• Sonuç bulunamadı

1.)

Bölge için kullanılan tek tabir “Balkanlar” olmamakla birlikte farklı dönemlerde farklı isimlendirmeler de kullanılmıştır. Bunlar içinde bir dönem için en çok geçerlilik kazananı “Güneydoğu Avrupa” tabiridir. Onun öncesinde XIX. yüzyılın ilk yarısında kıtanın bu bölgesi için tercih edilen isim, Yunanistan’la birlikte, teknik olarak Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Romanya Prensliklerini, Eflak ve Moldova’yı da içine alan “Türkiye Avrupası” idi. Sonradan “Grek-Slav Dünyası” isminden “Balkanlar” ismine kadar başka tabirler de kullanıldı. Berlin Kongresi (1878) arifesinde başta karşılaştırmalı dilbilim, özellikle de Romence, Bulgarca, Arnavutça ve Grekçe gibi dillerde keşfedilen ortak unsurlar alanında çalışan bilginler tarafından kullanılan “Güneydoğu Avrupa” diye yeni bir terim ortaya çıktı. Kavram Avusturya’da devlet adamları ve diplomatlar arasında, Karpat dağları ile Dinyester nehri ve Ege, Adriyatik

ve Karadeniz arasındaki bölgeyi tarif etmek üzere, hemen yaygınlaştı. “Güneydoğu Avrupa Tarihi” başlığı altında ilk ders 1912 yılında Viyana Üniversitesinde Romen tarihçi Ion Nistor (1876-1902) tarafından verildi. Ardından diğer bir Romen tarihçi Nicolae Iorga (1871-1940), Bükreş’te 1914’te “Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü”nü kurdu ve bir de Revue historique du sud-est européen (1922) adında bir dergi çıkarmaya başladı. Burada amaç biraz da “Balkanlar” tabirine I. Dünya Savaşı öncesinde atfedilen küçültücü anlamı yok etmekti. Bugün için daha popüler olan “Balkanlar” ifadesi daha çok kullanılmakla birlikte “Güneydoğu Avrupa” ifadesi de kullanılmaktadır.

Öte yandan “Balkanlar” tabirinin tam olarak ne kadar bir bölgeyi ifade ettiğine dair genel bir kabul yoktur. Kesin olan şey “Balkanlar” tabirinin Macaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna’nın güney bölgelerini kapsamadığıdır. Orta Çağda Avrupa’nın bu kısmı, özellikle de kuzeyde kesin sınırlara sahip değildi. Sonuçta tarihi bütünlük açısından, bu bölgenin Orta Çağ tarihini inceleyen hiçbir ciddi araştırma Karpat havzası, Tuna’nın kuzeyi ve Karadeniz’i inceleme dışı bırakamaz. Bölgenin kuzeydoğu sınırına, bugünkü Romanya, Moldova ve Ukrayna’dan geçen orman-step kuşağı da dâhil olmak üzere, aşağı Tuna’dan başlayıp Dinyeper nehrine kadar uzanan step koridoru da eklenmek zorundadır. Hun, Bulgar, Peçenek, Kuman ve Moğolların batıya doğru hareketlerinde kullandığı bu step kanalı hariç tutulursa Balkanların askeri ve kültürel tarihi açısından pek az şey anlaşılır14

.

Balkan yarımadasının ilk dikkat çeken özelliği dağlık oluşudur. Bu dağ sistemleri dört ana grupta toplanabilir. Bunlar; Dinar dağları, Karpatlar, Balkanlar ve Rodop dağlarıdır. Batıda Alp dağlarının devamı olan Dinar dağları, Adriyatik denizi kıyısını takip ederek güneye inmektedir. Dinar kıvrımları, batıda ve güneyde Şar, Pindus ve Peloponnes dağlarını birleştirir. Bunlar çökmüş Adriyatik kıyılarında yer alır. Eski Yugoslavya ve Yunan adaları da bu Dinar sistemine bağlı özellik gösterirler. Bu dağların yükseklikleri 1200-2400 metreler arasında değişir. Genelde deniz kıyısına paralel uzanan Dinar dağları, zaman zaman 50-60 kilometre içerilere sokularak verimli kıyı ovalarına imkân tanırlar. Karpatlar, ters yazılmış “S” harfi gibi Romanya’nın kuzeyinden güneyine doğru uzanır. Tuna nehri yakınlarına ulaştığında batıya dönmekte ve 600 kilometre gittikten sonra Demirkapı bölgesinde güneydoğuya yönelmektedir.

