• Sonuç bulunamadı

Mahkemenin Laiklik Konusundaki Seçici Aktivizmi

BÖLÜM IV: TÜRKİYE’DE ANAYASAL DENETİM

4.1 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASA MAHKEMESİ’NİN OLUŞUMU

4.3.4 Mahkemenin Laiklik Konusundaki Seçici Aktivizmi

Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel ilkelerinden birisi olmasına rağmen, Türk hukuk sisteminde laikliğin herhangi bir tanımı yapılmamaktadır. Ne Anayasa ve Siyasal Partiler Kanunu gibi siyasal kurumları yönlendirecek hukuksal metinlerde, ne de diğer mevzuatta herhangi bir laiklik tanımı yapılmamaktadır. Bu nedenle laiklikle ilgili davalarda Mahkeme, yorum tekelini de elinde bulundurarak laikliğin çerçevesini çizmektedir. Mahkeme laikliğe, dinin kamusal alan ve devlet alanından uzaklaştırılıp, kişilerin vicdanında özel olduğu şeklinde yaklaşmaktadır. Mahkeme laiklik ilkesine özel atıflar yaparak din eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi konular ile devrim yasaları üzerinden hem siyasal partileri kapatılmasına karar vermiş, hem de hukuki yönden tartışmalı norm denetimi kararlarına imza atmıştır.

Mahkeme tıpkı bölünmez bütünlük kararlarında olduğu gibi laiklik ilkesine aykırılık kararlarında da belirli bir şablon metin kullanmaktadır. Özellikler RP, FP ve kısmen de Ak Parti kapatma davalarının değerlendirme kısımlarında, yukarıda değinilen, laikliğin tanımının yapıldığı, bu tanımın Türkiye’ye özgü oluşu, çağdaşlığın olmazsa olmaz şartı oluşu ve demokratik toplum için öneminin anlatıldığı taslak bir şablon metin kullanılmış; 3 kararda da birkaç değişiklik haricinde bire bir aynı cümleler kurulmuştur.

Mahkeme ülkenin milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesini, hegemonik elitlerin ideolojik yorumunu koruduğu gibi hegemonik ideolojinin laiklik ilkesini de korumaktadır. Anayasa Mahkemesi görevi itibariyle zaten kurucu ideolojinin temel ilkelerini belirlediği Anayasa’yı korumak zorundadır, ancak buradaki sorunsal bu korumanın Anayasa Mahkemesinin kendi yorum tekelini kullanarak, yine kurucu iktidarın Mahkeme için çizdiği sınırları aşarak –hatta bazen kendisini yasama organının yerine koyarak- hegemonik ideolojinin korunmasını sağlamasındadır.

Anayasa’nın başlangıç kısmında, “laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” düzenlemesi mevcuttur. Siyasi Partiler Kanunu’nun 87. maddesine göre ise siyasal partilerin

146

“Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye” kullanmaları yasaklanmıştır. Türk hukuk sisteminde laiklikle ilgili en önemli yasal düzenlemeler bunlardır. Görüleceği üzere laikliğin net bir tanımı yapılmamakla birlikte ilkeye, temelde “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” genel kabulüyle yaklaşılmaktadır.

Bu çalışma kapsamında Mahkeme’nin laiklik ilkesini koruma çerçevesinde vermiş olduğu kararlar, parti kapatma davaları ve norm denetimleri olarak iki kısımda incelenmektedir. Mahkeme dört siyasal partiyi laiklik karşıtı eylemler içinde olduğu gerekçesiyle kapatmış, bir siyasal partiye de parti kapatma şartları zorlaştırıldığından kapatma kararı verilememiş, ancak parti devlet yardımından kısmen yoksun bırakılma ile cezalandırılmıştır. Mahkeme ayrıca laiklikle doğrudan ilişkili ‘başörtüsü’ davalarında üç kez laiklik ilkesini koruma çerçevesinde hareket etmiştir. Bununla birlikte kamuoyunda 367 kararı olarak bilinen ve Ak Parti kurucularından Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini iptal eden Mahkeme kararı, doğrudan laiklik ilkesiyle ilgili bir ifade içermemektedir. Mahkeme’nin hegemonik ideolojinin koruyucusu olarak paylaştığı iddia edilebilen Cumhurbaşkanlığı makamını, daha önce laikliğe karşı eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle cezalandırdığı bir siyasal partinin kurucusundan ve ideolojisinden korumak üzere hareket ettiği öne sürülebilir.

