• Sonuç bulunamadı

wiki/Colonies_in_antiquity)

İskitler konusuna son vermeden önce onların etnik kökeni ile ilgili bir hususa da dikkat çekmek istiyoruz. İskitlerin kimliği ile alakalı olarak birçok diğer nazariyelerin yanında, en çok savunulan görüşler olarak; İrani, Slav ve Ural-Altay kökenli oldukları şeklinde görüşler ortaya çıkmaktadır. Bunlardan İrani ve Slav tezi son derece zayıf ilmi delillere dayanmasına rağmen savunulmaya devam edilmekle birlikte en sağlam kanıtlara dayanan görüş onların Ural-Altay kökenli, dolayısıyla da Türk kökenli oldukları görüşüdür. Bunun sebeplerine gelince; öncelikle yazılı kaynaklar, İskitlerin ilk yaşadıkları yer olarak Orta Asya’yı kesin bir dille ifade ediyorlar. Yine İskitlere ait arkeolojik materyaller de Batı Sibirya buluntuları ile büyük benzerlik göstermektedir. Dolayısıyla İskitlerin ortaya çıktıkları bölge ile Türklerin ana yurdu olarak kabul edilen bölge tam olarak birbiriyle örtüşmektedir. Öte yandan İskit dilinden kalan çok az sayıdaki kelime, tanrı, coğrafya ve şahıs adları, Sus ve çevresinde bulunan tuğla parçaları ve nihayet Esik kurganında bulunan küçük kap üzerindeki yazı ancak Türkçe ile açıklanabilmektedir. Bu durum, İskit dilinin Türkçe kökenli bir dil olduğunu düşündürmektedir. Ayrıca yazılı kaynaklarda detaylı olarak anlatılan İskitlerin dini inançları, yaşayış tarzları, gelenek ve görenekleri, ölü gömme şekilleri, ölüyü

mumyalama ve tümsek mezar yapma adetleri ve sanatları eski Türk kavimleri ile özellikle de Hunlar ve Göktürklerle birebir benzerlik içerisindedir52. Diğer taraftan benzer bir duruma Çin kaynakları da işaret ederler. Zira Çin kaynaklarında Sai adıyla geçen İskit kavimler birliği, kendi içerisinde Hindo-Germen, Türk ve hatta Moğol unsurlar da barındırıyordu53

.

III.1.3. Sarmatlar

Yazılı kaynaklar ve arkeolojik buluntulardan elde edilen sonuçlara göre Sarmatlar, M.Ö. V. yüzyılda Don nehrinin doğusunda ortaya çıkmışlar ve yeni göç dalgalarıyla güçleninceye kadar İskitlerle birlikte yaşamışlardır. M.Ö. IV. yüzyıl ortalarından sonra Sarmatların baskısı gittikçe artmaya başlamıştır. Artan Sarmat baskısı karşısında İskitlerin gücü zayıflamış ve batıya doğru çekilmeye başlamışlardır. Neticede M.Ö. III. yüzyıl sonlarına doğru Don nehrini geçmiş olan Sarmatlar, İskit gücünün iyice zayıflamasıyla birlikte artık Karadeniz’in kuzeyinde tek hâkim güç haline gelmişlerdi54

. Sarmatların batıya doğru hareketlerinde ise, Hunlardan korkup Yüeçiler ile birlikte Batı Asya’ya geçen Orta Asya kavimleri birinci derecede etkili olmuştu55

. Bazı küçük İskit grupları bir süre daha bağımsız kalmayı başarsa da nihayetinde tamamı Sarmat hâkimiyetine girmiştir. Sarmatlar sadece güneyiyle birlikte Kafkaslar’ı istila etmekle kalmadılar, çok sayıda Sarmat grubu batıya doğru ilerlemeye devam etti ve Romanya topraklarını da ele geçirdikten sonra Karpatlar’ı geçip Doğu Macaristan’a yerleştiler. Böylelikle Tuna nehrinin doğusu ve kuzeyinde Roma topraklarıyla komşu olan Sarmatlar zaman zaman Tuna’yı aşıp Roma yerleşimlerine yağmalama amaçlı saldırılarda bulundular. Buna, Romalılar da Tunayı geçerek aynı şekilde cevap verseler de, ne Sarmatlar ne de Romalılar sistemli bir istila hareketine girişmediler56

.

