• Sonuç bulunamadı

170 yeni baştan kurulmuş, yetkileri faaliyet alanları ile sınırlı “‘mesul nazırlıklar’ ve meclisler”

devlet örgütlenmesinde yeni yapılar olarak doğmuşlardır.542

Görüldüğü gibi, 1839-1876 arası olan bu dönemde devlet-toplum ilişkilerini dönüştür-me düzenledönüştür-meleri yapılmaktadır. Vergiler, arazi düzenledönüştür-meleri, derebeylerin ezildönüştür-mesi, sipahi-liğin kaldırılması, birey ve cemaat haklarındaki düzenlemeler bu kapsamda sayılabilir.

171 sonuçsuz kalmıştır.547 Sonraki dönem ise II. Abdülhamit’in uyguladığı istibdat uygulamaları olarak anılmıştır. Genel olarak devlet bürokrasisi hem bu uygulamaların aracı hem de bizatihi etkileneni konumundadır.

Bu kapsamda 1876 Kanunu Esasi’ndeki mülki idare ile ilgili bazı düzenlemelerin varlığı dikkati çekicidir. Sözgelimi vilayetlerin yönetimi yöntemine bakıldığında vilayetlerin, yetkile-rin genişletilmesi ve görevleyetkile-rin ayrılığı temelinde kurulduğu görülmektedir. Ayrıca idare mec-lisleri, vilayet genel meclisleri ve seçimle gelmiş belediye meclisleri ile ilgili önceki mevzuat Anayasa’ya taşınmış durumdadır. Bu dönemde memur sayısında görülen artış nedeniyle me-murluğun meslek haline getirilmesi yönünde adımlar atılmış ve memurların kanunlarda belir-tilmiş koşullar doğrultusunda, ehliyet ve liyakat esasına göre atanacakları, görev ve yetkileri-nin kanunla belirleneceği, kanunsuz emir karşısında sorumluluktan kurtulamama, azil gibi durumlar Anayasa’nın belirlediği ana ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilecektir. Bu doğrultu-daki düzenlemeler arasında, memurlara sicil zorunluluğunun getirilmesi, maaşları düzenleyen kararname, nahiye müdürleri ile kaymakamların seçimi için İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir komisyon kurulması ve mülki memurların yükseltilmesi ve emekliliğe ayrılmasını düzenleyen 1883 tarihli kararname de sayılabilir.548

1908 dönemi ise İkinci Meşrutiyet adı altında genel olarak İttihat ve Terakki’nin uygu-lamalarına konu olmuş ve devlet yönetimi geçici (muvakkat) yasalarla kapsamlı biçimde dü-zenlenir hale gelmiştir. Bu dönemde bir yandan merkeziyetçiliği pekiştiren düzenlemeler söz konusu olurken, diğer yandan başlıca görevi, “Meclis’e getirilecek kanun tasarılarını hazır-lamak ve Osmanlı kanunlarını Avrupa kanunları ile aynı çizgiye getirmek” olan bir adli da-nışman (Kont Ostrorog) tayini de gerçekleşebilmektedir.549 Uçsuz hayaller içinde ancak çeliş-kilerle dolu olma, bu dönemin karakteri olarak nitelenebilir.

Nihayet Osmanlı son dönemi Meşrutiyet başlığı altında siyasal rejimin düzenlendiğini göstermektedir. Bu dönemde anayasanın ortaya çıktığı ve yasalar yoluyla çok sayıda düzen-lemenin yapıldığı görülmektedir.

547 A.N.Yücekök, Türkiye’de Parlamentonun Evrimi, AÜSBF Yay., Ankara, 1983, s. 72–73. Parlamentoculuğun devrimci atılımların ve kalkınmanın önünde bir engel oluşturması ile tutucu güçler koalisyonu olarak nitelenen feodal-yarı feodal ilişkiler ve yabancı sermaye egemenliğindeki kapitalist sınıfın işbirliği sonucu oluşan Parla-mento kombinasyonunun olumsuz etkileri için bkz. Avcıoğlu, Devrim…, a.g.k., s. 127–135.

548 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt 8, 1876–1907, 4.baskı, TTK Yayınları, Ankara, 1995, s. 320–336.

