• Sonuç bulunamadı

MULTİCULTURALISM

KOMÜNİTERYEN ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK TEORİSİ

Komüniteryanizm (communitarianism), 1971 yı- lında yayımlanan Rawls’ın “A Theory of Justice” isimli eseri etrafında başlayan yeni liberalizm tartışmalarının bir ürünü olarak, 80’li yıllarla birlikte, liberal teorinin tümüne yöneltilen şiddetli bir eleştirinin ürünü olarak gündeme gelmiştir.

Liberalizmin bireycilik ve özgürlük kavrayışları karşısında toplum ve eşitliğin savunusunu yapan sosyalizmin, giderek kuramsal tartışmalar içeri- sindeki ağırlığını yitirmesi, eleştirel perspektifin içerisinde de bir yenilenmeye yol açmıştır. Özellikle 1980’lerden sonra sosyalizmin soyut bireycilik üzerine eleştirilerini devralan toplulukçuluk, li- beralizmle yeni bir dikhotomi oluşturarak siyaset felsefesi tartışmalarına dâhil olmuştur (Tunçel, 2011:15).

Komüniteryen çokkültürcülük teorisinin, Liberteryen yaklaşımı eleştirdiği ve kendi yaklaşımı ortaya koyduğu temel noktalar, “Birey-bireysellik-soyut birey / toplum”, “Adil” ve “İyi”, “Farklılık” ko- nularında ortaya çıkar. Komüniteryen yaklaşımı belirleyen bu konudaki düşünceleri genel olarak ele alalım.

Komüniteryen teori Liberalleri aşırı birey ve bireysel özgürlük merkezli yaklaşımlar sergi- ledikleri, bireyi vareden ve kendini gerçekleş- tirmesini sağlayan toplumsal yapı ve ilişkileri yeterince önemsemedikleri gerekçesiyle eleştirir. Bireyi toplumdan izole bir varlık olarak değil, kişiliği, değerleri ve kültürü içinde yaşadığı topluluk tarafından belirlenmiş sosyal bir varlık olarak gören Komüniteryenler, bireysel hakların sosyal ödevlerle, özgürlüklerin sorumluluklarla dengelenmesi, gerektiğini savunurlar. Liberal teorinin haklara yaptığı tek yanlı vurgunun, kültürel atmosferden, topluluk bağlarından ve gerçek bir insanın tüm kişiliğini oluşturan hayat hikâyesinden soyutlanmış, içi boşaltılmış bir bireye ilişkin olduğunu ileri süren komüniteryen yaklaşım, gerçekte bireyin kişiliğini, yeteneklerini ve hayattaki kazanımlarını ancak bir topluluk içerisinde gerçekleştirebileceğini bu nedenle de

siyasal hayatın bireyi değil, bireye bireylik vasfını kazandıran toplulukları esas alarak inşa edilmesi gerektiğini savunur (Balı, 2001:169-170). Komüniteryen teorinin birey-toplum dikotomisinde vurgu yaptığı toplum modern çağda ulus olarak tanımlanmış alt kültürleri ve grupları kapsayan mega-toplum değildir. F. Tönnies’in tanımladığı cemiyet ve cemaat ayrımındaki cemaate tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Cemaatçi yaklaşımın ce- miyeti değil daha küçük ve birey üzerinde daha büyük belirleyiciliği olan cemaati çokkültürlülük kuramının temeline yerleştirdiğini ve hakları bu çerçeveden hareketle temellendirdiğini söyle- yebiliriz.

Komüniter ve liberal yaklaşımların cemaat ve cemiyet gibi iki farklı alana dayalı olarak teori- lerini geliştirmeleri aralarında derin bir ayrılığa yol açar. Cemaatçilerin peşinde oldukları “ortak iyi politikası” cemiyetin günümüzdeki karşılığı olan ulusal düzeyde uygulanamaz. Bir ulusun üyeleri nadiren ahlaki değerler ya da geleneksel hayat tarzları bakımından ortaklık gösterir. Bu yüzden, ortak bir ulusal kimlik ancak daha ye- rel düzeyde var olabilecek cemaatçi politikalar açısından kullanışlı bir zemin oluşturmaz. Bu durum da cemaatçilerin ortak bir iyi kavrayışı ile tanımlanmış, kategorik olarak daha alt düzeyde yer alan grupların, cemaatlerin peşinde olmalarına yol açmaktadır (Kymlicka, 1998:151).