Sarmat toplumu, birbirinden ayrı ve her biri kendi adını taşıyan gruplardan oluşuyordu. Strabon, Karadeniz bölgesinin batı tarafını anlatırken bu Sarmat topluluklarından söz etmektedir. Bu toplulukların en önemlileri Yazığlar, Kralî Sarmatlar, Ugorlar ve Roksolanlardır. Yazığ, Ugor ve Kralî Sarmatlar Dinyeper ve Tuna nehri arasına yerleşmişlerdi. En güneyde kalan kısımda Yazığlar bulunuyordu.

52 Abdulhaluk M. Çay – İ. Durmuş, “İskitler”, s. 582-587; Aşan, “Yesi ve Çevresinde Sakalar”, s. 629-

630.

53

Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara, 1981, s. 186.

54 İlhami Durmuş, Sarmatlar, Ankara, 2012, s. 100-103. 55 Ögel, Büyük Hun…, C. 1, s. 188.

Ugorlar ise kuzey bölgelerinde yaşamaktaydılar. Kralî Sarmatlar bu iki topluluğun arasında varlığını sürdürmekteydi. Son olarak Roksolanlar Dinyeper ve Don nehirleri arasında, bu toplulukların doğu tarafında yaşamaktaydılar. Bu Sarmat topluluklarının yayılışı zamana göre de farklılık göstermekteydi. Strabo’nun belirttiğine göre, Yazığlar Sarmat yayılma sahasının, güneybatı ucunda bulunmaktaydılar57. Öte yandan Ovidius onlara M.S. I. yüzyılda Tuna’nın sağ sahilinde rastlamıştı. Bunlar oralarda Tomi şehrinin yakınlarındaki bölgeleri yerle bir etmiş ve yerli halka korku salmışlardı. Plinius ise M.S. I. yüzyıl ortalarında Tisza vadisinde yaşayan Yazığlardan söz etmektedir.

M.Ö. II. yüzyılda büyük bir ihtimalle Yazığların arkasından gelmiş olan Roksolanlar Karadeniz kuzeyi bozkırlarını Dinyeper’e kadar ele geçirmiş ve Kırım’a akınlar yapmışlardır. M.S. I. yüzyılın ortalarında Roksolanlar Dinyeper ve Tuna arasına ulaşmışlar, aynı devirde daha batıya doğru da yol alarak Moesia’ya hücum etmişler ve böylece de Roma’nın doğu vilayetlerini tehdit etmişlerdir58

.

Sarmat topluluklarından bir diğeri ise Kralî Sarmatlardır. “Kralî” ve “Sarmat” sözcüklerinin bir arada kullanılması adı geçen topluluğun diğer topluluklar üzerinde hükümran bir konumda olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Benzer bir kullanım İskitler için de geçerlidir. Bu durum aynı zamanda toplulukların coğrafi konumlarıyla da doğrulanabilir. Güneyde Yazığlar, kuzeye doğru Ugorlar ve doğuya doğru Roksolanlar yerleşmişlerdi. Burada Sarmat Kral soyu coğrafi konumu itibariyle ortada yani merkezde kalmaktadır. Dolayısıyla krallık hegemonyası altında bulunan diğer toplulukların kendisini çevrelemesiyle korunmuş bulunmaktaydılar. Bu hükümran Sarmat topluluğuna dair en son işaret Mithridates adıyla birlikte geçmekte ve bundan sonra yaşayan bir topluluk olarak isimleri klasik literatürde bir daha geçmemektedir. Şüphesiz, Sarmat topluluklarının batıya doğru kaymaları ve yeni göç dalgaları “Kralî” Sarmatların diğer topluluklarla karıştığı fikrini ortaya çıkarmaktadır. Bir diğer Sarmat boyu olan Ugorların ise yayıldıkları coğrafya dikkate alındığında, Sarmat toplulukları arasında önemli bir yer tutmadığı sonucuna varılabilir. Başka bir ifadeyle onların diğer Sarmat topluluklarıyla karışıp kaynaşmadıkları ve tarihi bir rollerinin olmadığı söylenebilir. Şüphesiz, onların tarihinin az bilinmesinde yaşadıkları coğrafyanın etkisi