549 Ahmad, İttihat…, a.g.k., s. 106–116.

172 III. BATILILAŞMA ve OSMANLI ISLAHATINDA BATI’NIN ETKİSİ

Baltacıoğlu, 1945 yılında yazdığı ‘Batıya Doğru’ adlı eserine, o tarihte, “‘Batıya doğru gitmek doğru mudur, değil midir’ diyenler artık kalmadı. Şimdi hiç kimse kafasını bu soru ile yormuyor. Toyundan erginine dek, herkes biliyor ki Batıya gitmek, Avrupalılaşmak gerektir ve iyidir” şeklinde bir saptama yaparak başlamaktadır.550 Buradan 1945 yılı itibariyle geniş top-lumsal kesimlerin olumlu Batı algısına sahip ve Batıya doğru yönlenilmesine taraftar olduğu-nu çıkarabiliriz.

Burada sorulması gereken, geniş toplumsal kesimler, Atilla İlhan’ın yerinde sorduğu so-ru olan, ‘Hangi Batı’ya gitmek gerektiğini kabul etmiş duso-rumdadırlar? Baltacıoğlu da, üstelik daha 20. yüzyılın ortalarında, Avrupalılaşma konusunda kamuoyu algısının manipüle edildiği düşüncesindedir. Ona göre, Avrupalılaşmak ‘batı medeniyetine girmek(tir).’ ‘Batı medeniye-tine girmek’ ise ‘garp tekniğine girmek’ demektir. Öyle ise, “‘Batıya doğru’ parolasının doğ-ru anlamı ‘Batı tekniğine doğdoğ-ru’dur. Sonuna kadar Batılılaşmak için sonuna kadar teknikleş-mek gerektir” deteknikleş-mektedir.551 Teknik ise bilgi, fen, ekonomi, sanat ve zanaat alanlarındaki bilgiler olup, uluslararası bir kurumdur.552 Ancak Berkes’in tam da bu noktada yerinde bir saptamayla Batı’nın Batılılaşma ya da Batıcılık’tan ne anladığını sorguladığı görülmektedir.

Buradaki saptama şu şekildedir: “Bizde Batıcılıkla anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygar-lığa uygun yönde geliştirmektir. Hâlbuki Avrupa’da ve Amerika’da Batılılaşma ve Batıcılık, Batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. Bu yüzden onlara göre Kemalist devir Batı aleyhtarlığı, Menderes devri ise Batıcılık devridir! Batı diplomasisinden bağımsız olan bir Batıcılık, Batı dilinde, Batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir.”553

‘Batı’ kavramı üzerinde uzun zamandan beri düşünülmekte ve yazılmaktadır. Kavram akla ilk olarak coğrafi gönderimi getirse de bu yönüyle de artık anlam kaybına uğramaya baş-lamıştır. Nitekim Williams’a göre uluslararası siyasal adlandırmada Japonya ‘Batı veya Batı-tipi’ toplum olarak tanımlanmaya başlamıştır. Karşıtı olan ‘Doğu’ ile birlikte kullanımı top-lumsal açılımlara dönüştüğünde çok eski örnekler bulunabilir. Batı’da Roma İmparatorlu-ğu’nun Batı-Doğu olarak bölünmesi,554 Doğu’da Batı Hun Devleti gibi kullanımlar söz konu-sudur. Ortaylı da, “bugünkü gelişmemiz açısından söz konusu olan batılılaşma tabiri 19. yy

550 İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Batıya Doğru, Sebat Basımevi, İstanbul, 1945, s. 7 ve 14–15.

551 A.k., s. 7 ve 14–15.

552 Baltacıoğlu, Türke…, a.g.k., s. 175.

553 Niyazi Berkes, İkiyüz Yıldır Neden Bocalıyoruz, Cumhuriyet, Eylül 1997, s. 27–28.

554 Williams, a.g.k., s. 404.

173 sonunda ve Cumhuriyet döneminde kullanılmaya başladı. Bundan kasıt hiç şüphesiz ki dünya yuvarlak olduğuna göre Türkiye’nin Batısında kalan kısımdır, yani Avrupa ve Amerika kaste-dilmektedir” demektedir. 555

