• Sonuç bulunamadı

Avrasya bozkır kuşağı Macaristan’dan başlayıp Çin sınırlarına kadar devam eden çok geniş bir alanı kaplamaktadır. Asya ile Avrupa arasındaki doğal sınır kabul edilen Ural dağları bu geniş bozkır kuşağını ikiye ayırır1. Böylelikle Doğu Avrupa olarak adlandırılan coğrafi bölgenin doğu sınırı olarak Ural dağları kabul edilmektedir. Bbu durum, Ural dağlarının doğal sınır teşkil ettiği görüşü genel kabul görmüş olması dolayısıyla coğrafi açıdan doğru olsa bile tarihi açıdan biraz sorunlu bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Meselenin odak noktasında ise Asya ile Avrupa’nın fiziksel ayrımı fakat tarihi bütünlüğü sorunu yatmaktadır.

M.Ö. V. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarih yazarı Herodotos, Avrupa ve Asya’nın iki ayrı bölge olduğunu, kabul edilmiş bir hakikat olarak ele almıştır. Klasik

Eski Çağ ve ardından Avrupa Orta Çağının coğrafya bilimi, uzun zaman boyunca iki kıtanın sınırının Tanais (bugünkü Don) nehri olduğunu kabul etmişti. Bu sınırı geleneksel olarak Ural dağlarının kuzey-güney hattı, Yayık nehri, Hazar denizinin kuzeybatı sahil şeridi, Kafkasya ve Karadeniz olarak belirleyen görüş, Yeni Çağ Avrupa bilimi tarafından oluşturulmuştur. Ancak bu coğrafi sınırın belirlenmesi tamamen Avrupalı bakış açısını yansıtmaktadır. Zira Ural dağları herkesçe bilindiği üzere iki tarafta yaşayanları birbirinden ayıracağına, daha ziyade birleştirmiştir. Dolayısıyla ne coğrafi ne siyasi ve ne de tarihi olarak hiçbir dönemde bir sınır özelliği göstermemiştir. Ural dağları ve Hazar denizi arasındaki bozkır, doğudan batıya doğru akın eden kavim göçleri dalgalarına sürekli olarak engelsiz bir geçit sağlayarak Asya bozkır kuşağının organik bir uzantısı olmuştur. Bizce “Avrasya” diye bir tabirin bulunması bile başlı başına bu bütünlüğün bir tezahüründen ibarettir.

Aynı şekilde Doğu Avrupa bozkır kuşağına batı yönünde bir sınır belirlemek de oldukça güçtür. Bu yönde doğal bir sınır oluşturacak coğrafî bir engel bulunmamaktadır. İç Asya’nın göçebe kavimleri, göçlerini daima Karpatlar havzasına kadar sürdürmüştür. Böylece, Yayık nehrinin batısına düşen bölgenin, bugünkü Güney Rusya-Ukrayna bozkırlarının, Karpatlar havzasına kadar, her ne kadar coğrafî olarak Avrupa’ya dâhil olsa da, tarihî olarak iç Asya’ya dâhil olması gibi garip bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Bütün bu anlatılanlardan sonra coğrafi Doğu Avrupa’nın güneydeki bozkır kuşağını, İç Asya’nın eski tarihinin organik bir parçası olarak incelemek daha doğru bir yaklaşım gibi görünmektedir2. Yani Doğu Avrupa dediğimiz coğrafya, çok daha büyük olan ve tarihi bir bütünlük arz eden büyük step kuşağının sadece batı kısmından ibarettir. Her ne kadar bölge için “Batı Avrasya”, “Güney Rusya” ve “Kuzey Karadeniz” gibi isimler kullanılmışsa da günümüzde artık coğrafi bir terim olarak “Doğu Avrupa” adının kullanılması adet halini almıştır.