14 Florin Curta, Southeastern Europe in the Middle Ages, 500-1250, Cambridge: Cambridge University

Balkanlara adını veren Balkan dağları, Bulgaristan’ı batıdan doğuya ikiye bölen dağlardır. Balkan dağlarının ortalama batı-doğu uzunluğu 600 kilometreyi bulur. Batıdan doğuya doğru Batı Balkanları, Koca Balkanlar ve Küçük Balkanlar olarak üç kısma ayrılır. Balkan dağlarının batısından güneye doğru indikten sonra doğuya doğru uzanan Rodop dağları, Trakya’nın kuzeyinden geçerek Türkiye üzerinden Karadeniz’e kadar ulaşır. Rodop dağları, Rila ve Pirin dağlarını içine alır. Bu bölgede yalnız Bulgaristan’ın değil, Balkanların en yüksek tepesi bulunur.

Balkan yarımadasında yer alan dağların uzanışı, akarsuların yönlerini de tayin etmiştir. Dolayısıyla yarımada üzerinde iki farklı akarsu akaçlama havzası belirginleşmiştir. Birincisi kuzeyde Tuna nehri ve kollarını içine alan ve sularını Karadeniz’e boşaltan kuzey havzası, ikincisi dağların uzanışına bağlı olarak şekillenmiş ve güneyde Ege denizine boşalan güney havzasıdır. Balkanlarda 152 nehir ve çay bulunmaktadır. Bunlar içinde en önemlisi kuşkusuz Tuna nehridir. Tuna’ya güneyden katılan Sava, Drava, Morava ve Drina, Eski Yugoslavya topraklarını sular. Olt, Prut ve Tisza, Tuna’ya kuzeyden katılan önemli kollardır. Meriç, Arda, Tunca, Ergene, Meseta, İsteroma ve Vardar diğer başlıca akarsulardır. Balkanlardaki göller, kısmen tektonik ve kısmen kalker yerlerin özel aşınımına bağlı oluşmuşlardır. Kuzeydeki İşkodra Gölü Balkanların en büyük gölüdür. Ohri Gölü güneybatıdadır ve Balkanların en derin gölüdür. Prespa Gölü ise, Makedonya, Yunanistan ve Arnavutluk sınırları arasındadır. Balkanların kuzeyinde Sava ve Drava nehirleri arasında geniş bir ova yer almaktadır. Demirkapı’dan sonra ise Tuna nehrinin oluşturduğu çok geniş ve verimli ova bulunmaktadır. Tuna delta ovası bu ovanın bir parçasıdır. Romanya’nın en geniş ovası, Eflak ovasıdır. Balkan dağlarının güneyinde, Pazarcık ve Filibe’den başlayarak Meriç nehri boyunca uzanan geniş kıyı ovaları vardır.

Balkan yarımadasının iklimi, güneyden kuzeye ve deniz kıyısından iç kesimlere doğru değişim göstermektedir. Güneyde Akdeniz iklimi hüküm sürer. Burada kışlar ılık ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak geçer. Atina’da kar ender görülür. Kuzeye ve iç kesimlere doğru gidildikçe, iklim karasallaşır ve sertleşir. Kuzeye doğru gidildikçe arazi hem engebeli hale gelir ve hem de iklim sertleşir. Dağlık bölgelerde, Eylül veya Ekim aylarında yağan kar, Haziran ayına kadar yerde kalır15

.