Batı kavramındaki Avrupa bakış açısının gelişiminde karşıt kavram olan ‘doğu’nun gi-derek ayrıştırıldığı ve “bir Yakın (Akdeniz’den Mezopotamya’ya), bir Orta (İran’dan Sri Lan-ka’ya) bir de Uzak Doğu (Hindistan’dan Çin’e) olarak” bölümlenmenin tanımlandığı görül-mektedir. Ancak bu tanımlama da 1945’ten önce İngilizlere ait bir askeri emir tanımı nedeniy-le geçersiznedeniy-leşmiş ve Yakın Doğu, Orta Doğu olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu sırada sa-vaş sonrası bir başka gelişme, sonraki siyasal yapılanmayı da tanımlamak üzere, iki kutuplu kullanımı içerisinde SSCB ile ilişkiye giren Avrupalı ülkeler nedeniyle Batı-Doğu ayrışmasını gündeme taşımıştır. Tanımın niteliğine temel olan anlayış şu şekildedir:556

Batılı ya da Batı’nın serbest girişime dayalı ya da kapitalist toplumları, özellikle de onların (coğraf-yayı içinden çıkılmaz hale getiren) siyasal ve askeri ittifaklarını kapsayacak biçimde genişletilmesine ve Doğu’nun da, daha az yaygın olmakla birlikte, sosyalist ya da komünist toplumları kapsayacak bi-çimde genişletilmesine olanak vermişti(r).

Burada Batı’nın ‘Doğu’ değerlendirmesine ayrıntılı yer verilemeyecekse de ‘oryanta-lizm’ kavramından bahsetmek bir zorunluluk halindedir. Konunun önemli isimlerinden Said’in, oryantalizme dair “Batı’da 18. yüzyıldan itibaren gelişen ve ‘Şark ile uğraşan kurum-sal müessese’ ya da ‘Avrupa’nın Şark hakkındaki toplu hayal gücü’ veya Garp’ın kendisini karşısında tanımladığı ‘Şark’ı egemenlik altına almanın batılı tarzı’” görüşleri bu noktada temel saptamaları yapmaktadır.557 Ortada Doğu tarihinin Batılı/Batıdan değerlendirmeleri söz konusu olduğundan Barthold da, “Doğu tarihinin anlaşılması, olaylar hakkındaki bilgilerin az olmasından ve Avrupalı bilginlerin araştırma konularıyla ilgili taraflı tavır takınmalarından dolayı zorlaşmıştır. Avrupa medeniyetinin 17. asırdan itibaren belirginleşen üstünlüğünün etkisi altında Avrupalılar, Doğu’nun geri kalmış halklarını küçümseyici bir tavır sergilerler”

demekte ve “daha sonraları, bu tarz tavırlara karşı bir tür tepki doğmuştur: Yeni yeni keşfe-dilen kadim Doğu medeniyetlerine ait eserlere karşı abartılı bir hayranlık ve Asya’nın doğu ve batısındaki çağdaş milletlerin hayat tarzlarıyla mukayese edilen antik Doğu medeniyetleri-nin düzeyine karşı aşırı bir takdir meydana gelmiştir”558 şeklindeki ekle etki ve tepkinin olu-şumunu betimlemektedir. Hentsch ise, oryantalist ya da etnik merkezli bakmak istemediğini ancak böyle bakışın köklerine de inmek gerektiğini belirterek doğu algısını şöyle ifade eder:

555 İlber Ortaylı, “Türkiye’nin Batılılaşma Hareketlerine Genel Bakış”, AB El Kitabı, TCMB, 1995, s. 165.

556 Williams, a.g.k., s. 404–405.

557 Peter Burke, Tarihin Görgü Tanıkları, çev. Zeynep Yelçe, Kitap Yayınevi, 1.basım, İstanbul, 2003, s. 143.

558 V.V. Barthold, Rusya ve Avrupa’da Oryantalizm, çev. K. Bayraktar, A. Meral, Küre Yayınları, 2004, s. 64.

174

“Doğu bizim kafamızda. Bizim Batılı kafalarımızın dışında Doğu yok. Hatta Batı’nın kendisi de yok. Batı, karşıt terimiyle aynı nedenlerle içimizde var olan bir düşünce.”559 Tanpınar da 6 Eylül 1960’ta Cumhuriyet’te yazdığı ‘Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar’ başlık-lı yazısında Doğu açısından hiç değilse karamsar bir tablo çizmektedir. Her iki zihniyeti, ‘eşya ve madde karşısındaki davranışları’ bakımından ele alarak başladığı yazısında, ona göre,

