• Sonuç bulunamadı

Kraliçe Victoria Dönemi: Kanada’nın Kendi Kendini Yönetmek İstemesi ve Commonwealth’in Bir İmaj Olarak Ortaya Çıkışı

ÜLKELERİNİN COMMONWEALTH İÇİNDEKİ YERİ

1. Kraliçe Victoria Dönemi: Kanada’nın Kendi Kendini Yönetmek İstemesi ve Commonwealth’in Bir İmaj Olarak Ortaya Çıkışı

Amcası olan IV. William’ın ölümünün ardından Kraliçe Victoria’nın uzun süren (63 yıl 7 ay) yönetimi başlamıştır. Victoria’nın tahta çıktığı 1837 yılı Kanada için yeni bir dönemin başlamasına sebebiyet verecek olayları beraberinde getirmiştir. Kanada’nın dominyon statüsünü almasını sağlayacak ayaklanmalar sonrasında Britanya yönetimi ilk olarak ayaklanmaların sebeplerini düşünmek ve bunları çözmek yerine salt olarak onu bastırmaya yönelmiştir. Kolayca bastırılan bu ayaklanmalar başarılı olamamıştır. Bu noktada zaman zaman önemli ölçüde sertlik uygulanmıştır. Uygulanan bu sert politiklar, koloniye Genel Vali olarak gönderilen Lord Durham’ın yönetiminin ilk döneminde de devam etmiştir. Ancak Durham’ın kolonilerin yönetimi ile ilgili görüşlerini değiştirdiğini 1839’da yayınladığı “Responsible Government” isimli raporda açık bir biçimde görmek mümkündür. Britanya yönetimi bu raporu önce dikkate

345 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Hasgüler, Uludağ, a.g.e., s. 234.

346 H. Duncan Hall, “The British Commonwealth of Nations”, The American Political Science Review, Vol. 47, No. 4, Dec., 1953, p. 997.

125 almamış; ancak 1840’da bu rapor temelinde Kanada’ya ilişkin politikasında bir değişikliğe gitme ihtiyacı hissetmiştir. Rapor temelde iki konu üzerinde durmuştur:

Bunlardan ilki Kanada’ya daha fazla güç/özerklik verilmesidir, ikincisi ise Kanada’da ayrı ayrı bulunan iki eyaletin tek bir çatı altında birleştirilmesidir. Lord Durham’ın özerklikten kastı, koloninin içişlerinde serbest olması ve koloninin içişlerine yönelik aldığı kararları uygulayabilme gücünün olması gerektiği üzerinedir. Durham’a göre bunların sağlanması mevcut sorunları çözecekti. Raporun 1847’de Kanada’ya Genel Vali olarak görevlendirilen Lord Elgin tarafından da destek gördüğü söylenebilir. Bu uygulama ile bir taraftan Kanada’da temsil önemli hale gelirken, bir taraftan da çeşitli sebeplerle nüfus artışı yaşanmıştır. Özellikle Britanya’da artan gıda fiyatları ve İrlanda’daki kıtlıktan kaçan insanlar bu artıştaki en önemli unsurlardır. Kanada’da yaşanan dönüşüm yalnızca bu koloni ile sınırlı kalmayarak Britanya Adası’ndan giden insanların oluşturduğu Avusturalya’ya 1854, Yeni Zelanda’ya ise 1856 yılında ulaşmıştır. 19. yüzyılın başında Britanya egemenliğine geçen Cape Colony’de de 1872 yılında benzer bir dönüşüm yaşanmıştır. Kanada’ya daha fazla güç/özerklik verilmesiyle başlayan süreç 1867 yılında Kanada’nın dominyon statüsünü elde etmesiyle sonuçlanmıştır. İmparatorlukta yaşanan bu dönüşümü dikkate alarak Durham’ın 1839 tarihli raporunun Britanya İmparatorluğu’nun “Magna Carta”sı olduğunu ileri sürenler de mevcuttur.347

Commonwealth’in oluşumunda önemli bir yere sahip olan dominyon statüsünün ortaya çıkışı bu şekilde olmuştur. Britanya İmparatorluğu’nun tarihten aldığı dersle yeni bir “Amerikan Bağımsızlık Savaşı” çıkmasının önüne geçmek için bu statüyü vermeye başlandığı söylenebilir. Burada ilginç olan husus ise “dominyon” kelimesinin anlamına ilişkindir. Kelime her ne kadar kendi kendini yöneten ulus anlamıyla anılsa da