Biz burada modern bilimin kabul ettiği Doğu Avrupa’nın Ural dağları ile çizilen doğu sınırını biraz daha batıya, Don nehrinin batısına çekerek “Kuzey Karadeniz” olarak adlandıracağımız bölgeyi incelemeye alacağız. Bu coğrafyasının doğu ve batı sınırlarındaki belirsizliğe karşın kuzey ve güney sınırları, biraz da doğal sınırlar olması açısından daha belirgindir. Kafkas dağları, Karadeniz, Karpatlar ve Tuna nehri bu bölgenin güney sınırlarını oluşturmaktadır. Yaklaşık olarak Kiev’den Kazan’a kadar uzanan bir çizginin kuzeyindeki bölge, yoğun ağaçlı Rusya ve Sibirya ormanlarına

dönüşmeden önce, geçiş kuşağı halinde bir ormanlı bozkır (lesostep) alanı ile kaplıdır. Daha da kuzeyde, ormanlar yerlerini tayga ve tundra bölgelerine bırakırlar. Doğal ortamdaki belirgin zıddiyet bu bölgelerin ekonomik etkinliklerine de yansımıştır3. Bozkırın bataklıklar, geniş ormanlar ve vahşi tundralarla kaplı bu kuzey kesimleri, eski çağlardan beri Fin-Ugor kabileleri tarafından iskân edilmişti. Doğu Avrupa bozkırlarının kuzeyinde uzanan bu orman kuşağı göçebe yaşama pek uygun olamadığından göçer kabileler açısından hiçbir zaman cazip bir yer olmamış ve bölgede hâkim olan güçler için kuzeye doğru genişlemenin en büyük engelini teşkil etmiştir4 (Bkz. Harita 1).

Harita 1. Kuzey Karadeniz: Coğrafi Özellikler

Sınırlarını tespit etmeye çalıştığımız Kuzey Karadeniz bozkır bölgesi, sahip olduğu coğrafi özellikler açısından öncelikle Avrasya’nın doğuda kalan kesimine göre daha sulak, ılıman iklime sahip ve bereketli bir özellik göstermektedir. Karadeniz

3 Peter B. Golden, “Rusya’nın Orman Kuşağı Halkları”, çev. Mete Tuncay, Erken İç Asya Tarihi, Derl.

Denis Sinor, İstanbul, 2009, s. 311.

havzası akarsu bakımından olağanüstü zengindir; İdil, Don, Dinyeper, Bug, Dinyester/Turla ve bunların kolları oldukça bereketli vadiler oluştururlar. Bu nehirler aynı zamanda bol miktarda balık ve tuz sağlamaktadırlar5. Verimli kara toprak üzerinde, Rusça ismiyle çernozyom üzerinde hayvan yetiştirmeye mükemmel bir şekilde uygun zengin otlak alanları bulunur. Batıda bu bozkır mıntıkası Karpatlar havzasına kadar yayılmıştır; hatta Karpatların ötesindeki Nagyalföld (Büyük Macar Ovası) muazzam bozkır topraklarının en batıdaki noktası olarak kabul edilebilir6

.

Aynı şekilde bu bölge, İç Asya’ya nazaran ağaç bakımından da daha kesif bir yapı göstermektedir. Meşeler, ıhlamur ağaçları vs. bol miktarda hasat vermektedirler. Yaban domuzları, yaban eşekleri, yabani keçiler, su samurları ve kunduzlar oldukça yaygındır. Bölgenin diğer bir önemli özelliği de hiç dağ bulunmamasıdır. Bu haliyle bölge, doğal bitki örtüsü ve hayvan varlığıyla göçebe yaşam için oldukça uygun koşullar sunmaktadır. Dolayısıyla göçer toplumlar, ciddi bir coğrafi engelle karşılaşmaksızın ya da iklim ve bitki örtüsü ile ilgili herhangi bir değişiklikle mücadele etmeksizin bozkırın bol miktarda bulunan av hayvanlarını kovalamak suretiyle bir baştan öteki başa kadar istedikleri gibi gezinebilmişlerdir7

.

Bu noktada Doğu Avrupa’nın, sahip olduğu coğrafi özellikler nedeniyle, göçebe toplumların göç hareketlerinde en önemli güzergâhlardan birini oluşturmak suretiyle oynadığı tarihi rolü vurgulamak gerekir. Zira bölge, İlk ve Orta Çağlar boyunca, göçebe toplumların anayurdu olarak kabul edilen İç Asya’dan hareket eden kavimlerin birinci derece bir geçiş yolu olmak gibi bir özelliğe sahiptir. Bu durumun temel sebebi de aynı şekilde İç Asya’nın sahip olduğu coğrafi özelliklerdir. Şöyle ki, İç Asya veya Doğu Avrasya’dan göçe başlayacak bir kavim için soğuk ve karanlık kuzey kesimleri ile okyanusun sislerini taşıyan doğunun bir yaşam alanı ifade etmediği açıktır. Mançurya- Kore bölgesi de zaten yoğun nüfuslu bir bölgedir. Güneyde sırasıyla yoğun ve bütünleşmiş bir nüfusu, dolayısıyla eski ve güçlü bir devlet geleneği olan Çin, onun batısında dünyanın damı unvanlı Tibet ve ardından Himalaya-Hindikuş yükseltileri göçe uygun bir güzergâh oluşturmazlar. Yolun açıldığı noktada başka aşılamaz beşeri bir engel olarak İran durmaktadır. Dolayısıyla güney yönü de tamamen göçe kapalıdır. Geriye tek yol olarak batı istikameti kalmaktadır8. Yukarıda belirtilen coğrafi yapısıyla