Komüniteryen çokkültürcülük politikası herhangi bir kültürün diğer bir kültür karşısında dezavantajlı bir konuma düşürülmemesi ilkesinden beslenir. Komüniteryenler, Liberal politikaların bireysel hak ve özgürlükleri esas alan, kültürel unsurlar arasında tarafsızlık tutumunu benimseyen yaklaşı- mı, egemen kültürün hegemonyasının görmezden

gelinmesi, bireyin hak ve özgürlüklerinin kaynağı ve gerçekleştiği ortam olan cemaat ve grupların atlanması anlamına geldiğini ileri sürerler. Komüniteryen yaklaşımın Liberteryen yakla- şımdan farklılaştığı temel noktalardan biri de “adil” ve “iyi” ayrımında yatar. Komüniteryenler Liberteryenlerin aksine “iyi”nin “adil” olana önceliği üzerinde dururlar (Berten vd. 2006:29). Bu toplumda varolan farklı “iyi yaşam” ideal- lerinin toplumsal bütünlüğe zarar vermeyeceği gibi bireysel varoluşu da ahlaki temellerinden, gerçekliğinden koparmadan var edeceği, farklı iyi yaşam formlarını görmezden gelmenin de adalet değil adaletsizlik üreteceği varsayımlarına dayanır.

Çoğunluk kültürü ya da egemen kültür karşısında dezavantajlı kültürlerin korunması komüniter- yenlere göre önemlidir. Bu bireyin benliğini ait olduğu toplumsal yapı ve ilişkilerden izole ederek parçalayan, “ahlaki ufku karatan” ve “sahiciliği (authenticity) yok eden” liberal politikalarla olmayacağını söyleyen Taylor (1995:40), tarih, doğa, toplum gibi dayanışma unsurlarını dışarıda bırakmayan, ihtiyaçlarının, vatandaşlık görevlerinin, Tanrı’nın çağrısının ya da bu nitelikte başka bir şeyin ciddi önem taşıdığı bir dünyada yaşayan insanın, kimliğini, benliğin ötesinden kaynakla- nan bu talepleri görmezlikten gelerek değil, ön gereklilik olarak görmekle gerçekçi bir tanıma, varlığa kavuşturabileceğini ifade eder.

Komüniteryen çokkültürcülük politikası da libe- ral çokkültürcülük politikaları gibi teorisyenden teorisyene farklı biçimlerde gündeme gelir. Tüm farklılıklara rağmen Liberallerin kamusal-siyasal alanda bireyi öncelediği gibi Komüniteryenler de kamusal-siyasal alanda topluluğu önceleyen

bir yaklaşıma sahip olmak konusunda ortak bir tavır sergilerler.

Komüniteryen yaklaşım “farklılık” konusuna bakışta da Liberteryen yaklaşımdan ayrılır. Liberteryenler farklı yaşamları bir seçenek olarak görüp önemserlerken, Komüniteryenler farklılığı, içselleştirilmiş bir durum olarak alırlar ve “kişinin olduğu gibi kalmaya, hayatını bu şekilde sürdürmeye ve kendisini bunun tersine yönelten bütün ayartmalara direnmeye kararlı ya da mecbur oluşuna işaret etmektedir. Liberal “farklılık”, grubun bireysel özgürlüğü sınırlama gücünü temsil ederken cemaatçi teorinin vardığı yer ise, grubun bu gücünü istediği gibi kullanma- sına imkân tanıyan bir boyuta sahiptir”(Bauman, 2000: 268, aktaran: Şan, 2006:310).