Mahkeme yukarıda bahsedilen kararların tamamında bir laiklik tanımı yapmış, bu tanımın da Türkiye’nin kendi koşulları ve yaygın olarak inanılan İslam dininin özellikleri bakımından, ülkeye özgü olması gerektiğini öne sürmüştür. Mahkemeye göre Batı dünyasında yaşanan laiklik ilkesinin, Türkiye’nin nevi şahsına münhasır şartlarında geçerli olması pek mümkün olmayacaktır. Mahkeme birçok kararında kullandığı ortak şablon içerisinde “[d]ini ve din anlayışı tamamen farklı olan bir ülkenin, laikliği, o ülke batı medeniyetine açık olsa dahi batı ülkelerdeki anlayış içinde benimsemesi esasen düşünülemez ve beklenemez. Bu durum, koşullar ve kurallar arasındaki farklılıkların doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Kaldı ki, aynı

147

dini benimseyen batı ülkelerinde dahi devletlerin laiklik anlayışı birbirinin aynı” olmayacağını ifade etmektedir. Mahkeme kendi laiklik tanımını çizebilmek için, evrensel olarak kabul görmüş laiklik tanımlarından farklılaşmayı, ülke şartlarına göre zaruri olarak görmektedir. Mahkeme’ye göre İslam dini de diğer dinlerden farklıdır; İslam sadece bireylerin “vicdanlarına ilişkin olan dini inanç bölümlerini düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir.” Mahkeme daha sonra (2012 yılında) yine Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle “sert anayasa tanımı” olarak betimlenen laiklik tarifi Mahkemece 2010’lara kadar benimsenmektedir.

Mahkemenin bahsedilen şablona göre yapmış olduğu laiklik tanımı aşağıdaki temel özellikleri kapsamaktadır:

Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması….dinin, bireyin manevi yaşamına ilişkin olan dini inanç bölümünde, aralarında ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir özgürlük tanınarak dinlerin anayasal güvence altına alınması…dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini, güvenliğini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması, kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, dinsel hak ve özgürlükler konusunda devlete denetim, yetkisi tanınması…”

Mahkeme devletle din arasındaki katı ayrımın laiklik olduğunu ifade etmektedir. Mahkemeye göre “Hukuki yönden, klasik anlamda laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Ayrılık, dinin Devlet işlerine, Devletin de din islerine karışmaması biçimindedir.”

Mahkeme, ülkeye özgü laiklik ilkesini tanımlarken, laiklik ilkesinin aynı zamanda hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü güçlendirdiğini; milliyetçilik ilkesinin de laiklikle tamamlandığını belirtmektedir.

Mahkemeye göre “Lâiklik devlet etkinliklerinde dinin, bilimin yerine geçmesini önleyerek çağdaşlaşmayı hızlandırmıştır. Lâiklik, din ve devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır… Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı tanınması, din ve vicdan özgürlüğünün, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bir sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar lâiklikle önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız bir

148

hukuk kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı olan lâiklik, Türkiye’nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din duyguları politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz. Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır.”

Mahkemenin yukarıdaki karar gerekçesinde yapmış olduğu laiklik tanımı, nihai hedefine ulaşmış bir laiklik gibi ifade edilmektedir. Bu ‘nihai hedef’ hegemon ideoloji tarafından cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri tesis edilmeye çalışılan laik düzendir. Mahkemenin laiklik tanımı modern dünyanın profan ifadeleriyle anlatılmaktadır. Mahkemenin laikliği demokratik toplum, çağdaş uygarlık yolu, geniş bir uygarlık, özgürlük ortamı, bilimsel veriler ve yaşam felsefesi gibi sözlerle ifade edilmeye çalışılmaktadır. Mahkeme kendi çizdiği laiklik tanımı dışındaki tanımları veya laik olmayan yaşam biçimlerini, modern olmayan, gerici, gayri insanı ve özgürlükleri sınırlayıcı bir ortam olarak imlemektedir. Mahkeme laikliği akıl ve bilimle özdeşleştirirken, dini ise akıl ve bilime aykırı veya bunlarla çatışır şekilde resmetmektedir.

Anayasa Mahkemesi laikliğin bu tanımı üzerinden hareket ederken siyasal partilerin dine dayalı bir devlet düzeni tesis etme amacı güttüğüne çok basit bir şekilde ulaşmaktadır. Bir Kur’an ayetinin veya bir hadisin siyasal propaganda sırasında ifade edilmesi, devlet düzenini dini inançlara dayandırma amacı olarak yorumlanmıştır. Ramazan ayındaki mesailerin iftar vaktine göre düzenlenmesi, cuma günleri öğle aralarının cuma namazına göre ayarlanması gibi yürütme faaliyetleri, kamuda dini inançlara göre düzenleme yapıldığı, dolayısıyla devletin dini özelliklere göre hareket ettiği şeklinde yorumlanmıştır.