15 Ramazan Özey, “Balkanların Coğrafi Yapısı”, Balkanlar El Kitabı, Cilt I: Tarih, Derl. Osman Karatay

Balkanların bu coğrafi yapısı bölgenin tarihi üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla bölgenin tarihi üzerinde değerlendirme yapılırken bu coğrafi etkiler de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu noktada, tarihe etki eden coğrafi faktörlere kısaca göz atmakta fayda vardır. Yukarıda da ifade edildiği gibi Balkanlar oldukça dağlık bir bölgedir. O derece ki sadece Bosna Hersek bölgesi düzleştirildiğinde Avrupa’nın tamamı kadar bir yüzey genişliği elde edileceği söylenmektedir. Karadağ ve Arnavutluk (özellikle de kuzeyi) neredeyse tamamen dağlıktır. Dalmaçya kıyılarına paralel uzanan Dinar Alpleri, Bosna, Hersek ve Karadağ’ı kıyıdan ayırdığı gibi kıyıdaki Latin kültürü ile içteki Slav kültürü arasında da bir sınır oluşturur. Pindus sıradağları Yunanistan’ı doğu ve batı diye ikiye ayırır ve yine Peloponnesus’da da çok sayıda dağ vardır. Rodoplara kadar uzanan ve onunla birleşen Balkan sıradağları Bulgaristan ile Trakya’yı birbirinden ayırır.

Dağlar, insanları birbirinden izole etmek ve yerelliği arttırmak suretiyle bölgede merkezi devletlerin gelişmesini de engellemiştir. Bu nedenle Güney Slavları hiçbir zaman birleşik milli bir devlet kuramamışlardır. Aynı şekilde dağların neden olduğu iletişim eksikliği, ayrı Grekçe dialektlerin gelişmesine sebep olmuş ve bu da birçok Grek için milli bir idealden ziyade belli bir bölgeye güçlü bir bağlılık hissi oluşturmuştur. Öte yandan dağların pozitif etkisi de olmuştur. Örneğin dağların varlığı azınlıkta olan insanlar açısından istilacılardan ve büyük göç dalgalarından kaçmak için sığınacak güvenli birer yer oluşturmuştur. Böylelikle bu insanlar, tamamen asimile olmak yerine kendi kimliklerini sürdürebilmişlerdir. Örneğin İllyria’lılar ve Dacialılar Slav istilası döneminde dağlara çekilebildiler ve Arnavutlar ve Ulahlar olarak kimliklerini korudular16.

Yarımadanın fiziki özellikleri, bölgenin siyasi yapısını da etkilemiştir. Öncelikle genel olarak dağlık bir yapı gösteren yarımadanın arazisi, kuzeydoğu ucundan açık bir giriş sağlamaktadır. Buranın aşağısında Tuna nehrinin içinden geçtiği çok geniş bir düzlük bulunur. Tuna üzerindeki Demir Kapı geçidi de alçak platolarla çevrilidir. Bu bölgede hiçbir fiziksel engel bulunmamaktadır. Bu coğrafi yapı sayesinde, yarımadanın Merkezî ve Doğu Avrupa ile olan ulaşımı kolaylaşmıştır. Bu sayede Balkanlar, sürekli Tuna ötesinden, özellikle Rusya steplerinden gelen istilalara maruz kalmıştır. Bir diğer husus, dağlık yapının sebep olduğu parçalı arazi özelliği, yarımadayı bir idare merkezi

