• Sonuç bulunamadı

1.4. Küreselleşme Süreci ve Etkileri Üzerine Yaklaşımlar

1.4.1 Kuşkucular/küreselleşme Karşıtı

Kuşkucular, küreselleşme düşüncesinin gereğinden fazla büyütüldüğünü, küreselleşme tartışmasının yeni olmayan bir şey hakkında gereksiz yere çok konuşma olduğunu ve bugünkü ekonomik karşılıklı bağımlılık düzeylerinin pek eşsiz olmadığını düşünmektedirler. Küreselleşmenin siyasal boyutunda bahsi geçtiği gibi,

dünya ticareti ve yatırım düzeyleri hakkındaki 19. yüzyıl istatistiklerine işaret eden kuşkucular, çağcıl küreselleşmeden tek farkının uluslararasındaki etkileşimin yoğunluğu olmuştur (Giddens, 2012: 93). Bu görüşe sahip olanlara göre ülkeler arasındaki ilişkiler eskiye göre daha yoğun olsa da, dünya ekonomisi gerçek anlamda küresel bir ekonomi yaratacak kadar bütünleşmemiştir. Çünkü dünya ticaretinin büyük bölümü üç bölgeden —Avrupa, Asya-Pasifik ve Kuzey Amerika— oluşmaktadır. Örneğin, AB’ye üye olan ülkeler öncelikle kendi aralarında ticaret yapmaktadırlar. Aynı durum diğer bölgeler için de geçerli sayılabilmektedir. İşte bu bölgeselleşme, ekonominin daha az bütünleşmesine işaret etmektedir. Ulus-devletler ise ekonomik faaliyetlerin düzenlenmesinde üstlendikleri rol nedeniyle esas oyuncular olmayı sürdürmektedirler. Ticari anlaşma ve ekonomik düzenlemelerin arkasındaki güç hükümetlerdir. Kuşkucular, aşırı küreselleşmeciler tarafından sürdürülen; küreselleşmenin dünya düzeninde daha az merkezi bir role indirgendiğine ve ulus- devletleri güçsüzleştirdiğine dair düşünceleri reddetmektedirler (Kutsi, 2018: 49).

Küreselleşme karşıtı veya kuşkucular, ulusal sınırların kalktığını pek de kabul etmemektedirler. Onlara göre günümüzde hala birçok ülkenin oldukça katı bir şekilde uyguladıkları ulusal sınır kontrollerine karşılık 19. yüzyılda insanlar pasaport bile kullanmamışlardı (Kaya, 2009: 7).

Şüpheciler, küreselleşme sürecinde ulus-devletlerin güçlü kalacağını savunup, ulus-devletler arasındaki ticaret akışının, adına küreselleşme denilen yeni bir olgu olmadığı savını savunurlar. Ulus-devletler arasındaki etkileşimin geçmişten günümüze var olduğunu ve ulus-devletlerin her alanda karşılıklı etkileşiminde gelinen noktanın uluslararasılaşmanın yükselmiş düzeyi olduğunu vurgularlar (Yavuz ve Sivrikaya, 2009: 1219).

Tehlikeli gelişmeler olarak düşünülen küreselleşme sürecine karşı ciddi siyasi tepkilerin doğması gelir dağılımı ile ilgilidir. “Dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’lik

bölümünün ortalama geliri en fakir yüzde 20’lik bölümünün ortalama gelirinin 1965 yılında 30 katı kadar iken, 1990 yılında 60 katına yükselmiştir.” Bu demek oluyor ki,

küreselleşme, 25 yıllık bir süre içinde, aradaki gelir yani refah farkının ikiye katlanmasına sebep olmuştur. Ayrıca, gelişme çabası içindeki ülkelere yayılacağı ileri sürülen demokrasi ve insan hakları gibi değerlerin bu ülkelerin içinde icat edilen

ortamlarda gelişmesi mümkün değildir. Bu ancak ve ancak bir aldatmacadır. Bu ülkeler fakirleştikçe halkı kontrol edebilmek için baskıcı rejimlere başvurma ihtiyacı artmaktadır. Çatışmalar azaltılmak yerine artmaktadır (Kaya, 2009: 8).