“Şark, maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişiklikle kabul eder. Telkin ettiği ilk hususiyetlerle yetinir.” Bazen erişilmezlikleri yakalasa da sonuç kalıplaşan bir dur-gunluktur. Batı ise, “onu daima elinde evirir, çevirir, zihninin karşısında tutar, onda birtakım başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmağa çalışır ve bu gayretler sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey denecek hale ge-tirir.” Ona göre, Batı, “şiirde, musikide, dilde, güzel sanatların her dalında, fikir ve cemiyet işlerinde daima bu dikkate ve bu bilgili tasarrufa” sahiptir. Doğu anlayışı ise, “eski masalla-rın o tesadüfî mücevher buluculamasalla-rına benzer. Zümrüt Anka kulunun kendisini taşıdığı ıssız dağ tepelerinde toplayabildiğini toplar, ev o kadarla kalır.”560 Batının üstünlüğünün örnekleri olan bu durum, “Batının tarihinin ve o tarihi mümkün kılan coğrafyasının bir hediyesidir.”561 Böylece inan derecesindeki bu saptamalar usavurulduğunda Batının tarihine ve coğrafyasına ait olunmadan Batı’ya ilelebet ulaşmak ya da onu geçmek olası olmayacaktır.

Görüldüğü gibi öteki algısı iyice yerleşmiş ve derinlerde iz bırakmış bulunmaktadır. Ni-tekim Yediyıldız’a göre de klinik tablo aşağıdaki gibidir:562

Tarihe bakıldığı zaman, insan gruplarından her birinin kendini diğerlerinden üstün telakki ettiği, ken-di dışında kalan ken-diğer bütün grupları ikinci plana ittiği, hatta bazan onları insan bile saymadığı gö-rülmektedir. ‘Etnosantrizm’ diye adlandırılan bu psikolojik tutum neticesindedir ki, İlkçağ’da, Yunan ve daha sonra Yunan-Roma kültürünü paylaşmayan herkes ‘barbar’ adı altında birbirine karıştırılmış-tır. Batı medeniyetine mensup olan toplumlar daha sonra, 16. ve 17. asırlarda, ‘barbar’ deyimini terk etmişler, fakat kendileri dışında kalan milletleri belirlemek için ‘barbar’la aynı anlama gelen ler’ deyimini kullanmaya başlamışlardır. Bu devirlerde, Batı’da, bir yandan, batılı olmayan bu ‘vahşi-ler’in örf ve adetleri hakkında seyyahların kaleme aldıkları hikayeler zevkle okunmakta, diğer yanda, onlar ‘batılılaştırılarak’ ve gerçek dine döndürülerek krallığın faydalı vatandaşları arasına yükseltil-mek istenyükseltil-mektedir. Bu konuda, XIV. Louis (1638–1715) ve Fransız devlet adamı Colbert (1619–

1683)’in Fransa’nın sömürgesi olan Kanada’daki valilerine ve Kilise mensuplarına gönderdikleri mektuplar, oldukça ilgi çekicidir. Bu mektupla şerefli vatandaşlar haline getirilmeleri için, o zamanın ifadesiyle, ‘vahşilerin Fransızlaştırılmaları’ istenmektedir… 18. asırda, askeri üstünlüğü ile kendini dünyaya empoze etmek isteyen Avrupa, 19. asırda, silah olarak, tabiat zenginliklerinin insan yararına istismarını kolaylaştıran teknolojiyi kullanmaktadır ki, buradan sömürgecilik doktrini doğmuştur. Zi-ra, ‘ilkeller’ teknolojiye sahip olmadıkları için, memleketlerinde bulunan maddi kaynakları işleteme-mektedirler. Hâlbuki Avrupa’da yaşayan ‘medeniler’in, ‘ilkeller’in tabii kaynaklarının verimsiz

559 Thierry Hentsch, Hayali Doğu, çev. A. Bora, Metis Yayınları, 1996, önsöz s. 1.

560 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, haz. Birol Emil, Dergâh Yayınları, 3.baskı, 2000, s. 24–25.

561 A.k., s. 27.

562 Rocher alıntısı ile birlikte bkz. Bahaeddin Yediyıldız, “Batılılaşma”nın Temelleri Üzerinde Bazı Düşünceler”, İÜEF Türkiyat Enstitüsü, Birinci Milli Türkoloji Kongresi, Kervan Yayınları, İstanbul, 1980, s. 328–329.