5

Rice, Scythians, s. 35.

6 Vásáry, Eski İç Asya…, s. 26-27. 7 Rice, Scythians, s. 34-35.

ve Antik ve Orta Çağlarda sahip olduğu siyasi şartlarıyla Doğu Avrupa veya Batı Avrasya, bu göçer kavimler için oldukça elverişli bir geçiş yolu konumundaydı. Kendileriyle ticaret yapabilecek ve şartlar elverdiğinde zenginliklerinden istifade edilecek önemli yerleşik kültürlere sınırdı. Hem göçebe savaş hilelerinin gerektirdiği manevra ve geri çekilmeler için imkân sağlayacak şekilde geniş, hem de yerleşik devletlerin askeri güç merkezlerinden, oralardan gelebilecek uzun süreli saldırı korkusunu, çoğunlukla, savuşturacak kadar uzakta idi. Örneğin Bizanslılar kendileri bölgeye hiçbir sefer düzenlememişlerdir. Aynı şekilde Araplar, Orta İdil’e cesurca bir sefer dışında, anlaşılır şekilde kendi Kafkas istihkâmlarının ilerisinde maceraya girmekten daima çekinmişlerdir. Bölgede Kiev merkezli Rus devleti kurulana kadar göçer kavimleri engelleyecek herhangi bir siyasi oluşum da ortaya çıkmamıştır9

.

İlk ve Orta Çağ boyunca İç Asya’dan Kuzey Karadeniz ve Balkanlara doğru hareket eden büyük göçler, her dönemde aşağı yukarı aynı şekilde cereyan etmiştir. İç Asya’nın göçebe toplulukları, artan nüfus ve bunun sonucunda beslenme olanaklarının azalması üzerine kendi coğrafî sınırları dışına çıktıklarında ve fetih hareketlerine giriştiklerinde, daima belirli güzergâhları takip etmişlerdir10. Göçebe kavim dalgası, İç Asya’dan, Altay dağlarının doğusuna düşen alandan yola çıkar ve hep aynı yönde ilerler. Bu yön daima Cungarya kapısından geçerek Balkaş gölü aşağısına götüren tabiî coğrafya yoludur. Göçebe anayurttan gelen kavim dalgası burada etrafa yayılır, bir zaman için –bazen yüzyıllarca- duraklar ve sonra, eski mahiyetini kaybetmeksizin, orada buluştuğu yarı göçebe veya yerleşmiş kavimlerin tesiri altında belirli bir değişikliğe de uğrar. İç Asya’nın, Cungarya kapısından Hazar denizine kadar olan bölgesi göçebe kavimlerin ikinci anayurtlarını oluşturur. Bu ikinci anayurttan göçebelerin etrafa dağılışı iki yönden, ya buradan İran havzasına doğru yahut da Ural dağlarının güney kolları ve Hazar denizinin kuzey kıyısı arasında, Yayık ve İdil nehirleri üzerinden olabilir ve öyle de olmuştur. İran yolunu, orada oturan ve daha yüksek bir medeniyet yaşayan kavimlerin karşı koyması ziyadesiyle güçleştirmiştir. Buna karşılık İdil - Yayık yolu ise coğrafya bakımından geçişe elverişli olduğu için daha çok kullanılmıştır11. Buna ek olarak yukarıda belirtildiği gibi, bu yolu tutan hiçbir

536.

9 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Çorum, 2006, s. 97-98. 10 Vásáry, Eski İç Asya…, s. 31.

kuvvetli medeniyet sahibi yerleşmiş kavmin bulunmaması da bu geçişi kolaylaştıran diğer bir etken olmuştur.

