yeri kapladığını da belirtirsek… o mekân ya da yeri tamamen kapladığını anlatmak istiyoruz”. Bu belki de toplumsal mekân kavrayışındaki ilk önemli kırılmadır. Zira mekanik düşünmeye başlayan insan için yer ve mekân ayrımında yeniçağla birlikte toplumsal mekân ve mutlak mekân ayrımına dair mekânsal bir kavrayış baş gösterir. Bu kapsamda mekâna bakan toplumsal gözün, cismi ve mekânı hem mekanik hem de diğer cismin konumuna göre kavrayışı, mekâna özgül bir yer düşüncesi de katar: “Dış yer nedir?” diye de soran Descartes’ın (2004, s.107-109) şekil ve büyüklük ile kavradığı yerin iç-dış ayrımıyla toplumsal ve bilişsel ayrımlara işaret eden ikilikler yarattığı söylenebilir. Yine “hangi anlamda yer, içerdiği cisimden farklıdır?” diye sorarak, cismin özüyle uzamın özü arasındaki farkları, cismin ve mekânın özü ile öznenin özü arasındaki benzerliğe dikkat çeker. Her iki özde de cisimden mekâna ve mekândan cisme doğru bir çıkarım yapılabilir. Bu da iki ögenin de aynı öze işaret ettiğine dairdir.

Ne var ki “yer (mekân) ya da iç yer nedir?” sorusuna düşüncede mekân ve bir yerde bulunan cisim arasındaki farklılık ile cevap verir. Mekân üzerine düşünen özne uzamsal bir bakışa sahiptir ve nesneyi derinlik boyutuyla her defasında mekân ile birlikte algılar.

Değişim esnasında bile bilinç kendine dönük olduğu için mekânsal bilgi kendilik bilincine giden yolda bir tür zemin olarak ya da sağlaması yapılan bir bilgi bütünü olarak kullanılır.