57 Durmuş, Sarmatlar, s. 77-78.

58 A. İ. Melyukova, “İskitler ve Sarmatlar”, çev. İsenbike Togan, Erken İç Asya Tarihi, Derl. Denis Sinor,

de bulunmaktadır. Sarmatia’nın kuzey tarafında yaşadıklarından Grek ve Romalılarla doğrudan siyasi ve kültürel ilişkileri olmamıştır59

.

Sarmat grupları sadece batıya doğru değil Kuzey Kafkasya’ya doğru güney yönünde de ilerlemişlerdi. Sarmat boylarının Kuzey Kafkas eteklerine doğru aktif şekilde ilerlemeleri M.Ö. III.-I. yüzyıllarda vuku bulmuştur. Strabon’un bildirdiğine göre birbirlerinden bağımsız hareket eden ve çoğu kere de birbirleriyle uzlaşamayan iki Sarmat boyu olan Sirak ve Aorsiler bu coğrafyada bulunuyorlardı. M.S. 49 yılında Romalılar Mithridates’le anlaşmaya girmiş olan Siraklara karşı Aorsiler safında çarpıştılar. Neticede Siraklar büyük bir yenilgiye uğratılmışlar ve memleketlerinin büyük bir kısmını kaybetmişlerdir. Daha sonra Kafkas eteklerinde Alanlar gözükmüşlerdir. Aslında Alanlar bu olaylardan önce M.S. I. yüzyılın başında Azak denizinin kuzeyinde, Don boyundaki bölgeleri ellerine geçirmişlerdi. İkinci yüzyılda ele geçirdikleri topraklarda kudretli bir konfederasyon kuran Alanlar hem Kuzey Kafkasya’ya hem de Karadeniz’in kuzeyine hâkim duruma gelmişlerdir60

.

Sarmatlar konusunu kapatmadan önce etnik kökenleri ve siyasi yapıları ile ilgili bir iki noktaya kısaca temas etmek istiyoruz. Irk, dil ve kültür olarak İskitlerle büyük benzerliklere sahip olan Sarmatların tıpkı İskitler gibi İranî bir kökten getirilmesi bilim dünyasında âdet olmuştur. Oysa yukarıda İskitlerle ilgili Türklükleri hakkında verdiğimiz kanıtlar Sarmatlar için de geçerlidir. Zaten her ikisi de büyük Saka kavimler birliğinin birer üyesi idiler. Buna ek olarak Sarmatların ortaya çıktıkları coğrafya olarak gösterilen İdil nehrinin doğusundaki bölge bugünkü Başkurdistan topraklarına denk gelmektedir. Sarmat çağından bin yıl sonra aynı bölgeden çıktığı bilinen Macarların bir boyunun adı Gyarmat idi. Bugün de aynı bölgede bulunan Başkurtların bir boyu

Yurmatı adını taşımaktadır. Burada isim olarak Gyarmat ile Yurmat bağlantısı genel

kabul görmekle birlikte Sarmat ilişkisi bilim adamları tarafından pek dikkate alınmamıştır. Genel Türkçe y, Macarca gy ve Çuvaşça s denkliği göz önüne alındığında

sarmat>gyarmat>yurmat geçişi ortaya çıkmaktadır. Yine Sarmat boylarından Yazığ ve

Sirak isimleri ile ilgili diğer Türk boyları ile benzerlikler mevcuttur61 .

Siyasi teşkilat olarak ise Sarmatlar özellikle yönetim konusunda İskitlerle aynı beceriyi gösterememişlerdir. Bazı küçük gruplar bağımsızlıklarını sürdürse de İskitler

59

Durmuş, Sarmatlar, s. 87-91.