Kuşkucular genellikle şu gruplardan oluşmaktadırlar: Sosyalist bloğun çökmesi ve Marksist ideolojinin cazibesini yitirmesinden rahatsızlık duyan yapısalcı neo-marksistler, bu grup küreselleşmenin “aynı zamanda kapitalist sömürünün de küreselleşmesi olduğunu” ileri sürmektedir. Diğer grup da; üçüncü dünyacı, merkez- çevreci ve neo-selefi radikal gruplardır. Bunların bir kısmı neo-marksist-sosyalist, bir kısmı İslamcı kanatta yer alsalar da ortak paydaları, dünyayı sömürenler ile sömürülenler, gelişmişlerle az gelişmişler, merkez ile çevre arasında kıyasıya bir rekabet alanı olduğunu, bu rekabette kazananın hep emperyalistler, gelişmiş merkez ülkeleri, kaybedenin ise az gelişmiş, çevreye dâhil üçüncü dünya ülkesi olduğunu, küreselleşmenin de galiplerin hegemonyalarını pekiştirme aracından başka bir şey olmadığını düşünmeleridir. Diğer bir grup ise sendikalardır. Bu grup, küreselleşme sürecinde artan dış rekabet sonucunda bazı endüstrilerin daralması ile bir kısım firmaların kapanmasının işçi çıkarmalarını zorunlu kılması gibi anlaşılabilir nedenlerden, sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, dünyanın hemen her yerinde küreselleşmeye karşı çıkmaktadırlar. Küreselleşmeye karşı çıkan bir diğer grubun ise, GOÜ’lerde istihdamı artırmak, enflasyonu indirmek ve dış ödemeler dengesini sağlamak konusunda başarısızlığa uğramış, yolsuzluklara bulaşmış, sonuçta ekonomiyi krize sürüklemiş, bunun sorumluluğunu üstlenmek istemeyen, bir anlamda hatalarına günah keçisi arayan siyasetçi ve bürokratlardan oluştuğu söylenebilir.. İstikrar programlarının etkin bir şekilde yürütülmemesi ve aşırı istihdam, vergi kaçakları gibi nedenlerle kamu maliyesinin çökertilmesinin sorumluluğunu bizzat üstlenmek yerine suçun IMF, Dünya Bankası, G7 ülkeleri ve dış güçlerin üzerine, hepsinin bir özeti olarak da küreselleşmenin üzerine yıkmak, siyasetçi ve bürokratların pek çoğunun kolayına gelmiştir (Acar, 2002: 20-22).

Kuşkucular/küreselleşme karşıtı olanlar küreselleşmenin dezavantajlarını ileri sürmüşlerdir ve bu dezavantajların bazıları aşağıda yer almıştır:

*Çokuluslu şirketler sosyal adaletsizlik, adil olmayan çalışma koşulları yanı sıra çevreyi önemsememe ile suçlanmaktadırlar. Daha önce ticari faaliyetlerle sınırlı

olan kuruluşlar, giderek politik kararları daha fazla etkilemektedir. Birçoğu, küreselleşme nedeniyle iktidara gelen şirketlerin dünyayı yönetmelerinin bir tehdit olduğunu düşünüyorlar. Küreselleşme karşıtları, küreselleşmenin dünyanın çoğunluğu için çalışmadığını iddia ediyor. 1960'dan 1998'e kadar olan küresel ticaret ve yatırımlardaki son hızlı büyüme döneminde, hem uluslararası hem de ülkeler içindeki eşitsizlikler daha da arttı. BM Kalkınma Programı, dünya nüfusunun en zengin yüzde 20'sinin dünya kaynaklarının yüzde 86'sını tüketirken, en yoksul yüzde 80'inin sadece yüzde 14'ünü tükettiğini bildirmektedir (Collins, 2010).

*Geleneksel kültürler, yabancı ve istenmeyen kültürlere maruz kalmıştır. Her ülke, kendi milletini temsil eden ve toplumunu, karakterini ve yaşam biçimini sembolize eden kendi ana kültürü ve alt kültürlerine sahiptir. Bugünün dünyasında, üç baskın dünya kültürünü görüyoruz; ABD, Avrupa Birliği ve Japonya. Bu kültürel gruplar, tüm dünyanın gündemini belirliyor. Son yıllarda gelişmekte olan ülkeler; Brezilya, Hindistan, Çin dünyanın ana kültürel gücüne adapte oluyor. Bu durum, kültürlerin sürekli olarak nasıl değiştiğini ve çeşitli dış baskılar ve etkiler aracılığıyla nasıl yeniden yaratıldığını gösterir. Amerikan kültürünün tüm dünya üzerinde büyük bir etkisi vardır. Teknolojideki ilerlemeler, yabancı ülkelerde Amerikan ürünlerinin hâkimiyetine izin vermiş olup, bu yabancı ülkelerin kültürel kimlikleri için bir tehdit oluşturmaktadır. Amerikan merkezli televizyon, film, müzik ve edebiyatı dünya çapında izlenmektedir. Bunlar genellikle kültürleri Amerikan yolunun başarı ve refah yolunun düşüncesine doğru doktrinleştirmektedir. 2007’de Afrika’da yapılan Pew Global Poll anketinin sonuçlarına bakıldığında, incelenen 47 ülkeden 46'sının geleneksel yaşam biçimlerinin kaybolduğunu göstermektedir (Sundby, 2018).

*Küreselleşmenin tüm engellerin ortadan kaldırıldığı serbest ticaretle ilgili olması gerekiyordu, ancak hala birçok engel var. Örneğin, 161 ülkede, Avrupa'da% 21,6'ya varan oranlarda ithalatta katma değer vergisi (KDV) bulunmaktadır. Ayrıca ABD gibi gelişmiş ülkelerdeki işçiler, ihracat işini tehdit eden işverenlerin ödeme talepleriyle karşı karşıya. Bu durum, küresel oyunda çok az kaldıraç gücüne sahip olan birçok orta sınıf çalışan için bir korku kültürü yaratmıştır (Collins, 2015).