“dominus” yani “efendi” kelimesinden gelmektedir. Bu bağlamda içişlerinde özerk hale gelen kolonilerin sahip oldukları statü “efendisine” bir bağlılık içermekteydi. Elbette dominyon kelimesi/statüsü, sömürge kelimesine göre daha tercih edilebilir bulunmaktaydı. Ancak bu statüye sahip olan Kanada’ya ek olarak, Yeni Zelanda, Avustralya, Güney Afrika Birliği, İrlanda ve Newfoundland (daha sonra Kanada’ya katılacak olan) için bir süre sonra sözü geçen dominyon statüsü, rahatsızlık vermeye

347 S. Reed Brett, British History 1783 – 1936, London, John Murray, 1960, p. 291-295; W. H. P.

Clement, The History of the Dominion of Canada, Toronto, William Briggs, 1897, p. 244-247.

126 başlamış ve bu durum Commonwealth’in bir “imaj” olarak ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.

Britanya’nın İmparatorluğu’nun yapmaya başladığı bu dönüşümü anlamamızı zorlaştıran konulardan en önemlisi; Britanya’nın gücünün zirvesindeyken niçin böyle bir politika değişikliğinde bulunduğudur. Gerçekten de Kraliçe Victoria döneminde Britanya’nın gücünün zirvesindeydi. Alleyne Ireland’ın da belirttiği gibi Kraliçe Victoria döneminde toprak, dış ticaret, gelir, nüfus, göç vb. birçok alanda olumlu gelişmeler yaşandığı görülür. Örneğin o dönemde hâlihazırda önemli bir toprak ve nüfusu içinde barındıran İmparatorluk 1837 sonrasında Asya ve Afrika’da büyük genişlemeler yaşamıştır. Asya’da Aden, Hong Kong, Malay Devleti başta olmak üzere birçok yeni bölge ya fetih yoluyla ya da bu devletlerin feragatiyle İmparatorluk topraklarına katılmıştır. Benzer şekilde Afrika’da da birçok toprak İmparatorluğa geçmiştir. Bunun yanında Afrika’da çalışan İngiliz şirketlerinin yönetimi de İmparatorluğa devredilmiştir.348

Kraliçe Victoria döneminde Birleşik Krallık nüfusu yaklaşık 15 milyon, devletin gelirleri ise %130’dan daha fazla bir artış göstermiştir. İthalat ve ihracattaki önemli artışa ek olarak denizcilik ve demiryolları alanlarında da ciddi gelişmeler yaşanmıştır.349 Kısaca, Victoria döneminde İmparatorluk her anlamda gerçek bir dünya gücü haline gelmiştir. Bir dünya gücü olduğu dönemde, Britanya İmparatorluğu niçin beyaz nüfusun ağırlıkta olduğu kolonilerde ortaya çıkan ayaklanmaları sert güçle bastırmamış ve onlara dominyon statüsü vermiştir? Şimdi bu soruya yanıt aranacaktır.

İmparatorluğun gücünün zirvesinde olduğu bir dönemde beyaz yerleşimcilerin çoğunlukta olduğu kolonilerine karşı uyguladığı politikada değişikliğe gitmesi, tarihten (Amerikan Bağımsızlık Savaşı) alınan dersin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Tarihin tekerrürü noktasında Britanya yönetiminin, ister “çevrim modelini” ister

348 Alleyne Ireland, “The Victorian Era of British Expansion: II. The Colonies and India”, The North American Review, Vol. 172, No. 534, May, 1901, p. 735-736.

349 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Alleyne Ireland, “The Victorian Era of British Expansion”,The North American Review, Vol. 172, No. 533, Apr., 1901, p. 563-572..

127

“helezoni modelini”350 dikkate alarak bir politika değişikliğine gittiği düşünülsün, bu politika değişikliğinin en önemli yanı, İmparatorluğun gücünün “zirvesinde” böyle bir değişikliğe gitmesidir.