60 Melyukova, “İskitler ve Sarmatlar”, s. 161-162.

61 Ayrıntılar için bkz. Osman Karatay, “Doğu Avrupa Türk Tarihinin Ana Hatları, Altın Orda Öncesi

kendilerine bağlı gruplar üzerinde güçlü bir idare tesis etmeyi başarmışlardı. Fakat Sarmatlar için aynı durum söz konusu değildir. Onlar iyi fetihçi fakat kötü idareci idiler. Hiçbir zaman Sarmatlar içerisinden, diğer Sarmat gruplarının tamamını veya çoğunu idaresi altına alacak bir grup çıkmamıştır. Her grup kendi bağımsız pozisyonunu sürdürmüştür. Bu yüzden Sarmat toplumu, birbirinden ayrı ve her biri kendi adını taşıyan farklı gruplar halinde varlığını devam ettirmiştir. Dolayısıyla da Sarmatların, önce Germenler sonra Hunlar tarafından hâkimiyet altına alınmaları oldukça kolay olmuştur62

.

Bu birlikten yoksunluk, belirttiğimiz üzere, Sarmatlar’ın kolayca hâkimiyet altına alınmalarının sebebi oldu. Fakat bu defa, Kuzey Karadeniz bölgesinin istilâcıları, belki de tarihte ilk kez, doğudan değil de kuzeyden ve batıdan geldiler. Önceleri Baltık Denizi kıyılarında yerleşik bulunan farklı Germen kabileleri, 200’lü yıllara doğru, gitgide güneye inerek Sarmatların bulundukları bölgelerde hâkimiyeti ele geçirmeye başladılar. Ren Nehri boyunca Roma istihkâmları hâlâ güçlü durumda bulunduğu için, Germen genişlemesi güneybatıya değil de güneydoğuya doğru, yani Sarmat hâkimiyetindeki bölgelere doğru gelişti. Yetersiz olan kaynaklar bize II. yüzyıl sonunda, kuzeydoğu sınırlarında, Roma’nın hâlâ farklı Sarmat gruplarıyla komşu olduğunu, III. yüzyıl başında ise bunların yerini değişik Germen kavimlerinin aldığını göstermektedir63

.

Bu Germen kavimleri arasında, Macaristan topraklarında; Vandallar, Kuadların bir kolu olan Sueviler ve Gepidler; Romanya ve Kuzey Karadeniz’de Gotlar bulunmaktaydı. Gotlar da birçok alt gruptan oluşuyordu. İçlerinde en önemlileri, Dinyester nehrinin batısında yerleşen Batı Gotları veya Vizigotlar ile Dinyester-Don nehri arasında yerleşen Doğu Gotları veya Ostrogotlar idi. Bu arada Gotların, yerlerini aldıkları Sarmatların kültürlerinden etkilenmiş olduklarını da belirtmek gerekir. Bu etkilerin başında İskit-Sarmat kökenli at kültürü ve göçebe yaşamın vazgeçilmez unsuru olan tekerlekli çadırda (vagon) yaşam gelmektedir. Aynı zamanda Gotlar denizcilik anlamında Grek-Roma kültüründen de etkilenmişler ve özellikle Ulfila adlı bir papazın çabaları sonucu giderek Hristiyanlaşmışlardır.

Kültürel etkileşim olmuşsa bile Roma-Got ilişkileri dostane bir şekilde ilerlememiş, III. yüzyıl başlarından itibaren başlayan mücadele 269’da Gotların ağır