175

masına, gönülleri razı olmamaktadır (!). O halde, insanlık yararına bu kaynakları işletmek onların hakkıdır(!). Öyleyse, bir yandan sadece Avrupa’nın değerlendirmeye muktedir olduğu, dünyadaki bü-tün zenginlikler aranacak, diğer yandan da, ‘ilkeller’e medeni yaşama tarzları öğretilecek, onlara me-deniyet taşınacaktır. Zira ‘meme-deniyet’ veya ‘kültür’ tektir. O da, ‘Beyaz ırkın’ temsil ettiği Avrupa

‘medeniyeti’dir. ‘İlkeller’, diğer bir ifadeyle ‘yerliler’ yani Avrupalı olmayanlar ancak ‘Beyazlar’ın hizmetçisi olabilirler. Yöneticilik fonksiyonunu icra edebilecek ancak ‘Beyazlar’dır. Bütün bunlar Avrupa ve Avrupalıyı merkez olarak kabul eden ve ‘öropeosantrizm’ denen görüşlerin tezahürüdür.

Bu ana kadar, Batı, teknik üstünlüğünü, global ve nihai bir kültürel üstünlük iddiasıyla karıştırmış gözükmektedir.

Öte yandan avrupalılaşma, batılılaşma, muasırlaşma/çağdaşlaşma, uygarlaşma, modern-leşme-modernizasyon bu konu başlığı ile birlikte düşünülen kavramlardandır. Bütün bunların bir arada kullanıldığı ya da aralarında seçimler yapılarak kullanıldığı örnekler, kavramların karmaşa yaratmasına neden olmaktadır. Bu karmaşa kavramların anadile çevrilmemesi nede-niyle bir kördüğüme de dönüşmektedir. Ve/veya kullanımı biçimini de içerecek biçimde kul-lanımlara karşın bu kavramlar üzerinde bir netleştirme çalışması yapılmalıdır. Gerçekte kar-maşanın varlığı ‘Batı dışı’ toplumlar için söz konusudur. Çünkü bu toplumlar batılılaşma ve çağdaşlaşma (kalkınma) sorunlarını yaşamakta563 ve ‘ne/nasıl ve nereden’ sorularına yanıt aramaktadırlar. Aradan geçen uzun zamana ve çeşitli denemelere karşın ulaşamadıkları hedef-leri nedeniyle bu kavramları gündemhedef-lerinde tutmaktadırlar.

Kaygı’nın saptamasında Türk düşünce tarihi literatürünün, batılılaşma ve/veya çağdaş-laşma terimlerini bazen yalnızca sanayileşme, kalkınma anlamında benimsediği ve böylece batılılaşma ve çağdaşlaşmaya taraftar olduğu biçiminde ifade edilmektedir. Ancak bu kulla-nım genel kabul halinde de değildir. Çünkü bu kavramların anlam tablosu içine pek çok şey sokulmaktadır. Sözgelimi ‘modernizasyon’ sözcüğü sanayileşme/kalkınma anlamlarından kültürel alana da taşınmasıyla birlikte, kültürel çağdaşlaşma adlandırmasına yerini bırakmakta ve bu sırada batılılaşma olarak nitelenmektedir. Bu andan itibaren de sanayileşme/kalkınma anlamında oluşan uzlaşı dağılmakta ve bu anlamda batılılaşmaya karşı çıkışlar söz konusu olmaktadır.564 Bu durumda alınan Batı kültürü olduğuna göre burada bu kültürün tanımlanma-sına ihtiyaç vardır. Kaygı’nın tanımına göre, Batı kültürü, “insanı, şu ya da bu grubun üyesi değil, yalnızca insan olarak gören, tür olarak insanı ölçü alan, insanın olanaklarının gelişti-rilmesini engelleyici kültürlere, böylesi değerlilik anlayışlarına karşı olan, bunlarla bağdaş-mayan bir kültürdür. Ortaçağdan uzaklaşılmasını sağlayan, Rönesansın, Aydınlanmanın, Fransız devriminin arkasında bulunan, insan haklarının yaşanmasına daha elverişli olması umuduyla demokrasilerin yaygınlaşmasına götüren”565 kültürdür. Ancak bu anlamı dışında da

563 Abdullah Kaygı, Türk Düşüncesinde Çağdaşlaşma, Gündoğan Yayınları, 1992, s. 40.

564 A.k., s. 19.

565 A.k., s. 26–27.

176 Batı kültürü tanımlaması yapılabilir. Bu kez de tanımın içine ‘Hıristiyanlık, nihilizm, poziti-vizm, emperyalizm’ sözcükleri girebilir.