İmparatorluğun yaptığı bu değişikliği Ervin Laszlo’nun kullandığı bifurkasyon

“çatallanma” kavramıyla açıklamak mümkündür. Laszlo’ya göre “çatallanmalar, kompleks sistemlerin haddinden fazla yük altına çekilmeleri sonucu doğar.” Sistemin varlığını devam ettirebilmesi için üzerine binen aşırı yükü “çatallanmaya/yol ayrımına”

giderek hafifletmesi gerekmektedir.351 Britanya İmparatorluğu’nun 1840 ve sonrasında yaptıklarını dikkate alırsak, gelecek yol ayrımının öngörüldüğünü söyleyebiliriz. Çünkü 1837’de Kanada’da ortaya çıkan ayaklanma, sistem üzerinde aşırı bir yük oluşturmadığı halde, Britanya yönetimi bunun gerekliliğini görmüş ve İmparatorluk sistemi zarar görmeden önce “çatallanma” gerçekleştirilmiştir.

İmparatorluk sistemi varlığını devam ettirmek için “çatallanma”nın yanında

“imaja” yönelik politikalar da uygulanmıştır. James Brown Scott’ın dikkatimizi çektiği bir bilgi bu noktada söylemek istenilenlere ışık tutabilir: Scott, 1887’den sonra dominyonların katılımıyla yapılmaya başlanan konferanslara ait tanımlamaların zaman içerisinde farklılaştığını belirtmektedir. Örneğin 1887 – 1897 ve 1902’de yapılan konferanslar “kolonyal konferanslar” olarak anılmaktaydı. 1907 ve 1911’de yapılan konferanslar ise “İmparatorluk konferansları” olarak tanımlanmıştır. 1917 ve 1918’deki konferanslar devam etmekte olan I. Dünya Savaşı’na yönelik olarak “İmparatorluk savaş konferansları” olarak adlandırılmıştır. 1921 yılındaki konferans daha farklı bir isimle “başbakanlar konferansı” olarak düzenlenmiştir. 1923 ve 1926’dakiler ise yeniden “İmparatorluk konferansları” olarak nitelendirilmişlerdir.352 Burada İmparatorluğun yapmaya çalıştığı şey açık bir biçimde “imaj” yaratmaktır. Pratikte konferansların işlevleri benzer olmasına rağmen isimleri değiştirilerek dominyonlardan gelecek tepkilerin önüne geçilmek istenmiştir. Burada şunu iddia edebiliriz ki,

350 Her iki model için de ayrıca bkz. Ervin Laszlo, Küresel Bakmak Evrensel Düşünmek Küçülen Dünyanın Yeniden Biçimlenişi, (çev. İbrahim S. Canbolat), Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2004, s. 115-122.

351 Aynı yer, s. 49-54.

352 James Brown Scott, “The British Commonwealth of Nations”, The American Journal of International Law, Vol. 21, No. 1, Jan., 1927, p. 95..

128 dominyonlardan gelecek tepkileri önlemek ve hatta dominyonlarına eşitler arasında bir ilişki kuruluyormuş hissi uyandırmak için böyle bir strateji uygulanmıştır.

2. I. Dünya Savaşı’nın Commonwealth’in Kuruluşuna Etkisi

Bu başlıkta I. Dünya Savaşı ya da Britanya’nın bu Savaş’ta mücadele ettiği cepheler ele alınmayacaktır. İncelenecek konu, Savaş’ın İmparatorluğun dönüşmesindeki etkisi ile sınırlı kalacaktır. Bilindiği üzere Savaş süresinde Britanya’nın dominyonları ve sömürgeleri gerek asker gerekse kaynaklarını İmparatorluğun hizmetine vermişlerdir. Bu noktada dominyonlar, Savaş’ın, İmparatorluk lehine sonuçlanmasında ayrı bir öneme sahip olmuşlardır. Savaş’ın ilk döneminden itibaren Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya ve Güney Afrika, nüfusları oranında büyük sayıda askerle İmparatorluğun yanında olmuşlardır. Bunun yanında çeşitli sömürge bölgelerinden gelen askerler de Savaş’a katılmışlardır. Burada o dönemde dominyon statüsünde olmayan Hindistan’a ayrı bir yer açmak gerekmektedir. İmparatorluğun savaş süresince çeşitli ihtiyaçlarını da karşıladığı Hindistan’ın, Savaş’a gönderdiği bir milyondan fazla askerin önemi vurgulanmalıdır.353 Burada vermeye çalıştığımız bilgileri bir analize tabi tutarak Savaş’a katılan askerlerin Commonwealth’in oluşumundaki yerini incelememiz bir zorunluluktur.