16 John V. A. Fine, The Early Medieval Balkans, A Critical Survey from the Sixth to the Late Twelfth

olmaktan mahrum bırakmıştır. Şöyle ki, yarımadanın başlıca iki şehrinden ne İstanbul’da ne de Selanik’te kurulan herhangi bir siyasi irade bölgede tamamen hâkimiyet kuramamıştır; Bizans imparatorluğunun merkezi olan İstanbul, Balkanların tamamında veya büyük bir bölümünde zaman zaman kendi hâkimiyetini kurmayı başarmıştır fakat bu hâkimiyet aralıklı ve çok kısa dönemlidir. 395 yılında Roma İmparatorluğu parçalandıktan sonra sadece birbirinden ayrı üç dönemde yarımada Bizans başşehrinin hâkimiyeti altında politik olarak birleşmiştir: Birincisi 538-602 yılları arasındaki dönemdir ki Justinianos ve üç halefinin hâkimiyet dönemini içerir; ikincisi 1018-1070 yılları arasındaki dönemdir ve II. Basileios’un fetihlerinin bir sonucu olarak burada kurulan hâkimiyet dönemidir; son olarak 1172-1180 yıllarında I. Manuel’in iktidarının son döneminde burada tam hâkimiyet kurulmuştur. Balkan yarımadası Orta Çağ tarihinin büyük bir bölümünde tek bir siyasi idareye sahip olmamıştır. Balkanları tek bir Hristiyan hükümdarın idaresi altında birleştirmek için yapılan son teşebbüs de Stefan Duşan’ın 1355’de ölümüyle son bulmuştur17

.

Orta Çağda Balkanlar sık ve geniş ormanlara sahipti. Dağlarla birlikte bu ormanlar, haydut ve isyancılara elverişli bir koruma alanı sağlıyordu. Yani gerilla savaşı Balkanlarda sadece İkinci Dünya Savaşında ortaya çıkmamış çok daha erken dönemlerde başlamıştır. Aynı şekilde dağlık arazi pastoral bir toplumun gelişmesini sağlamıştır. Pastoral nüfus, sürüleriyle birlikte kışı vadilerde ve yaz aylarını dağlarda geçiren hareketli göçebe insanlardı. Bunlar kabilelerine göre organize oluyorlardı18

. Balkan ve Rodop dağları haricinde bütün belli başlı dağ silsileleri kuzey güney istikametinde uzanır. Bu da Balkanların kuzeyden gelen istilalara açık olduğu anlamına gelir. Hun, Got, Avar, Bulgar, Slav, Peçenek, Kuman ve Oğuz gibi bütün istilalar kuzeyden gelmiştir. Normanları hariç tuttuğumuzda kuzeyden gelmeyen ilk istilacılar Osmanlı Türkleridir. Doğu batı yönünde uzanan başlıca dağ silsilesi Balkan dağlarıdır. Fakat diğer dağlar kadar yüksek değildir ve bu nedenle bazkırdan gelen akıncılara karşı güçlü bir engel teşkil etmez. Üzerinden orduların geçebileceği birçok geçit vardır. Fakat askeri güç yeterli olduğunda buralar savunulabilir geçitlerdir. Yüzyıllarca bu dağ silsilesi Bulgarlarla Bizans İmparatorluğu arasında sınır olmuştur.

Tuna, Sava ve Neretva’nın (bugünkü Metković’in aşağısında) aşağı kısımları hariç çoğu Balkan nehirleri deniz taşımacılığına uygun değildir. Belli başlı nehirler,

17 Dimitri Obolensky, The Byzantine Commonwealth, Eastern Europe 500-1453, New York, 1971, s. 5-6. 18 Fine, The Early Medieval Balkans, s. 2.

özellikle de Tuna, mal transferi için oldukça önemlidir. Orta boylu nehirler ise daha çok devletlerarasında sınır vazifesi görmüştür. Tuna nehri, Romalı yazarlar tarafından tarih boyunca hep medeni dünya ile barbarlar arasındaki başlıca sınır olarak görülmüştür. Drina uzun bir süre Bosna ile Sırplar arasında sınır teşkil etmiştir. Öte yandan, nehirler vadi oluşturduğu için kara yolları bu nehirleri takip etme eğilimindedirler. Örneğin kıyıdan Bosna’ya giden önemli bir yol Neretva nehrini izler.