62 McGovern, Early Empires…, s. 357; Ögel, Büyük Hun…, C. 1, s. 190. 63 McGovern, Early Empires…, s. 357-358.

yenilgi aldıkları bir savaşa kadar çarpışmalarla geçmiştir64

. Roma’nın bu galibiyetinden sonra yüz yıl kadar Gotlarla ciddi bir çatışma yaşanmadı fakat bu mücadele sonunda Roma, Dacia eyaletini kaybetti. Bu süreç içinde Roma, kendi ordusu içinde Gotları istihdam etmeye başladı. Öte yandan Gotlar, diğer Germen kavimleri Vandal ve Gepidlerle mücadeleye girişmiş ve bunlar üzerindeki hâkimiyetlerini kuvvetlendirmişlerdir. IV. yüzyıl ortalarında Kral Hermanarich’in idaresi altında Doğu Gotlarının gittikçe güçlendikleri görülmektedir. Kuzeydeki Slav gruplarını da hâkimiyeti altına alan Hermanarich, Batı Gotları üzerinde de hâkimiyet tesis etmiş gibi görünmektedir.

Roma-Got ilişkileri 366 yılına gelindiğinde yeniden bozulmuş fakat bu defa saldıran taraf Romalılar olmuştur. İmparatorluğun doğu kısmının hâkimi Valens, kendine karşı girişilen bir taht mücadelesinde, Gotların rakibini destekledikleri gerekçesiyle onlar üzerine bir sefer yaptı. Vizigotlar ağır yenilgi alarak barış istemek zorunda kaldılar. 370 yılında varılan anlaşmaya göre, Roma’nın hediye kabilinden ödediği vergi kesilecek ve Gotlar, ticareti sürdürme amacıyla belirlenen iki nokta dışında asla Tuna’yı geçmeyeceklerdi. Hun saldırıları başlamadan altı yıl önce varılan bu anlaşmayla Gotlar artık Roma için bir tehlike oluşturmuyordu fakat Hunların ortaya çıkışı neredeyse bütün politik coğrafyayı değiştirecektir65

.

III.2. Balkanlar

Balkanlar’da insan yaşam alanlarının kanıtları neredeyse elli bin yıl geriye gider ve anatomik anlamda modern insan, Güney Avrupa’nın bütün diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da yaklaşık otuz beş bin yıl önce, üst paleolitik dönemde ortaya çıkar. Arkeolojik bulgulardan anlaşıldığı gibi, bu ilk insanlar küçük ve hareketli gruplar halinde yaşıyor, avlanıyor, denizlerin ve göllerin nimetlerinden yararlanıyor, yabani bitki topluyor ve taştan alet yapıyorlardı. Mezolitik dönem civarında (Balkanlarda yaklaşık olarak M.Ö. l0000’den M.Ö. 7000’e kadar) avcı-toplayıcı gruplar, az çok kalıcı yaşam alanlarına yerleşmeye başladılar. Arkeologlar bugünkü Sırbistan ile Romanya arasında, Lepenski Vir denilen bir alanda, Tuna Nehri yamaçlarına oyulmuş teraslarda, ilk barınakların son derece iyi korunmuş temellerini keşfettiler. Bunlardan yaklaşık M.Ö. 7000’e kadar dayanan en eskileri hem ahşaptan hem de taştan yapılmıştır ve

64 Bu dönem Roma-Got mücadelesinin detayları için bk. Peter Heather, Gotlar, çev. Erkan Avcı, Ankara,

2012, s. 73-77.

deriyle kaplı olmaları muhtemeldir. Barınakları yapanlar henüz çömlekçiliğe ve tarıma geçmemiş olmalarına rağmen, yapım sırasında gösterilen özen ve çaba, mekân değerlendirmekten anladıklarını ve çevreyi bilinçli bir şekilde değiştirmek için gerekli örgütlenme ve teknoloji becerilerine sahip olduklarını göstermektedir66

. Mezolitik kültür izlerini başka yerlerde de sürmek mümkündür. Bunlar arasında Bulgaristan’da Varna civarında Pobiti Kamani ve Yunanistan’da Franchti mağarasındaki buluntular önemli bir yere sahiptir. Lepenski Vir, aynı zamanda mezolitikten neolitiğe geçişi de göstermektedir. Pannonia’da Peres ve Bačkapalanka ile Dinar dağları bölgesinde Crvena Stijena veya Odmurt ve Moldavya’daki Soroki de önemli yerler arasındadır67