Yukarıda verilen bilgiler ışığında I. Dünya Savaşı’nın ardından Britanya’nın İmparatorluk sisteminde niçin yeni değişiklikler yapmak durumunda kaldığı sorusuna en isabetli yanıtlardan birisi sosyolog Frank Furedi tarafından verilmiştir. Furedi’nin de belirttiği üzere İmparatorluğu, geleceği hakkında endişeye sevk eden husus, İmparatorluğun çeşitli bölgelerinden I. Dünya Savaşı’na katılan ve ülkelerine dönen askerlerdir. Bu askerler Savaş sırasında milliyetçilik fikriyle tanıştıkları gibi İngilizlerin yenilebilir olduklarını da görmüşlerdir. Diğer bir deyişle kaybedilen cephelerin İngilizlerin “beyaz prestijine” vurduğu darbe, sömürge ve dominyonlardan gelen askerler tarafından izlenmiştir. Askerler, Savaş esnasında gördüklerini ülkelerindeki

353 Birinci Dünya Savaşı’na dominyonların ve kolonyal bölgelerin yaptığı katkı içn bkz., Sarah Tudor, Robert Anthony, “Britain and the First World War: Parliament, Empire and Commemoration”, http://www.parliament.uk/briefing-papers/lln-2014-013.pdf, (01.11.2014), p. 13-16.

129 diğer insanlarla paylaştıkları gibi ülkelerinde oluşan anti-sömürgeci milliyetçiliğin oluşmasında da büyük rol üstlenmişlerdir.354

I. Dünya Savaşı sonrasında Britanya’nın, İmparatorluk sisteminde değişiklik yapmasının diğer bir sebebi, özellikle dominyonlar ve Hindistan ile yeni sorunlar yaşamamak istememesidir. Charles Peter Hill, I. Dünya Savaşı’nın Britanya Adası’na olan fiziki etkisinin Alman Donanması’nın bombaladığı birkaç bölge ve yaşanan sınırlı hava bombardımanından ibaret olduğunu belirtmiştir. Hill, Ada’nın fiziksel olarak Savaş’tan etkilenmemesinin bir avantaj olarak değerlendirilebileceğini ancak esas etkinin ticari alanda yaşandığını belirtmiştir. Savaş’ta sanayi ve ticareti olumsuz etkilenen Britanya İmparatorluğu, büyük bir borç altına girdiği için sermaye sağlayan konumunu kaybetmiştir. Bunlara ek olarak İmparatorluğun ihracatı Savaş’tan olumsuz etkilenen alanların başında yer almaktadır. 1919’da ihracatın 1913’e göre %35 oranında azalmış olması buna örnek gösterilebilir.355 Tüm bunları dikkate aldığımızda Savaş sonrasında koşulların değiştiğinin farkında olan İmparatorluğun, sistemini dönüştürmesi Commonwealth’in oluşumunda önemli bir yere sahiptir.

Bu farkındalığa sahip olan İmparatorluğun Savaş sonrası dönemde yaptığı ilk uygulamalardan birisi Hindistan’ı ilgilendirmekteydi. I. Dünya Savaşı döneminde dominyon olmayan Hindistan, kendi kendini yöneten bir koloni statüsüne de sahip değildi. Britanya İmparatorluğu, gelen eleştirilere rağmen Hindistan’ı, Savaş sonrası dönemin en önemli oluşumu olan Milletler Cemiyeti’ne (Kuruluşu 10 Ocak 1920) diğer dominyonlarının yanında kurucu üye olarak dâhil ettirmeyi başarmıştır. İmparatorluk bu üyelikle, Hindistan’da savaş süresinde çıkan huzursuzluğun önüne geçmeye çalışmıştır.

Ancak üyelik beraberinde yatışmayı değil Hint siyasi sınıfın içlerinde bulundukları

“garip” durumu daha fazla hissetmelerine sebebiyet vermiştir.356 Görünüşte bir sömürgenin, egemen devletlerin üye olduğu bir örgüte dâhil olması ilginç gelebilir;

ancak İngilizlerin tarihsel süreçte başarıyla kullandıkları “imaj” çalışmaları dikkate

354 Bu askerlerin Britanya İmparatorluğu için oluşturduğu tehdit için ayrıca bkz., Frank Füredi, Emperyalizmin Yeni İdeolojisi, (çev. Enis Arslanoğlu), İstanbul, Pınar Yayınları, 1998, s. 27-50.