Batı’dan bilim ve bilgi alınmasına yönelik düşünce genel kabul görür haldedir. Ancak değer alınmasına karşı duruşlar da bulunmakta, bunlar daha çok ‘ibret’ alınması üzerinde durmaktadırlar. Kaygı’ya göre ‘ibret’ alınacak yerin Batı olduğu açık olduğuna göre, salt olumsuzlukları öne çıkarıp, ‘Batı’ya karşı gelebilecek gücü edinebilme’ bakımından yine Ba-tı’dan ibret alınması bir çelişki olarak görülmelidir. Bu durumda ‘değer’lerin de alınması ka-çınılmaz olmaktadır.566 Güvenç de bu yargıyı paylaşmaktadır. Ona göre, “Batının teknolojisini alıp kullanabilmek için Batı kültürünü almak, bilimini alıp uyarlamak zorunludur. Teknoloji-den yararlanmak onu üretebilmekle mümkündür. Teknolojinin dayandığı temel bilimleri al-mak, bilim yapal-mak, bilimsel bilgiyi yaratan akılcı dünya görüşünü topluma egemen kılmak zorunludur. Kültürsüz teknoloji taklitçiliktir.”567

Türk düşünce tarihi bu tartışma bakımından oldukça verimli görüşler üretmiştir. Bir ta-rafta kısmi görüşler diğer tata-rafta bütüncü görüşler olmak üzere ayrı iki ekolün varlığı saptana-bilir. Tunaya’nın saptamasında bütüncüler, “Batı medeniyeti bir bütündür. Ancak bütünlüğü ile alınabilir, bu kesin bir karardır” düşüncesinde iken, kısmiciler ise, “Batı tamamen alına-maz. Kısmen alınabilir. Bölünerek alınabilir, Batı’dan alınacak olan kısım da onun tekni-ği’dir.” Her iki görüş kendi içinde görüş ayrılıklarına sahiptir. Bu açıdan bütüncü görüşlere, Peyami Safa’nın sahibi ve müdürü olduğu 1953 tarihli Türk Düşüncesi dergisi ile 1954 tarihli Forum dergisi örnek olabilecekken, kısmici görüşlere Kadro dergisi ve gelenekçi/İslamcı der-giler örnek gösterilebilir.568

Burada bir başka kavramın açılımına daha ihtiyaç doğmaktadır. O da modernleşme-çağdaşlaşmadan ne anlaşılması gerektiği üzerine olan karmaşa nedeniyledir. Çağdaş, çağcıl, asri anlamlarına sahip olan modern sözcüğü doğduğu mekânda Latince modernus’tan, Latin kök sözcük modo’dan -hemen şimdi- gelen bir kökene sahiptir. İngilizce anlamı itibariyle

“şimdi, hemen şimdi var olan şey anlamında bugünkü contemporary (dönemdeş)” kullanımı, asırlar içinde anlam kaymasıyla karşılaşmıştır. Sözgelimi 18. yüzyıldan itibaren giderek

566 A.k., s. 35–36.

567 Güvenç, a.g.k., s. 333.

568 Tunaya, Türkiye’nin…, a.g.k., s. 129–151. Sakal’a göre de, “Batı medeniyetini ‘süzgeçten geçirmeden’ ‘gülü ve dikeni ile’ alınmasına taraftar olan aydınlar vardı. Bunlardan biri de Ağaoğlu Ahmed Bey’dir. Ahmet Bey batılılığı bir ‘hayat tarzı’ olarak görmekte ve bunu ‘medeniyet’ olarak adlandırmaktadır. Ona göre medeniyet batıdadır. Diğerleri yok olmuştur.” Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yayınları, Ankara, 1999, s.152–153.

177 dernleştirmek, yenilemek anlamında önce binalara, yazım kurallarına sonra da giyim davra-nışlarında modayı anlamlandıracak biçimde kullanılmaya başlanmıştır.569 20. yüzyılda ise kurumlar ve sanayiyi de içerecek biçimde yaygın kullanım alanı kazanmıştır. Williams’a göre

“eski bir kurumun ya da sistemin bir tür yerel değişikliğini ve geliştirilmesini içerimliyorsa (modernizing ya da modernized democracy)” değiştirme-modernleştirme-çağdaşlaştırma an-lamı ile ‘modern demokrasi’ sözcüğünün anlamları farklılaşmaktadır.570 Bu konudaki farklı-laşmanın bir diğer örneğini Kaygı vermektedir. Ona göre, “tersi çağdışı olan çağdaş olma ile tersi eski, ya da ilkel, demek olan çağdaş olma”571 aynı anlamlara sahip değillerdir.