Komüniteryen yaklaşım, insan yaşamını özel yaşam-kamusal yaşam şeklinde ikiye ayıran liberteryenizme karşı çıkar. Liberalizmin ortak yararı, yurttaşlığa ilişkin siyasal erdemleri ve “iyi yaşamı” tanımlamak konusundaki yetersizliği, evrensellik, değer yansızlığı ve laiklik gibi iki yüzlülükten başka bir şey olmayan sahte ideallerin arkasına gizlenmiştir. Yurttaşın yaşamın özel ve kamusal alanlara ayrılmasını ve sosyo-politik düzenin ahlaki ve dinsel sorunlar karşısındaki sözde yansızlığı/ilgisizliğini (Üstel,1999: 68-69, aktaran Şan, 2006:310) liberalizmin bu yetersizli- ğinin ürünü olarak gören komüniteryen yaklaşım yaşamın bütünlüğüne, değerlerden bağımsız olmayışına dikkati çeker.

Çokkültürlü Yurttaşlık ve Tanınma Politikası: Liberteryen ve Komüniteryen Çokkültürcülük Modellerine Birer Örnek

Liberteryen ve Komüniteryen çokkültürcülük tartışmaları genel olarak Will Kymlicka’nın “Çokkültürlü Yurttaşlık” ve Charles Taylor’ın “Tanınma Politikası” yaklaşımları etrafında cereyan eder. Bu iki modele, çokkültürcü yaklaşımların pratik iz düşümünü anlamak açısından genel olarak bakmakta fayda görüyoruz.

Will Kymlicka, Liberalizmin birey, toplum ve kültürel çeşitlilik konusundaki klasik yaklaşım- larını ve Komüniteryenizmin çokkültürcülük görüşlerini, eleştirel bir okumaya tabi tutan ve özgün bir teoriye sahip olan bu alandaki en önemli isimlerden biridir. Kymlicka, ilk olarak 1989 yı- lında yayımladığı “Liberalizm, Toplum ve Kültür” adlı eseri ve ardından 1995 yılında yayımladığı, “Çokkültürlü Yurttaşlık: Azınlık Haklarına İlişkin Liberal Bir Kuram” adlı kitabı ile çokkültürcülük tartışmalarını liberalizm temelinde ele almış ve

“çokkültürlü yurttaşlık” olarak adlandırılan bir

model ortaya koymuştur.

Kymlicka, çokkültürlü yurttaşlık yaklaşımına te- mel teşkil eden liberalizmin temel ilkelerini şöyle belirler: insanların iyi bir yaşam sürmekte büyük çıkarı vardır. Bu, iki şeyi kapsar. İlki, hayatlarını içten, yani neyin yaşama değer kazandırdığına ilişkin değerlerine göre yaşamalıdırlar. İkincisi, hata yapabilecekleri ve gelecekti inançlarının yan- lış olduğunu keşfedebilecekleri için bu inançları, sorgulamak ve değiştirmekte özgür olmalıdırlar. Bu iki ilke bir araya gelince bağımsızlığı oluşturur. Bağımsızlığa bağlılıkta liberal politika kuramının temelini oluşturur (Parekh, 2002:128).

Kymlicka, yalnızca bireylerin haklarla yükümlü- lüklerin taşıyıcıları ve ahlaki aracılar olabileceğini, toplumların kendilerine ait ahlaki konumları olmadığını ve üyelerinin iyi yaşam sürmesine

yaptıkları katkıya göre yargılanmaları gerektiğini ileri sürer (Parekh, 2002:128-129).