. M.Ö. 7000 ile M.Ö. 6500 arası dönemde (neolitik dönemin başangıcı) Balkanlar gerçek bir devrime sahne oldu. Bölgenin oldukça farklı noktalarına dağılmış alanlarında üç can alıcı yenilik ortaya çıkmıştır. Birincisi toprağın artık sürekli olarak işlenmesidir. Kazılarda ehlileştirilmiş buğday, arpa, bezelye ve fasulye izleri ortaya çıkmıştır. İkinci olarak, saklamak, pişirmek ve törenlerde kullanmak için ateşte pişirilmiş çömlekler yapılmıştır. Üçüncüsü de daha önce bir ölçüde evcilleştirilmiş büyükbaş hayvanlar ve domuz dışında, yeni hayvanların, özellikle koyun ve keçinin evcilleştirilmesidir. Bütün bu yeniliklere rağmen, aletlerin taştan yapılması sürdürülmüş ve bu yeni tarım toplumları avlanmaya, balık tutmaya, daha önce tek besin kaynakları olan orman ürünlerini toplamaya devam etmişlerdir. Mezolitik dönemde bölgenin seyrek nüfusu ve bu yeniliklerin önce Balkanların güneyinde ortaya çıkıp, oradan kuzeye dağılması göz önüne alınınca, ilk çiftçilerin bölgenin yerlilerinden değil, bu süreçlerin bin yıl kadar önce başladığı Ortadoğu’dan kalkıp Küçük Asya üzerinden Balkanlara gelen kolonicilerden oluşmaları ihtimal dâhilindedir68

. Erken Neolitik safha ve dolayısıyla da erken tarım yerleşmeleri akarsular yakınında yoğunlaşmakta ve değişik bölgesel özellikler gösteren kültürlerce temsil edilmektedir. Bu nedenle de özellikle Tuna nehri ve kollarının, Balkanlar kadar Avrupa’nın genelinde de tarımın yayılmasında önemi büyük olmuştur. Bu erken kültürler, Batı Bulgaristan, Güney Makedonya ve Tesselya’da Pre-Sesklo ve Kemikovci, Bulgaristan çevresinde Karanovo I, Romanya’da özellikle Karpat Dağları çevresinde Criş, Sırbistan, Kosova ve Makedonya çevresinde Starçevo ve Starçevo’nun kuzeyinde Starçevo-Körös ve Körös kültürleri olarak ön

66 Andrew Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul, 2009, s. 25-

26.

67 Engin Beksaç, “Balkanlarda Tarih Öncesi ve Erken Uygarlıklar”, Balkanlar El Kitabı, Cilt I: Tarih,

Derl. Osman Karatay – Bilgehan A. Gökdağ, Ankara, 2006, s. 38.

plana çıkmaktadır. Alçak bölgelerde yer alan bu tarım kültürlerine karşın yüksek bölgelerde eski avcı ve toplayıcı yaşam biçimi sürdürülmüştür69

.

Tarımla uğraşan nüfusun yerleşim yerlerinin dağılımı itibariyle Balkanlar genelinde güney kesimdekiler ve daha kuzeydekiler olarak bu neolitik aşama kültürlerini iki grupta toplamak mümkün gözükmektedir. Güneydekiler deniz yönü ağır basan ve Anadolu etkisinin daha yoğun hissedildiği iyi örgütlü tarım toplulukları olarak tespit edilirken, kuzeydekiler karasal yönü baskın, avcılığa ve hayvancılığa temayüllü ve mahalli özellikleri daha önemli olan tarım toplulukları olarak karşımıza çıkmaktadırlar70

.