Mahkeme Türkiye’ye özgü olarak nitelendirdiği laiklik tanımıyla sadece dine dayalı bir devlet düzeni tesis edilmesinin önüne mi geçmektedir, yoksa din ve dinin kutsal olarak kabul ettiği tercih ve davranışları -dine dayalı bir hukuk düzeni kurulmasının öncüsü olduğu varsayımıyla- yasaklamakta mıdır? Mahkeme “dine saygılı” devlet ve “dine dayalı devlet” arasında herhangi bir ayrım yapmamaktadır. Mahkeme laikliği din ve devlet işlerinin birbirinden ayrımı şeklinde tanımlamakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını öngören politikaları da laiklik

149

ilkesine aykırı bulmaktadır. Mahkeme hegemon ideolojinin korunması amacıyla kendi içerisinde çıkmaza düşmektedir. Mahkeme bir taraftan DİB’i devletin dini konularda toplumdaki denetim ve gözetim hakkını sağlayan bir kurum olarak görürken, laikliği de din ve vicdan özgürlüğünün temel gereksinimi saymakta; diğer taraftan din ve vicdan özgürlüğü bağlamında ve/veya temel hak ve özgürlükler ile ilgili olarak yapılan yasal düzenlemelerde, “dini inanç sebebiyle” ifadeleri geçmesini, kanuni düzenlemenin Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırılık nedeniyle iptal nedeni saymaktadır. Mahkeme bir taraftan dini inançların kanunda yer almasının laikliğe aykırı olduğunu ifade ederken, diğer taraftan dini inançları denetleyen veya kontrol eden bir kurumun hukuki varlığını laikliğe aykırı görmemektedir.

Mahkeme kurucu ideolojinin Cumhuriyet’in ilk yıllarında tesis etmiş olduğu DİB’in hukuksal statüsünü ısrarla muhafaza ederken, aslında hegemon ideolojinin en temel varsayımlarından olan dinin her kurumuyla kontrol edilmesi amacını korumaktadır. Diğer taraftan ise, bu kararla çelişecek şekilde, hegemon ideolojinin dini simgeleri toplumsal, kamusal ve siyasal alandan uzaklaştırma amacını korumak üzere, dini inançları sebebiyle başörtüsü kullanan kadınların kamusal hizmet alanında serbest dolaşımını laiklik ilkesine aykırı olarak kabul etmektedir. Mahkeme bir taraftan “mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği veya bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din hürriyeti anlayışının Anayasa’da kabul edilen laiklik düzeni ve ilkelerine uygun” olmadığını ifade ederken, diğer taraftan yasaların “ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti niteliğini(n)” zedeleneceğini ifade etmektedir.

Mahkeme laikliği tanımlamakla kalmamakta, Türk milletinin ilerlemesi için de olmazsa olmaz şart olarak kabul etmektedir. Bu bağlamda da mahkeme laiklik ilkesinin korunması için Anayasa’da bazı sınırlamaların öngörüldüğünden bahsetmektedir: “Türk Ulusu’nun yücelmesi bakımından laikliğin Anayasa’da öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasa’da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek ortaya konulmuştur.” Mahkeme laiklik ilkesinin Anayasa’daki diğer tüm ilkelere egemen olduğunu ifade etmekte;

150

laikliğin Türk Devrimi ve Cumhuriyetin özünü oluşturduğunu ve ulusal yaşam ve ulusal birliğin temelini teşkil ettiği belirtmektedir.

Mahkeme çizmiş olduğu laiklik tanımının dışına çıkan siyasal talepleri yok saymakta; bu siyasal talepleri parti programlarında veya parti yöneticileri aracılığıyla dile getiren siyasi partileri kapatmakta; bu tanıma aykırı görmüş olduğu kanunları da norm denetimi yoluyla iptal etmektedir. Mahkeme ilgili davalarda yapmış olduğu değerlendirmelerde, tıpkı bölünmez bütünlükle ilgili davalarda yapmış olduğu gibi bir niyet okuma faaliyetine girerek, bu tür siyasal talepleri din istismarı olarak kabul etmektedir. Mahkeme örneğin başörtüsü kararlarında, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılma taleplerini din istismarı olarak değerlendirmektedir. Ayrıca Mahkeme bu talepleri parti kapatılma gerekçesi olarak gördüğü için onları dile getiren veya politika yapım süreçlerine dahil eden siyasal partilerin kapatılmasını meşru saymaktadır. Yine Mahkeme başörtüsü kararında tekrardan niyet okuyuculuğa başvurarak, Danıştay Kararlarına da atıfla, başörtüsüyle üniversiteye giren veya girme talebi içinde olan öğrencilerin dini devlet düzenini benimseyerek, Atatürk devrimleri ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davrandıklarını ifade etmektedir. Bu talepleri dile getiren siyasal partiler de laik ve demokratik devlet ilkelerine aykırı hareket ettikleri gerekçeleriyle kapatılmışlardır.