Balkanlardaki başlıca kara yolu ağları Tuna’dan güneye veya kıyıdan içeriye doğru gider. İçerdeki en önemli anayol merkezi Avrupa’dan çıkıp Ljubljana ve Zagreb’den ova boyunca geçerek Sava ile Tuna’nın birleştiği Belgrad’a ulaşır. Belgrad’dan Morava nehri boyunca güneye dönerek Niş’e ulaşır. Burada ikiye ayrılarak bir kolu doğuya, Sofya ve Filibe üzerinden İstanbul’a, diğer kolu ise Vardar vadisi boyunca güneye, Üsküp üzerinden Selanik ve Atina’ya gider. Bu yol başlıca ticaret ve istila yolu idi. İstila ve akınlar sırasında büyük yıkımlar bu yol üzerinde gerçekleşirdi. Slavlar istiladan yerleşmeye döndüğünde ilk Slav yerleşmeleri bu yolun Morava vadisi boylarında oldu. Nihayetinde Batı Avrupa’dan, Slovenya üzerinden Balkanlara gelen Haçlılar da bu yolu kullandılar. Diğer önemli yol ise bugünkü Arnavutluk’taki önemli liman kenti, aynı zamanda Bizans’ın Adriyatik’teki başlıca donanma ve askeri idare merkezi olan Durazzo’dan (Dyrrachium, Dıraç) başlayan meşhur Via Egnatia’dır. Oradan başlayan yol Ohrid ve Selanik üzerinden İstanbul’a ulaşır. Ayrıca yol, Kotor, Dubrovnik (Ragusa) ve Split gibi diğer liman şehirlerinden başlayıp dağ geçitlerinden ve sıklıkla ırmak vadilerinden geçerek Bosna içlerine ve Kuzey Sırbistan’a veya güney yolundan bugünkü Hersek ve Karadağ üzerinden Güney Sırbistan ve Bulgaristan’a doğru iç kesimlere de ulaşır.

Denize yakın bölgeler için deniz ulaşımı karadan daha önemliydi. Yabancı mallar Balkan limanlarına denizden ulaşıyordu. Balkan ticaretinin büyük bir kısmı Adriyatik, Akdeniz ve Ege’deki deniz yollarından yapılıyordu. Bu yüzden Orta Çağdaki en büyük Balkan şehirlerinin çoğu liman şehirleriydi. İtalyan dünyasıyla deniz bağlantısı birçok Dalmaçya şehrinin Latin karakterini korumasını sağlamıştır. Bu dönemin büyük kısmında birçok büyük liman ve bununla birlikte deniz ticaretinin büyük bir kısmı Bizans nüfuzu altındadır. Balkanlar, Bizans ülkesi ile karşılaştırıldığında az gelişmiş bir bölgeydi. Hammadde ihraç ediyor ve dışarıdan mamul eşya alıyordu. Orta Çağda başlıca ihracat peynir gibi pastoral ürünler ile ağaç, balmumu ve bal gibi orman ürünleriydi. Geç Roma dönemi ile yine bağımsız Bosna ve

Sırp devletlerinin doğduğu XIII.-XIV. yüzyıllarda, zengin Balkan maden ürünleri (gümüş, demir, kurşun) ihraç edilmeye başlandı. İç bölge insanları Dalmaçya sahillerinden tuz ve Bizans veya İtalya’dan lüks eşya – tekstil ve metal ürünler – ithal ediyordu. XIII. yüzyıla kadar hiçbir Balkan ülkesi kendi para sistemine sahip olmamıştı. Onlar ya takas sistemini veya yabancı paraları kullandılar. Yerel pazarlardaki küçük çaplı alışverişler muhtemelen takas yoluyla yapılıyordu19

.