355 Charles Peter Hill, British Economic and Social History 1700 – 1964, London, Edward Arnold Ltd, 1971, p. 236-239.

356 Herbert Luthy, “India and East Africa: Imperial Partnership at the End of the First World War”, Journal of Contemporary History, Vol. 6, No. 2, 1971, p. 55-56.

130 alınırsa Hindistan’ın egemen devletlerin temsil edildiği bir örgüte dâhil edilmesi, bu devletin özgür/egemen olduğuna yönelik yapılan bir imaj oluşturma çabasının sonucudur. Fakat bu durum I. Dünya Savaşı’nda büyük fedakârlıklar yapan sömürgesinde karşılık bulmamıştır. Hindistan’ın bağımsızlık süreci bize bunu açık bir biçimde göstermektedir.

1920 sonrası dönemde, İmparatorluğun geleceğinin şekillenmesine yol açacak önemli gelişmeler yaşanmıştır: İrlanda Özgür Devleti 1922 yılında özgürlüğünü kazanmıştır. Bu özgürlük her iki taraf için de uzun süren bir problemin belirli ölçüde çözülmesi anlamına gelmiştir. Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Manchester Guardian Gazetesi’nin “İmkânsız Oldu” (The Impossible Has Happened) şeklinde haberleştirdiği bu gelişme gerçek bir bağımsızlık olmaktan uzaktı. İrlanda Özgür Devleti’nin 1922’de elde ettiği kazanım dominyon statüsüydü.357 Her ne kadar dominyon statüsü ve İrlanda Özgür Devleti’nin ismindeki “Özgür” kelimesini zedeliyor gibi görünse de İrlanda’nın tamamıyla özgürleşmesinde bir basamak olması sebebiyle önemsenmelidir.

İrlanda’da yaşanan bu gelişmeye ek olarak 1923’te gerçekleşen İmparatorluk Konferansı’nda dominyonların dış ilişkilerini ilgilendiren önemli bir karar alınmıştır.

Buna göre İmparatorluğun bir bölümünü ilgilendiren bir konuda yapılacak olan antlaşmalar, o bölgenin temsilcileri tarafından imzalanabilecekti. Bu imza yetkisinde gördüğümüz üzere dominyonlara fiili anlamda diplomatik temsil hakkı tanınmıştır.

Aynı yıl bir hak haline gelen karar, dominyonların diplomatik temsil yetkisini elde etmelerini beraberinde getirmiştir.358 1925 yılında bir başka değişiklik daha yaşanmıştır.

Bu değişiklik, 1907 sonrasında kolonyal ofis içerisinde kurulan dominyon biriminin, kolonyal ofisten ayrılarak ayrı bir birim haline gelmesidir. Bu değişikliğe rağmen 1947 tarihine kadar hem kolonyal ofisin, hem de dominyon biriminin aynı binayı ve imkânları paylaşmaları,359 yaşanan değişikliğin şekle/imaja yönelik yapıldığı gerçeğini

357 “The Irısh Free State”, Advocate of Peace Through Justice, Vol. 84, No. 1, Jan., 1922, p. 7.

358 Krishna P. Mukerji, “Dominion Status”, The Indian Journal of Political Science, Vol. 16, No. 4 Oct.,-Dec., 1955, p. 296-297.

359 J.A. Cross, Whitehall and the Commonwealth, London, Routledge and Kegan Paul, 1967, p. 1-2.

131 karşımıza çıkarmaktadır. Ancak burada dikkat etmemiz gereken şey Britanya İmparatorluğu’nu böyle bir değişiklik yapmaya zorlayan koşulların oluşmasıdır.

I. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yeniden şekillenmesi doğal olarak dominyonları ve sahip oldukları statüleri derinden etkilemiştir. Bu noktada yaşanan değişim, ülkelerin sahip olduğu dominyon statüsünün lağvolunması değil politik anlamda daha etkin hale gelmeleri olarak özetlenebilir. Dominyonların politik anlamda etkinliklerini arttırmaları 1887’de başlayan İmparatorluk Konferanslarına kadar geri götürülebilir. Ancak ilişkilerde belirleyici olan 1926 yılında yapılan İmparatorluk Konferansı’dır. Konferans’ın sonunda yapılan bildirim, içeriği itibari ile tarihi bir öneme sahiptir çünkü bu bildirimde; Taca ortak bağlılık korunmakla birlikte dominyonlar Britanya Commonwealth’ine ortaklıklarını serbestçe sürdürebilme yetkisine sahip olmuşlardır. Ayrıca, İmparatorluk içerisinde bulunan dominyonların, eşit statüye sahip oldukları vurgulanmış ve herhangi birinin diğerinin iç ve dış işlerine karışamayacakları açık bir biçimde belirtilmiştir.360 Bu Konferans’ın diğer bir önemi ise Britanya imparatorluğu ile dominyonlardan oluşan bu yeni yapıyı kavramsallaştırılarak British Commonwealth of Nations isminin ortaya konmuş olmasıdır.361

1926 tarihli İmparatorluk Konferansı Raporu’nun tam metni incelendiğinde, bu değişikliğe sebep olan hususun dominyonların son dönemde yaşadığı büyük değişiklikler olduğu belirtilmektedir. Bunun yanında coğrafi dağılımın imkânsız hale getirdiği federasyon fikrinin niçin uygulanamayacağı açıklanarak, özerklik statüsü dışında başka bir çözümün olmadığına değinilmiştir. Kısaca raporda dominyonların kendi kaderlerini belirleme serbestisine sahip oldukları belirtilmiş ve dominyonlar arasında özgür bir işbirliği öngörülmüştür.362

Britanya’nın bu noktada daha fazla özgürlük vererek dominyonlarını elinde tutmak istemesi bir ikilem olarak görülebilir. Ancak Osmanlı dönemindeki tarihsel

360 G. Godfrey Phillips, “The Dominions and the United Kingdom”, The Cambridge Law Journal, Vol. 4, No. 2, 1931, p. 164-165.

361 Deschamps, a.g.e., s. 105.

362 “Imperial Conference1926, Inter-Imperial Relations Committee Report, Proceedings and Memoranda”, http://www.foundingdocs.gov.au/resources/transcripts/cth11_doc_1926.pdf, (04.11.2014), p. 2.

132 tecrübe bizlere bunun aksini göstermektedir. Bilindiği üzere 1402’deki Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a esir düşmesiyle, kardeşler arasında taht mücadelesi yaşanmış ve yönetimde bir boşluk oluşmuştur. Bu karışıklıkta devletin başına gelebilecek en muhtemel şey Balkanlar’daki Hristiyan tebaanın, Osmanlı’yı topraklarından uzaklaştırmasıydı. Ancak Hristiyan tebaa, sükûnet içerisinde yeni hükümdarın devletin başına geçmesini beklemiştir. Bu durumun yaşanmasında belirleyici etkenin, Balkanlar’daki Hıristiyan tebaaya sağlanan özgürlük olduğu unutulmamalıdır. Özetle, sağlanan özgürlük ve denetim mekanizması yaklaşık 560 yıl Osmanlı’nın Balkanlar’da varlığını sürdürmesini sağlamıştır.363 Osmanlı’nın sağladığı özgürlüğe ilişkin Canbolat’a atıfla ortaya koyulan bu düşüncenin bir yabancının görüşü ile teyit edilmesi akademik olarak daha uygun olacaktır. 16. yüzyılda yaşamış olan Pierre Belon, Osmanlı’nın Balkanlar’da sağladığı özgürlüğü açıklamak için iyi bir örnek olabilir. Şu cümleler O’na aittir:

“Türkler kimseyi Türk hayat tarzını benimsemeye zorlamıyor, bütün Hırstiyanlara kendi kanunlarına göre yaşama hakkı tanınıyor. Türklerin gücünün kaynağını tam da bu tutumda aramak gerekir. Bir ülkeyi fethedince, o ülkede yaşayanların kendilerine itaat etmeleriyle yetiniyorlar. Vergileri topladıkları sürece, insanların ne yaptıklarıyla ilgilenmiyorlar.”364