Mahkeme ayrıca başörtüsünün dini inançlar gereğiyle kullanılmadığı, aksine siyasal bir simge olarak kullanıldığı sonucuna ulaşarak, kavramlara kendi yorum ve niyet okumasıyla anlamlar yükleyerek, özgürlük karşıtı bir tutum izlemektedir. Mahkemenin buradaki amacı, özgürlük karşıtı olmak mıdır, yoksa mahkeme hegemon ideolojinin söylemlerini meşrulaştırmaya mı çalışmaktadır? Bu çalışmanın bu soruya cevabı, mahkemenin, birey mi devlet mi dikotomisinde, bireyin karşısında devletten yana bir tutum sergileyerek, devleti birincil amaç olarak işaretlediği gerçeğidir. Örneğin, Mahkeme kararını meşrulaştırmak için, iki kararında başörtüsünü “çağdışı bir giyim biçimi” şeklinde nitelendirmekte; hegemon ideolojinin başörtüsünü çağdaş batılı giyim tarzı olarak görmeyen argümanını destekler şekilde hem ideolojik hem de özgürlük karşıtı bir tutum sergilemektedir.

151

Bir manada, Mahkeme devleti koruma-bireysel özgürlükleri genişletme ikilemi içerisine düştüğünde, 2010 öncesinde devleti, daha doğru bir ifadeyle hegemon ideolojiyi koruma tarafında kendisini konumlandırmaktadır.

Bu durum, Türkiye’de 2010 yılına kadar tesis edilen laiklik anlayışının kendine özgü özelliklere sahip olduğu gerçeğini vurgulamayı gerektirir. Türk hukuk sisteminde net bir laiklik tanımlaması yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın başlangıç kısmı ile Siyasi Partiler Kanunu gibi bazı yasal metinlerdeki düzenlemeleri laiklik ilkesiyle bağdaştırarak, çok yönlü bir laiklik tanımı ortaya koymaktadır. Bu laiklik tanımı hegemon ideolojinin korunmasına yönelik olarak dinin ve dini imgeleyen her türlü faaliyetin devlet alanında veya kamusal alanda görünür olmasını engellemekte, dini inançlar sebebiyle ortaya çıkmış talepleri devletin hukuksal düzenine aykırı bulmaktadır. Ancak yine Diyanet İşleri Başkanlığı gibi hegemon ideolojinin en önemli araçlarında biri olan kurumun hukuksal varlığını ortadan kaldırma politikalarını da aynı laiklik tanımıyla laiklik ilkesine aykırı bulmaktadır.

152

4.4 2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ VE ANAYASA MAHKEMESİNDEKİ YENİ YAKLAŞIM

2010 Anayasa değişikliğinin referandum sonucu kabul edilmesiyle birlikte en önemli değişikliklerden biri Anayasa Mahkemesinin yapısının değiştirilmesinde olmuştur. Bu değişiklikle, Mahkeme üyelerinin görev süresi 12 yıl olarak sınırlandırılmıştır. Bu değişiklik, üyelerin değişimi ve dolayısıyla üyenin ve atama yapanın etkisinin sürekli olmamasını sağlamıştır. Bir başka değişiklikle önceden 11 olan daimî üye sayısı 17 hâkime çıkarılmıştır.

Anayasa mahkemesi üyelerinin seçilme usulündeki parlamento rolü, Avrupa’da yaygındır ve bu rol mahkemenin karar vermiş olduğu siyasi meselelere demokratik meşruiyet getirdiği iddiasıyla savunulmaktadır. Anayasa Mahkemesinin giderek artan ve tartışmalı olan siyasi rolü, yukarıda da belirtildiği üzere 2010 öncesinde, devletin ideolojisini ve elitlerin hegemonyasını koruma konularında daha da sivrilmiştir. Bu konudaki çalışmalar, hem hukuki hem siyasal literatürde önemli bir yer teşkil etmektedir. Anayasa değişikliklerinden hemen önce, Anayasa Mahkemesinin siyasete fazla müdahale etme konusundaki isteği giderek artmıştır. Bu müdahalelerin yukarıda da analiz edilen bazı temel örnekleri, kadınların başörtülü olarak üniversitelere girebilmesine izin veren anayasa değişikliklerinin yürürlükten kaldırılması; 2009’da Kürt Siyasi Hareketi partisinin kapatılması; Ak Parti’nin kapatma davası olarak sıralanabilir. Bu kararlar özellikle laiklik ve milliyetçilik konularında mahkemenin vesayet rolü konusundaki tartışmaları artırmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 2010 yılı değişikliği ve yapısal düzenlenmesinden sonra, bu konularda daha farklı bir davranış biçimi kazanmaya başladığı, ideoloji eksenli bakış açısından hak eksenli bakış açısına evrildiği savunulabilir. Bu bağlamda bu paradigma değişikliğini analiz edebilmek için üç bireysel başvuru kararıyla, bir norm denetimi kararı örnek olay olarak incelenecektir.