III. TARİH

III.1. Kuzey Karadeniz

İncelediğimiz bölgenin IV. yüzyıla kadar olan siyasi tarihinin bilinmesi Hun öncesi dönemin daha iyi anlaşılması açısından önem arzetmektedir. Arkeolojik bulgularda belirginleşmeye başlayan en eski kültürlerin ardından Kimmer, İskit ve Sarmatların ilgili coğrafyadaki mevcudiyetleri muhtemelen Hun ilerleyişine zemin hazırlamıştır. Bu toplulukların bölgedeki faaliyetleri ve Türk kökenli oldukları neredeyse kesin olmakla birlikte etnik aidiyetleri meselesi doğrudan konumuzun sınırları içerisine girmediğinden burada kısaca değinmekle yetineceğiz.

Kuzey Karadeniz step bölgesinde M.Ö. 4000-2000 döneminde toprağa bağlı, pek düzenli bir tarım yapamadıkları anlaşılan toplulukların yarattıkları Neolitik kültür görülür. Bunu takiben Bakır Çağ kültürleri ortaya çıkar. Bu devrenin temsilcisi “Tripolye” adı verilen kültürdür20

. “Tripolye Kültürü” (M.Ö. 3500-M.Ö.1900), erken tarihli olması kadar kendinden sonraki göçebe kültürlerden farklılığı ile de dikkat çekmektedir. Bu kültür Karpatların doğu ucundaki Aşağı Tuna’dan Dinyeper nehrinin ötesine kadar yayılmıştır. Bu kültüre ait çanak çömlek buluntuları Balkanların neolitik kültürüyle büyük benzerlik göstermektedir. Yine bu kültür kapsadığı dönem içinde, yani yaklaşık olarak M.Ö. 3500 ile 1900 yılları arasında dört farklı safhada gelişmiştir ve ele geçen buluntular mezarlardan değil yerleşim alanlarından çıkarılmıştır. “Tripolye Kültürü” mensupları tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Buğday, arpa ve darı yetiştiriyorlar, sığır, keçi ve koyun besliyorlardı. Bu kültürde at kullanılıyordu ancak tekerlekli araba kullanıldığına dair herhangi bir kanıt bulunamamıştır. Yerleşim yerleri için kolay savunulabilir mevkiler, nehir vadileri, ağaçsız yerlerden ziyade ormanlık stepler tercih edilmiştir. Bu kültürün son safhasında yerleşim yerleri ortadan kalkmaya

19 Fine, The Early Medieval Balkans, s. 2-4.

20 Taner Tarhan, “Bozkır Medeniyetlerinin Kısa Kronolojisi”, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S.

başlar. Tarım ikinci planda kalmış ve boyalı çanak çömlekler yerini başka tip eşyalara bırakmıştır. Pastoral kültüre ve farklı toplum yapısına sahip göçmenler bu kültürü sona erdirmiştir21

.

“Tripolye Kültürü”nün üçüncü safhası ile birlikte Karadeniz kıyılarına ve Kafkaslara doğru “Usatovo Kültürü” gelişmeye başlar. Başlıca mezarlık buluntularıyla tespit edilen bu kültür, metal kullanımı, tümsek mezarları, farklı tip araç gereçleri ve hayvan gömüleri ile göçebe bir karakter göstermektedir. Bu dönemde artık Kuzey Kafkasya’da ve Karadeniz bozkırlarında yaşayan toplumlar, tipik bozkır insanları olarak ortaya çıkarlar. Bu bölgede, M.Ö. 2500’den sonra Hind-Avrupa dilleri gelişerek yayılmaya başlar. Yine M.Ö. 2000’e doğru, bozkırlarda arabalar kullanılmaya başlar22

. M.Ö. 2000’den hemen sonra “Tripolye Kültürü” sona erer. Bozkır göçebeliğinin artarak belirli bir hâle geldiği görülür. Bu devrede Hind-Avrupalılar gittikçe hareketlenip, sürüler ve arabalarla yayılarak göç etmeğe başlarlar. M.Ö. 2000’den itibaren Karadeniz bozkırlarında Bronz Çağ başlar. Bu devrin karakteristiği Katakomb mezarlarıdır23. M.Ö. 2. binyılın ilk çeyreği aynı zamanda bozkırlarda Kimmer hâkimiyetinin başladığı dönemdir.