Öte yandan bu uzun göç hareketi esnasında, göçer kavimlerin nüfus yapısında belli değişimler meydana gelmekteydi. Doğal olarak göçebeler ne kadar batıya giderlerse yol esnasında o kadar dağılıyorlardı. Çin’e şüphesiz büyük kitleler halinde saldırabiliyorken, Karpatlar havzasına ancak kalıntılar ulaşıyordu. Uzun göç yolculuğu boyunca asıl göçebe kitlenin önemli kısmı muhtemelen yok oluyor ve başka kavimlerle karışıyordu; fakat varlığını muhafaza eden “çekirdek” kitle asıl isimlerini diğerlerine aktarıyordu12

.

II.2. Balkanlar

“Balkan” terimi, Avrupa’nın güneydoğusunda Tuna nehri üzerindeki Banat dağları vasıtasıyla Karpat dağlarına temas ederek, buradan itibaren geniş bir kavis çizip Karadeniz’e doğru uzanan dağ silsilesinin ve bu dağları içine alan büyük yarımadanın ismidir (Bkz. Harita 2). Eski ve Orta Çağ kaynaklarında, topoğrafik durumu iyi bilinmeyen bu dağların bazı kısımlarına “Haemus” adı verilmekteydi. Daha batıda kalan asıl Balkan dağlarına Bulgarlar ve Sırplar tarafından “Stara Planina” (Eski Dağ) adı verilmekteyse de bu ad genelde Slavlara mahsus kalmış ve gerek dağlara ve gerekse yarımadaya çoğunlukla Balkanlar denilmiştir. Balkan kelimesi ise, bazı Türk lehçelerinde “dağ” manasına gelmekte, hatta Hazar denizi doğusunda yükselen bir dağ kütlesine de Balhan (Balkan) denilmektedir. Balkan adı, buraya gelen Türkler tarafından sadece “dağ” manasında ve umumiyetle başka bir kelime ile birlikte kullanılmıştır. Neticede Balkan adı sadece bu dağ silsilesine verilmekle kalmamış, Avrupa kıtasının bu büyük yarımadasını da ihtiva eden bir anlam kazanmıştır13

.

12 Vásáry, Eski İç Asya…, s. 31-32.

Harita 2. Balkanlar: Coğrafi Özellikler (Fine, The Early Medieval Balkans, Map

1.)

Bölge için kullanılan tek tabir “Balkanlar” olmamakla birlikte farklı dönemlerde farklı isimlendirmeler de kullanılmıştır. Bunlar içinde bir dönem için en çok geçerlilik kazananı “Güneydoğu Avrupa” tabiridir. Onun öncesinde XIX. yüzyılın ilk yarısında kıtanın bu bölgesi için tercih edilen isim, Yunanistan’la birlikte, teknik olarak Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Romanya Prensliklerini, Eflak ve Moldova’yı da içine alan “Türkiye Avrupası” idi. Sonradan “Grek-Slav Dünyası” isminden “Balkanlar” ismine kadar başka tabirler de kullanıldı. Berlin Kongresi (1878) arifesinde başta karşılaştırmalı dilbilim, özellikle de Romence, Bulgarca, Arnavutça ve Grekçe gibi dillerde keşfedilen ortak unsurlar alanında çalışan bilginler tarafından kullanılan “Güneydoğu Avrupa” diye yeni bir terim ortaya çıktı. Kavram Avusturya’da devlet adamları ve diplomatlar arasında, Karpat dağları ile Dinyester nehri ve Ege, Adriyatik

ve Karadeniz arasındaki bölgeyi tarif etmek üzere, hemen yaygınlaştı. “Güneydoğu Avrupa Tarihi” başlığı altında ilk ders 1912 yılında Viyana Üniversitesinde Romen tarihçi Ion Nistor (1876-1902) tarafından verildi. Ardından diğer bir Romen tarihçi Nicolae Iorga (1871-1940), Bükreş’te 1914’te “Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü”nü kurdu ve bir de Revue historique du sud-est européen (1922) adında bir dergi çıkarmaya başladı. Burada amaç biraz da “Balkanlar” tabirine I. Dünya Savaşı öncesinde atfedilen küçültücü anlamı yok etmekti. Bugün için daha popüler olan “Balkanlar” ifadesi daha çok kullanılmakla birlikte “Güneydoğu Avrupa” ifadesi de kullanılmaktadır.