Kymlicka, insanların “kültürel yaratıklar” olmasını, cemaatçiler gibi, insanların kültürleri tarafından biçimlendirildiği şeklinde değil, insanoğlunun gelişimi için kültürün gerekli olduğu şeklinde anlar. Ona göre, kültür iki sebeple gereklidir. “İlk olarak kültür, insanların dünyasını tanımlayıp bi- çimlendirir, neyin değerli olduğuna ilişkin zekice kararlar verebilmelerini sağlar, onlara saygıdeğer roller önerir, anlamlı seçenekler sunar, yaşamlarını sürdürme biçimlerine ilişkin kararlarda rehberlik eder, seçme yeteneğini geliştirmeleri için gerekli zemini oluşturur ve bu ve diğer yollardan özgür- lük ve bağımsızlıklarının kaçınılmaz bağlamını biçimlendirir. İkinci olarak kültür insanlara bir kimlik hissi verir, şartsız ve başarıya odaklı olmayan bir özdeşleşme ve aidiyet kaynağı oluş- turur, insanların karşılıklı anlaşabilmesini sağlar, toplumsal dayanışma ve güveni artırır, kuşaklar arası bağı güçlendirir ve insan mutluluğuna aracı olur. İlk sav kültürün bağımsızlığı geliştiren ro- lünü, İkincisi ise insan mutluluğuna ve istikrarlı topluluklar yaratılmasına olan katkısını vurgular” (Parekh, 2002:129).

Kültürü insanın gelişimi için gerekli bir unsur olarak gören Kymlicka, kültürel çeşitlilik konu- sunu da iki temel ayrım çerçevesinde ele alır: “Birinci durumda kültürel çeşitlilik, daha önce özyönetimli ve belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış kültürlerin geniş bir devlet çatısı altına sokulmasından doğar. Bünyeye katılan, benim “ulusal azınlıklar” dediğim bu kültürler genel olarak kendilerini çoğunluk kültürü ya- nında ayrı toplumlar olarak korumak isterler ve ayrı toplumlar olarak varlıklarını sürdürmelerini

sağlamak üzere çeşitli özerklik ya da özyönetim biçimleri talep ederler. İkinci durumda, kültürel çeşitlilik bireysel ve aile olarak göçten doğar. Bu göçmenler sıklıkla “etnik gruplar” adını verdiğim gevşek birlikler oluştururlar ve genel olarak büyük toplumla bütünleşmek ve bu toplumun tam üye- leri olarak kabul edilmek isterler. Bu göçmenler etnik kimliklerinin daha fazla tanınması peşine düştüklerinde, amaçları büyük toplum yanında ayrı ve özyönetimli bir ulus olmak değil, kültü- rel farklılıklara daha fazla saygılı hale getirmek üzere büyük toplumun kurumlarını ve yasalarını değiştirmektir” (Kymlicka, 1998: 38).

Kymlicka, ulusal ve etnik farklılıklardan doğan bir “çokkültürlülük” anlayışını ele aldığını “kültür”ü “ulus” ya da “halk” ile eş anlamlı kullandığını belirttikten sonra, çokkültürcülük siyasetine temel teşkil edecek çokkültürlülüğü şöyle tanımlar: “Bir devlet, eğer üyeleri ya farklı uluslara ait (çokuluslu devlet) ya da farklı uluslardan kopup gelmişse (çoketnikli devlet) ve bu olgu bireysel kimliğin ve siyasi hayatın önemli bir yanını teşkil ediyorsa, o devlet çokkültürlüdür” (Kymlicka, 1998: 49).

Kymlicka, bireysel haklar ile kolektif hakları karşı karşıya getiren yaklaşımı anlamsız bulur. Etnik ya da ulusal bir grubun hak talepleri iki boyutta ele alır: “iç kısıtlamalar”, “dış koruma- lar”. Birinci boyutu oluşturan iç kısıtlamalar, bir grubun kendi üyeleri karşısında talep ettiği hakları, ikinci boyutu oluşturan dış kısıtlamalar ise grubun toplum karşısındaki hak talepleri oluşturur. (Kymlicka, 1998: 73). Kymlicka, bir grubun, grup farkına dayalı üç tür haktan, özyö- netim, çoketniklilik ve özel temsil haklarından birini, iç kısıtlama mı, dış koruma mı sağlamak