Balkan Yarımadası’nın büyük bir bölümü M.Ö. 4000 dolaylarında nedeni hâlâ tam olarak anlaşılmamış bazı travmatik değişikliklere sahne olmuştur. Uzun süredir meskûn olan yerleşimler terk edilmiş, kilden ve metalden yapılan süs eşyaları daha seyrek görülür olmuş ve genel bir nüfus azalması yaşanmıştır. Bu görüngü için bazı iddialı açıklamalar ileri sürülmüşse de bunları kanıtlayacak kalıntılara bugüne kadar rastlanmamıştır. Bu görece karanlık dönemin nedeni ne olursa olsun M.Ö. 3500 ile 3000 arasında bir toparlanma başlamıştır. Bu dönemde Balkan Yarımadasında, özellikle de yarımadanın güneyinde yaşayan insanların hayatlarında önemli değişimler meydana geldi. Çok büyük olasılıkla Anadolu’dan gelen yeni halklar, yeni bitkiler ve yeni insan yapımı arazi görüntüsü, zeytin ve üzüm gibi bitkilerle birlikte modern biçimini almaya başladı. O dönemlerden beri, zeytinyağı ve şarap, yarımadanın kıyı bölgelerindeki beslenme düzeninin temelini oluşturmaktadır. Savaş teknolojileri de – silah yapımında kullanılacak metal alaşımlarının oluşturulması gibi - aşağı yukarı bu dönemde ortaya çıktı.

Yerleşim yerlerinin artık açık taşkın ovalarında değil, savunması daha kolay tepelerde kurulması, savaşın yaygınlaştığının göstergesidir. Kuzey Balkanlar’da, Karadeniz’e komşu bölgelerde, doğudan gelen, atı ve öküzü evcilleştirdikleri için daha büyük bir hareketliliğe sahip olan bozkır halkları ortaya çıktı. Kuşkusuz, toplumlar karmaşıklaştıkça, daha fazla tabakalaşma olmuştur. Bu noktada iktidar hiyerarşilerinin kurumsallaşma sürecinde oldukları da düşünülebilir. Biraz daha sonraki dönemlerde, savaşçı grupların egemen konuma geldiklerine ilişkin kanıtlara rastlıyoruz. Savaşçı seçkinler, savaşçı olmayanların mezarlarından çok farklı, tek kişilik mezarlara

69 Beksaç, “Balkanlarda Tarih Öncesi…”, s. 39. 70 Beksaç, “Balkanlarda Tarih Öncesi…”, s. 40.

silahlarıyla birlikte gömülmüşlerdir. Bu mezarlarda genellikle erkekler bulunmasına rağmen, kadın savaşçı mezarlarına da rastlanmıştır71

.

M.Ö. 2500’lerde başladığı kabul edilen Erken Bronz Çağ, Balkanların en önemli süreçlerinden biridir. Tarih olarak Girit adası başta olmak üzere Ege denizine açılan bölgelerde Bronz Çağ daha erken başlamıştır. Özellikle maden teknolojisindeki ve sosyal sistemlerdeki gelişmeler yanında daha sonraki süreçlere damgasını vuracak etnik ve sosyal yapılanmalarla dikkat çeker. Yer yer M.Ö. 1800’lere kadar da sürer. Bu aşamada, Girit üzerinde önemli bir nüfus yoğunluğu ve toplumsal hareketlilik görülür. Kuzey ve kuzeydoğuda ortaya çıkan kültürler tamamen bozkır özellikleri gösteren çoban ve göçer karakterli kültürlerdir. Stepler üzerinden gelen Hint-Avrupa dilli topluluklar arasında İllyr ve Trak dil gruplarını oluşturacak gruplar mevcuttur. M.Ö. 2000/1800 ile 1500/1400 arasında orta bronz devri kültürleri ortaya çıkar. Özellikle Girit’te çok önemli sosyal gelişmeler kaydedilen bu aşamada ilk saraylar, yani belirli merkezleri yöneten sınıflı bir toplumsal oluşum, M.Ö. 1850-1700 yıllarında Knossos, Phaistos ve Malia gibi merkezlerde ortaya çıkar. Bu durum daha da ileri giderek, M.Ö. 1700-1400 arasında da önemli bir merkezi bütünleşmeyle Knossos çevresinde şekillenmiş bir uygarlığa dönüşür. Bu, Minos Uygarlığı olarak tanınır. Girit’te ilk