Öte yandan “Balkanlar” tabirinin tam olarak ne kadar bir bölgeyi ifade ettiğine dair genel bir kabul yoktur. Kesin olan şey “Balkanlar” tabirinin Macaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna’nın güney bölgelerini kapsamadığıdır. Orta Çağda Avrupa’nın bu kısmı, özellikle de kuzeyde kesin sınırlara sahip değildi. Sonuçta tarihi bütünlük açısından, bu bölgenin Orta Çağ tarihini inceleyen hiçbir ciddi araştırma Karpat havzası, Tuna’nın kuzeyi ve Karadeniz’i inceleme dışı bırakamaz. Bölgenin kuzeydoğu sınırına, bugünkü Romanya, Moldova ve Ukrayna’dan geçen orman-step kuşağı da dâhil olmak üzere, aşağı Tuna’dan başlayıp Dinyeper nehrine kadar uzanan step koridoru da eklenmek zorundadır. Hun, Bulgar, Peçenek, Kuman ve Moğolların batıya doğru hareketlerinde kullandığı bu step kanalı hariç tutulursa Balkanların askeri ve kültürel tarihi açısından pek az şey anlaşılır14

.

Balkan yarımadasının ilk dikkat çeken özelliği dağlık oluşudur. Bu dağ sistemleri dört ana grupta toplanabilir. Bunlar; Dinar dağları, Karpatlar, Balkanlar ve Rodop dağlarıdır. Batıda Alp dağlarının devamı olan Dinar dağları, Adriyatik denizi kıyısını takip ederek güneye inmektedir. Dinar kıvrımları, batıda ve güneyde Şar, Pindus ve Peloponnes dağlarını birleştirir. Bunlar çökmüş Adriyatik kıyılarında yer alır. Eski Yugoslavya ve Yunan adaları da bu Dinar sistemine bağlı özellik gösterirler. Bu dağların yükseklikleri 1200-2400 metreler arasında değişir. Genelde deniz kıyısına paralel uzanan Dinar dağları, zaman zaman 50-60 kilometre içerilere sokularak verimli kıyı ovalarına imkân tanırlar. Karpatlar, ters yazılmış “S” harfi gibi Romanya’nın kuzeyinden güneyine doğru uzanır. Tuna nehri yakınlarına ulaştığında batıya dönmekte ve 600 kilometre gittikten sonra Demirkapı bölgesinde güneydoğuya yönelmektedir.

14 Florin Curta, Southeastern Europe in the Middle Ages, 500-1250, Cambridge: Cambridge University

Balkanlara adını veren Balkan dağları, Bulgaristan’ı batıdan doğuya ikiye bölen dağlardır. Balkan dağlarının ortalama batı-doğu uzunluğu 600 kilometreyi bulur. Batıdan doğuya doğru Batı Balkanları, Koca Balkanlar ve Küçük Balkanlar olarak üç kısma ayrılır. Balkan dağlarının batısından güneye doğru indikten sonra doğuya doğru uzanan Rodop dağları, Trakya’nın kuzeyinden geçerek Türkiye üzerinden Karadeniz’e kadar ulaşır. Rodop dağları, Rila ve Pirin dağlarını içine alır. Bu bölgede yalnız Bulgaristan’ın değil, Balkanların en yüksek tepesi bulunur.

Balkan yarımadasında yer alan dağların uzanışı, akarsuların yönlerini de tayin etmiştir. Dolayısıyla yarımada üzerinde iki farklı akarsu akaçlama havzası belirginleşmiştir. Birincisi kuzeyde Tuna nehri ve kollarını içine alan ve sularını Karadeniz’e boşaltan kuzey havzası, ikincisi dağların uzanışına bağlı olarak şekillenmiş ve güneyde Ege denizine boşalan güney havzasıdır. Balkanlarda 152 nehir ve çay bulunmaktadır. Bunlar içinde en önemlisi kuşkusuz Tuna nehridir. Tuna’ya güneyden katılan Sava, Drava, Morava ve Drina, Eski Yugoslavya topraklarını sular. Olt, Prut ve Tisza, Tuna’ya kuzeyden katılan önemli kollardır. Meriç, Arda, Tunca, Ergene, Meseta, İsteroma ve Vardar diğer başlıca akarsulardır. Balkanlardaki göller, kısmen tektonik ve kısmen kalker yerlerin özel aşınımına bağlı oluşmuşlardır. Kuzeydeki İşkodra Gölü Balkanların en büyük gölüdür. Ohri Gölü güneybatıdadır ve Balkanların en derin gölüdür. Prespa Gölü ise, Makedonya, Yunanistan ve Arnavutluk sınırları arasındadır. Balkanların kuzeyinde Sava ve Drava nehirleri arasında geniş bir ova yer almaktadır. Demirkapı’dan sonra ise Tuna nehrinin oluşturduğu çok geniş ve verimli ova bulunmaktadır. Tuna delta ovası bu ovanın bir parçasıdır. Romanya’nın en geniş ovası, Eflak ovasıdır. Balkan dağlarının güneyinde, Pazarcık ve Filibe’den başlayarak Meriç nehri boyunca uzanan geniş kıyı ovaları vardır.