Görülmektedir ki modernleşme kavramı, doğal olarak, Batılı toplumun tarihi gelişme çizgisine orta yerden bağlıdır. Modernleşme anlamında bu tarihsel geliminin ana uğrak durak-ları, “pazar için üretim, bilim ve tekniğe verilen öncelik, demokrasi, kentleşme ve bireyci-lik(tir.) Ancak Loo ve Reijen’e göre bu alanlardaki tek tek özgül değişiklikler değil, tüm bu alanlardaki dönüşüm süreçlerinin toplamı modernleşme demektir. Bu dönüşümler, “sanayi-leşme nedeniyle toplu üretimle başlar, kent“sanayi-leşmeye, rasyonel“sanayi-leşmeye, demokratik“sanayi-leşmeye ve aşırı bireycilik(in) sağlanması çabalarına yol açar ve çok sayıda başka ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel değişmeleri içermeye yönelir.572

Black’e göre ise çağdaşlaşma, “tarih boyunca gelişmiş kurumların insanın bilgisindeki görülmemiş artışı yansıtan ve hızla değişen işlevlere uyarlanma süreci olarak tanımlanabilir ve bilimsel devrime eşlik eden bu süreç insanın çevresini denetlemesine olanak sağlar. Bu uyarlanma sürecinin kökenleri ve ilk etkileri Batı Avrupa toplumlarında görülür, ama 19 ve 20. yüzyıllarda bu değişiklikler bütün öbür toplumlara dek uzanır ve bütün insan ilişkilerini etkileyen dünyasal bir dönüşüme yol açar… Çağdaşlaşma gibi bir deyimin yararı bunun sa-dece ‘Batılılaşma’ ‘Avrupalılaşma’ ‘Sanayilesme’ ya da hatta ‘ilerleme’, deyimlerinden daha geniş kapsamlı olmasından ötürü değil, ama kendisine yapılan anlam yüklemelerinden de

569 Abadan-Unat, kavramın değişen bir içerikle “eskiden yeniye geçişi vurgulamak üzere kendini eski çağlara dayalı geçmişle kıyaslayan ve yeni bilinçliliğe sahip olduğunu ileri süren bir çağı belirlemek üzere” kullanıldığı-nı belirtmektedir. N. Abadan-Unat, “Sosyal Bilimlerde Yeni Gelişmeler: Modernizm-Postmodernizm”, Toplum ve Bilim, Sayı 48/49, Kış Bahar 1990, s. 6.

570 Williams, a.g.k., s. 251–253. Seviğ’e göre demokrasi, “kapitalizmin siyasi ifadesidir.” Vasfi Raşit Seviğ,

“İdare Hukukumuza Genel Bir Bakış”, AÜHF Dergisi, 4/1–4, 1947, s. 1.

571 Kaygı, a.g.k., s. 36.

572 Hans van der Loo, Willem van Reijen, Modernleşmenin Paradoksları, çev. B. Canatan, İnsan Yayınları, İs-tanbul, 2003, s. 14–15. Öte yandan modernleşmenin kuramsallaştırılmasından bahsedildiğinde, Coşkun, “II.

Dünya Savaşı sonrasında Batı’da yeni siyasi ve ekonomik gelişmelerin yarattığı ihtiyaçlara karşılık olarak Batılı sosyal bilimcilerce” ortaya atıldığını ve “bu gelişme ve ihtiyaçlar çerçevesinde, Batı’nın, kendi dışında kalan Batı-dışı toplumlara bakışını yansıtmakta” olduğu düşüncesini de göz önünde tutmak gereklidir. İsmail Coşkun,

“Modernleşme Kuramı Üzerine”, Sosyoloji Dergisi, İÜEF, İstanbul, 1989, s. 289.

178 daha az yıpranmış olmasından dolayıdır.” Black, ayrıca, Türkiye’nin, siyasal çağdaşlaşmanın yedi modelinden beşincisi içinde olduğu yönünde değerlendirme yapmaktadır. Bu modelde,

“Dışarıdan doğrudan doğruya yapılan bir müdahale olmaksızın, ama daha önce çağdaşlaşan toplumların dolaylı etkisi altında çağdaşlaşan toplumlar” yer almaktadır. Bu grupta Rusya, Japonya, Çin, İran, Afganistan, Etiyopya ve Tayland’ı da saymak mümkündür. Bu ülkelerin bazı ortak noktaları vardır. Bunlar, “sahip oldukları geleneksel hükümetlerin, merkezsel bü-rokratik yönetimdeki uzun deneyimleri nedeniyle, çağdaş zamanlarda uzun bir dönem için yabancıların doğrudan ve kapsamlı egemenliğine karşı koyabilecek kadar etkili olmalarıdır.