için talep ettiğini peşinen söylemenin mümkün olmadığını, bu taleplerin duruma bağlı olduğunu ve her iki amaca da hizmet edebileceğini belirtir. Bu nedenle de, bir etnik ya da ulusal grubun, grup dayanışması adına kendi üyelerinin özgürlüğünü kısıtlaması anlamındaki iç kısıtlamalara karşı çıkar. Bir grubun diğer gruplarla girdiği ilişkide, kendi varlığını ve kimliğini koruma amacını ifade eden dış kısıtlamaları ise gruplar arası adaletsizliğe neden olmadığı takdirde olumlu bulmaktadır (Kymlicka, 1998: 74-75).

Kymlicka, çok uluslu ve polietnik bir toplumun bir arada yaşamasının nasıl devam ettirileceği konusunda, polietnikliğin kolaylıkla çözümle- nebilir bir sorun olduğunu ancak asıl sorunun çok ulusluluk olduğunu ileri sürer. Polietnikliğin üstesinden etnik azınlıkları ulusal kültürle bütün- leştirerek kolaylıkla gelinebilir. Çoğunluktaki ve azınlıktaki uluslar ortak bir kültürü hatta bir dili paylaşmadıklarından, tarihsel anıları da farklı ve genellikle bölücü olur. Sahip oldukları aralarındaki derin farklılıklarla başa çıkmak için yeterli olmaz. Bu durumda Kymlicka’ya göre bu ulusların, çe- şitliliklerini sevip ondan gurur duymaları ancak kısmen işe yarayabilir. Böyle bir toplum için tek umut, içindeki ana gruplar arasında “yeterince güçlü bir” karşılıklı özdeşleşme “hissi” geliştir- mesinde ve beraber yaşamaya devam etmeleri için onları teşvik etmesindedir. Eğer bunu yapmayı başarırsa bir geleceği vardır; eğer başaramazsa yıkılacaktır (Parekh, 2002:134).

Kymlicka (), liberallişmiş toplumsallık kültürünü, ulusu, ulusal kimliği, çokkültürcülüğün temeli olarak görür. Ulus-altı düzeydeki cemaatçi poli- tikalara, insanların miras aldıkları sosyal rolleri,

değerleri, inançları sorgulamaktan, değiştirmekten men edeceği gerekçesi ile karşı çıkar.

Genel olarak Kymlicka’nın liberalizmin temel iddia ve ideallerinden fazla ayrılmadan, liberal teori içinde kalarak bireysel haklar yanında bire- yin ait olduğu topluluktan kaynaklanan haklarını toplumun geneli ile olan ilişkisi içinde hiyerarşik bir sınıflamaya tabi tutarak “çokkültürlü yurttaşlık” kavramı altında modellediğini söyleyebiliriz. Komüniteryen çokkültürcülük siyasetinin en önemli temsilcisi olan Charles Taylor, çoğulcu- luk ve çokkültürcülük konusundaki yaklaşımını

“Tanınma Politikası” kavramsallaştırması altında

modellemiştir.

Taylor’ın çoğulculuk anlayışı, insan haklarına dayalı anayasal demokratik devletin yapısındaki fiziki ve sembolik sınırların, ülke ve yurttaşlık anlayışının dışına taşar ve “farklı yaşam pratikleri içerisinde oluşan kültürel farklılıkların siyasal düzeyde tanınması ve eşit ölçüde saygıdeğer kabul edilmesi esasına” dayanır. Müsamahayı, katlanmayı ifade eden, bir hiyerarşi barındıran “hoşgörü” (tolerance) anlayışına karşı çıkan Taylor, eşdeğer saygı esasına dayalı, kültürel kimliklerin “tanınması”nı çoğulculuk olarak görmektedir. “Tanınma”, modern dönemle birlikte ortaya çıkmıştır. “Şeref”ten “haysiyet”e geçişle, “mo- nolojik” olarak değil, “diyalojik” olarak oluşan, dinamik bir potansiyeli barındıran, “bireyselleş- miş kimlik”in ürünü olarak tanınma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Diyalojik ve dinamik bireysel kimlik oluşturma sürecinin önünü açacak biçimde, kültürel farklılıkların siyasal tanı(n)masına im- kan vermek (Köker, 2010:12-14), Taylor’a göre çokkültürcülüğün temelini oluşturur.