Balkan yarımadasının iklimi, güneyden kuzeye ve deniz kıyısından iç kesimlere doğru değişim göstermektedir. Güneyde Akdeniz iklimi hüküm sürer. Burada kışlar ılık ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak geçer. Atina’da kar ender görülür. Kuzeye ve iç kesimlere doğru gidildikçe, iklim karasallaşır ve sertleşir. Kuzeye doğru gidildikçe arazi hem engebeli hale gelir ve hem de iklim sertleşir. Dağlık bölgelerde, Eylül veya Ekim aylarında yağan kar, Haziran ayına kadar yerde kalır15

.

15 Ramazan Özey, “Balkanların Coğrafi Yapısı”, Balkanlar El Kitabı, Cilt I: Tarih, Derl. Osman Karatay

Balkanların bu coğrafi yapısı bölgenin tarihi üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla bölgenin tarihi üzerinde değerlendirme yapılırken bu coğrafi etkiler de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu noktada, tarihe etki eden coğrafi faktörlere kısaca göz atmakta fayda vardır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Balkanlar oldukça dağlık bir bölgedir. O derece ki sadece Bosna Hersek bölgesi düzleştirildiğinde Avrupa’nın tamamı kadar bir yüzey genişliği elde edileceği söylenmektedir. Karadağ ve Arnavutluk (özellikle de kuzeyi) neredeyse tamamen dağlıktır. Dalmaçya kıyılarına paralel uzanan Dinar Alpleri, Bosna, Hersek ve Karadağ’ı kıyıdan ayırdığı gibi kıyıdaki Latin kültürü ile içteki Slav kültürü arasında da bir sınır oluşturur. Pindus sıradağları Yunanistan’ı doğu ve batı diye ikiye ayırır ve yine Peloponnesus’da da çok sayıda dağ vardır. Rodoplara kadar uzanan ve onunla birleşen Balkan sıradağları Bulgaristan ile Trakya’yı birbirinden ayırır.

Dağlar, insanları birbirinden izole etmek ve yerelliği arttırmak suretiyle bölgede merkezi devletlerin gelişmesini de engellemiştir. Bu nedenle Güney Slavları hiçbir zaman birleşik milli bir devlet kuramamışlardır. Aynı şekilde dağların neden olduğu iletişim eksikliği, ayrı Grekçe dialektlerin gelişmesine sebep olmuş ve bu da birçok Grek için milli bir idealden ziyade belli bir bölgeye güçlü bir bağlılık hissi oluşturmuştur. Öte yandan dağların pozitif etkisi de olmuştur. Örneğin dağların varlığı azınlıkta olan insanlar açısından istilacılardan ve büyük göç dalgalarından kaçmak için sığınacak güvenli birer yer oluşturmuştur. Böylelikle bu insanlar, tamamen asimile olmak yerine kendi kimliklerini sürdürebilmişlerdir. Örneğin İllyria’lılar ve Dacialılar Slav istilası döneminde dağlara çekilebildiler ve Arnavutlar ve Ulahlar olarak kimliklerini korudular16.

Yarımadanın fiziki özellikleri, bölgenin siyasi yapısını da etkilemiştir. Öncelikle genel olarak dağlık bir yapı gösteren yarımadanın arazisi, kuzeydoğu ucundan açık bir giriş sağlamaktadır. Buranın aşağısında Tuna nehrinin içinden geçtiği çok geniş bir düzlük bulunur. Tuna üzerindeki Demir Kapı geçidi de alçak platolarla çevrilidir. Bu bölgede hiçbir fiziksel engel bulunmamaktadır. Bu coğrafi yapı sayesinde, yarımadanın