III.1.1. Kimmerler

Doğu Avrupa’da, tarihi kaynaklar vasıtasıyla isimleri zamanımıza kadar gelmiş olan ilk kavim Kimmerlerdir. Etnik kökenleri, yerleştikleri saha ve tam hâkimiyet dönemleri hakkında net bilgilere sahip olmadığımız Kimmerlerin Trak asıllı, İrani (veya en azından yönetici tabakası İrani), Kelt ve Ural-Altaylı bir kavim oldukları yönünde görüşler bulunmaktadır24

.

Kimmerlerden ilk olarak Grek şair Homeros Odessia adlı eserinde oldukça genel ifadelerle bahseder. Homeros, karanlık ve sisli olarak tarif ettiği Kimmer ülkesinin nerede olduğu hakkında tam bir tarif yapmaz25. Ancak bir tarihçi veya bir coğrafyacı değil de bir şair olarak Homeros’un tarifindeki iklimsel özellikler, Kuzey Karadeniz ve Azak denizi çevresinin iklimi ile büyük bir uygunluk göstermektedir. Hellenlerin gözünde bu bölge, daima bulutlu bir gökyüzü, az güneş ışığı ve belirgin oranda sis

21 Phillips, The Royal Hordes, s. 18-24.

22 Phillips, The Royal Hordes, s. 25-26; Tarhan, “Bozkır Medeniyetleri…”, s. 18. 23

Tarhan, “Bozkır Medeniyetleri…”, s. 19-20.

24 Tadeusz Sulimirski, “The Cimmerian Problem”, University of London, Bulletin of the Institute of

Archaeology, No 2, 1959, London, 1960, s. 45-46.

koşulları ile özdeşleşmiştir26. Dolayısıyla Homeros’un tarifi bahsi geçen bölgeyi ima ediyor olabilir. Ancak Homeros’un bu ifadelerini, Yunan medeniyetinin kendi dışındakilere karşı bakış açısı olarak yorumlayanlar da vardır. Buna göre, Grek yazarlar bu insanları barbar olarak nitelemekte ve güneş ışığını bile onlara çok görmektedirler27

. Diğer yazılı kaynaklar içinde Herodotos onların ülkesi hakkında biraz daha ayrıntıya inmektedir. Onun “Tarih”inden, Kimmerlerin Karadeniz’in kuzeyinde yerleştiklerini öğrenmekteyiz. Herodotos’a göre İskitlerin oturdukları yerler önceden Kimmerlerle meskûndur. İskitler geldiğinde büyük bir istilayla karşı karşıya olduklarını anlayan Kimmerler, nasıl davranacakları konusunda kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimmer kralları bu tehlikeye karşı savaşıp yurtlarını savunmayı düşünmüşler, halk ise tehlikeye atılmaktan kaçınarak bulundukları yerleri terk etmeyi daha uygun bulmuştur. Görüş ayrılığı sonunda Kimmerler ikiye bölünmüşler ve birbirleriyle savaşmaya başlamışlardır. Bu kardeş kavgası sonunda ölenler Tyras (Dinyester) nehri kıyılarına gömülmüş ve geri kalanlar bulundukları yerleri terk etmişlerdir28

.

Kimmerler, Asur kitabelerinde “Gamir/Gimirrai” adı ile ortaya çıkmaktadırlar. Bu kitabelerde, Kimmerlerin Karadeniz’in kuzeyinden Kafkas dağlarını geçerek güneye indikleri ve Urartuların kuzey sınırlarına geldikleri yazılmıştır29. Kimmerlerin güneye inişi, tarihlerinin son safhasına rastlamakta olup buradan Urartu ülkesine yayılmışlar ve daha sonra da Anadolu’yu istila etmeye başlamışlardır30

.

Görüldüğü üzere Kimmerlerle alakalı yazılı kaynaklardaki referanslar onların