Tanınma iki önemli değişikliğe bağlı olarak or- taya çıkmıştır. Bu iki değişikliğin ilki, şereften haysiyete geçişle halkların ve adlandırmaların eşitlenmesini talep eden, tüm vatandaşların eşit haysiyette olduğunu vurgulayan evrenselcilik poli- tikasının gelişmesidir. İkincisi ise, modern kimlik kavramının gelişmesinin yol açtığı farklılıklar politikasının doğuşudur (Taylor, 2010:58). Taylor, tanınma politikasının temelini oluşturan bu iki gelişmeden, evrensel haysiyet politikasının, vatandaşları birbirinden farklı kılan yollara iyice “gözlerini kapayan”, ayrım gözetmeme biçimleri için savaştığını; farklılık politikasının ise, ayırıcı özellikleri, farklı muamelelerin temeli olacak şekilde kabul edip yeniden tanımlamamızı istemektedir (Taylor, 2010:60). Ayrıca, Taylor (2010:62), her bireyin ve kültürün kendi kimliğini biçim- lendirme ve tanımlama gizilgücünün varlığını kabul etmek ve bu güce eşit saygı göstermek gerektiğini savunmaktadır.

Taylor liberteryen kuramların, bireylerin toplum dışında kendi kendilerine yeterli olduğunu öne süren “son derede basit bir ahlak psikolojisi”ni temel almasını “atomlaşma” olarak ifade eder. Bireyler kendi kaderini belirleme becerilerini geliştirip yerine getirebilmek için hiçbir cemaat bağlamına gerek duymadığını ifade eden atom- laşma teorisinin aksıine Taylor ise bu becerinin ancak belli bir toplumda, belli bir toplumsal çevre içinde yerine getirilebileceğini öne süren “sosyal tez”i savunur. Hatta bu sosyal tez liberal bir ilke olan “tarafsız devlet” düşüncesinden vazgeçer. Tarafsız devletin, kendi kaderini belirleme için gerekli toplumsal çevreyi yeterince koruyama- yacağını, bu nedenle bilmesi için, bireysel kendi kaderini belirleme hakkına birtakım kısıtlamalar

getirmek gerektiğini savunur (Kymlicka, 2006: 346-48; aktaran Durdu, 2010).

Taylor, Modern toplumlarda yurttaşların eşitliği biçiminde ortaya çıkan kişisel özerkliğe değer veren yaklaşımla, somut bireylerin tikel bir kültüre ait olmalarından doğan otantiklik değerine vurgu yapan yaklaşım arasında bir gerilim yaşandığını dile getirir. Bireyin, bir yandan yurttaş olarak say- gınlığının kabul edildiğini görürken, diğer yandan da belli bir tarihsel ortaklaşmaya üye olmasından kaynaklanan kendi otantikliğinin tanınmasını da bilmesi gerektiğini ileri sürer. İnsan yalnızca kendi topluluğu içinde kendini gerçekleştirebileceği için modern demokratik insan, varlığına anlam kazandıran kültürünün kamusal yaşamda tanın- masından mahrum kalmamalıdır. Kymlicka’nın yaklaşımına karşı çıkan Taylor, bireyin değil kolektifin önemli olduğunu savunur (Schnapper, 2005:536). Bireyin kimliğinin toplumsal hiyerar- şideki konumu tarafından, değil diğerleriyle olan diyalojik ve dinamik süreç tarafında belirlendiği için, atomistik, farklılıkları görmezden gelen, sahici olmayan, eşit haysiyet politikası yerine, “tanınma politikası”nı önermektedir.

ÇOKKÜLTÜRCÜLÜĞE YÖNELİK