Balkanlardaki özgürlük temelinde yukarıda değinilenleri yeniden bir analize tabi tuttuğumuzda Britanya İmparatorluğu’nun politikasında gerçekleştirdiği bu değişikliğin İngilizlerin geleneksel realist dış politikalarından bir kopma anlamına gelmediği belirtilmelidir. İmparatorluğun dominyonlarına uyguladığı politika, realist dış politikanın farklı bir yöntemle devam ettirilmesidir. Bilindiği üzere Realizm, temelde güç artırımını hedeflemektedir. Ancak bu artış mümkün olmadığı zaman sahip olduğu gücü korumak veya gücünün azalmasını yavaşlatmak en rasyonel tercihtir. Bu tercih realizmin gerçekçi temellere dayanmasıyla ilişkilidir. Britanya İmparatorluğu’nun I.

Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni koşulları dikkate aldığı ve arttıramayacağını düşündüğü gücünü koruma yoluna gittiği iddia edilebilir. Bunun yanında İmparatorluk dominyonlar üzerindeki etkisini kontrollü bir biçimde bırakmanın önemini erken bir

363 Canbolat, Uluslararası İlişkilerde Türkiye Savaş ve Barış Arasında Dünya, a.g.e., s. 67-69.

364 Pierre Belon du Mans, Les observations de plusieurs singularitez et choses memorables,…, Paris, 1553, 180-181’den aktaran Todorova, a.g.e., s. 159.

133 tarihte kavramıştır. Böylece Britanya İmparatorluğu, kendi kontrolünde ve kendi istediği koşullarda gerilemeye başlamıştır.

Bu görüşü E. H. Carr’dan yararlanarak desteklemek gerekirse: Carr, hegemon gücün varlığının devamını sağlayabilmesine yönelik önemli bir tavsiyede bulunmuştur.

Bu noktada hegemon güç rasyonel davranarak sahip olduğu tüm ayrıcalıkları koruma yoluna gitmemelidir. Bunun yerine, hegemon gücün uluslararası politikanın diğer aktörlerinin (devletler) kabul edeceği şekilde bir alış veriş sürecine girmesi gerektiğini önermektedir. Carr’a göre gerçekleşecek alış veriş sürecinde büyük fedakârlıklar yapılmasını beklemek yanlış olacaktır. Ancak hegemon güç, gücünü hiçbir fedakârlık yapmadan koruyamayacağının farkında olmalıdır. Çünkü mevcut sisteme meydan okuyanların bulunduğu bir düzende ortaya çıkan hoşnutsuzlukları gidermek adına düzenden en fazla getiri sağlayan gücün bir takım imtiyazlarından vazgeçmesi ve sistemi diğerleri için de kabul edilebilir hale getirmesi gerekmektedir.365 Carr’ın söylemlerimden çıkarılan sonuç Commonwealth’in oluşturulmasına yönelik süreçle yorumlandığında şu gerçekle karşılaşılır: İmparatorluğun, dominyonlarına verdiği tavizler, aslında geleneksel İngiliz realist politika tercihinden bir sapma değil, onun farklı bir biçimde devam ettirilmesidir.

Bu konuyu biraz genişletmek gerekirse, Realizm açısından devletin rasyonel bir aktör olması, oluşturulacak dış politikanın da rasyonel olmasını önemli hale getirmektedir. Bu sebeple belirlenecek politikanın devletin sahip olduğu imkânlar dâhilinde ve uygulanabilir olması, realizme göre bir gerekliliktir. Realistler her ne kadar devleti rasyonel bir aktör olarak kabul etseler de karar vericilerin kişisel değer yargısı, karar alınacak olaya yönelik olan bilgi eksikliği ve belirsizlikler sebebiyle fayda

Bu konuyu biraz genişletmek gerekirse, Realizm açısından devletin rasyonel bir aktör olması, oluşturulacak dış politikanın da rasyonel olmasını önemli hale getirmektedir. Bu sebeple belirlenecek politikanın devletin sahip olduğu imkânlar dâhilinde ve uygulanabilir olması, realizme göre bir gerekliliktir. Realistler her ne kadar devleti rasyonel bir aktör olarak kabul etseler de karar vericilerin kişisel değer yargısı, karar alınacak olaya yönelik olan bilgi eksikliği ve belirsizlikler sebebiyle fayda