Bunlar öteki pek çok topluma karşıt olmak üzere, aslında kendi girişimleriyle, toprak ve nüfus bütünlüğünü büyük ölçüde koruyarak çağdaşlaşmışlardır.”573

Tam da bu noktada Osmanlı batılılaşması ele alındığında, bu batılılaşmanın çoğu kez bir

‘ıslahat’ olarak nitelendiği görülmektedir. Sözgelimi Ortaylı’ya göre Türkiye’de batılılaş-ma/ıslahat, askeri ve teknolojik üstünlük karşısında pragmatik gerekler yüzünden ortaya çık-mıştır. Bu açıdan bakıldığında batılılaşmanın Osmanlı’da 18. yüzyıldan itibaren varlığını görmek mümkün hale gelir.574 Askeri alanda adaptasyon hareketlerine bütçe ve vergi alanında ortaya çıkan ihtiyaçlar katılınca da sonraki süreçte değişimin maliye alanına sıçraması kaçı-nılmaz olmuştur. 18. ve 19. yüzyıllarda da modernleşmenin en temel hareket alanı merkezi hükümet/merkeziyetçi devlet oluşturma üzerine yoğunlaşmıştır. Bunlar mevzuatın yenileşme-si biçiminde kendini göstermiş ve Ticaret-i Bahriye Kanunnameyenileşme-si, ceza kanunnameyenileşme-si, idare hukuku, yönetici eğitim kurumları başta olmak üzere eğitim alanında

‘romanizasyon/laikleşme’ ardı ardına gelmiştir.575 Ortaylı, bir diğer çalışmasında bu konuyu biraz daha ayrıntılandırmaktadır: “İmparatorluğun Batı tarzı idari reformları, kaçınılmaz ola-rak Avrupa hukuk sisteminin tedricen adaptationunu da getiriyordu.” Bu durumda laik esaslar dahilinde kanun devleti kurma çabalarına tanık olunmaktadır.576

573 C.E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, (çev.) M.F. Gümüş, Verso Yay., 2.baskı, 1989, s. 18–19 ve 120.

574 Akdağ’a göre de, “En az Lale devrindenberi, gittikçe önem kazanan ‘Islahat’ çalışmaları Avrupa tarzında ordu ve öteki kurumlar meydana getirme şeklinde bir yöne doğrulduğu için, aynı sıralarda, şu taklit edilecek Batı’yı öğrenmek için de, ayrıca, bir takım çalışmalar başlamış ve III. Selim’den itibaren bu uğurdaki gözlemle-re hız verilmişti(r).” Mustafa Akdağ, “Türkiye’nin Batılılaşmasını Zorunlu Kılan Tarihsel Koşullar”, Cumhuriye-tin 50.Yıldönümü Anma Kitabı, DTCF Yayınları, AÜ Basımevi, 1974, s. 394.

575 Ortaylı, “Türkiye’nin…”, a.g.k., s. 165–172.

576 İlber Ortaylı, “Osmanlı Devletinde Laiklik ve Hukukun Romanizasyonu”, Erdem, 9/27, AKDTYK A. Sayılı Özel Sayısı III’ten ayrı basım, Ankara, Ocak 1997, s. 1205–1207. Türk batılılaşma çabalarının uzun bir süre önce başlaması nedeniyle, konu üzerine oldukça geniş bir literatür oluşmuştur. Sözgelimi Tanpınar, ‘19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ isimli çalışmasında batılılaşmayı, ‘Garplılaşma Hareketine Umumi Bir Bakış’ başlığı altında ve üç döneme ayırarak incelemektedir. Bunlar, ‘Başlangıçtan 1789’a kadar’, ‘İkinci Safha: 1789–1807’

ve ‘19. Asırda Garplılaşma Hareketi 1826–1839’dur. Tanpınar, a.g.k., s. 37–73. Bunlardan ilk reformcu olarak III. Ahmet’i gösteren çalışma için de bkz. Hilmi Ziya Ülken, “Türkiye’de Batılaşma Hareketi”, AÜ İlahiyat