• Sonuç bulunamadı

THE BIRTH OF THE HUMAN IN YAŞAYAN ÖLÜ BY SÂMİHA AYVERDİ

B. Beşerin Ölümü İnsanın Doğuşu

Gerçek Çelebi’nin, üç odalı yoksul hanesi, anlatı başkişisi için yeniden doğuş mekânıdır. Campbell’ın “balinanın karnı” ( 2010: 107) olarak ifade ettiği bu uzamsal zemin; Leylâ’nın içsel huzuru

tadıp keşfettiği bir mekân olarak yeni Leylâ’nın kendini bulduğu yer olacaktır. Leylâ, başlangıçta Çelebi’nin yüksek sözlerini anlayamaz. Onun, kime ve neye bu derece büyük bir aşkla bağlı olduğunu, bu aşkı büyük bir tevazuuyla nasıl örttüğünü bilemez. Fakat bu iklimde yaşadıkça, Çelebi’nin, “feragat neşteriyle içinin lüzumsuz ve bozucu kısımlarını kesip atarak safileşmiş bir sermaye ile seçkin hale gelmiş büyük bir insan olduğunu görür.” (s.56) Uykusuz ve sancılı ge- celerin ardından, Çelebi’nin hat, tezhip çalıştığı, ney üflediği, feragat ve kemal, tarih ve an’ane, ibda ve icat, bilgi ve irfan, vecit ve duygu dolu odasına sığınır. (s.57) Leylâ, Gerçek Çelebi’nin dostluk halkasında pişer. Ölmeden önce ölme sırrına ulaşır. Çünkü ölmeden; benliğinden, guru- rundan, maddî zevk ve ihtiraslarından sıyrılmadan yaşamak can çekişmekten başka bir şey değildir (Yetiş 1993: 24). Başkişi, bu aydınlanma mekânı olan yoksul ve sessiz haneden, kendi gölgesini aşarak çıkar. Karanlık yüzünü, ihtiraslarını, gurur ve öfkesini temsil eden beşer Leylâ’yı öldürüp insan Leylâ’yı uyandırarak ayrılır.

Yol gösterici, rehber, yüce birey Çelebi’nin ve onun torunu Ayşe’nin dünya, varlık ve hayat karşısındaki tavırlarıyla uyanmaya başlayan Leylâ, önce inkâr ettiği benliğini, ailesini ve onlardan tevarüs eden her şeyi kabullenir. Bu bir bakıma kibirli, gururlu ve inkârcı mizacıyla yüzleşmesi demektir.

Anlatı başkişisinin, ruhsal yolculuğu; inkâr, kabul ve rıza aşamalarından geçerek feragat makamına ulaşır. Yolculuk eşiğinde, benliğini kaplayan kö- tülüklerden habersiz yaşarken; hakikatin kapıları açıldıkça bu kötülüklerden bir bir kurtulur. Leylâ, böyle yapmak yerine onları baskılamayı tercih

etseydi, feragat gibi bir iyiliğin varlığıyla asla karşılaşamayacaktı. İçindeki karanlığı görerek bunu ıslah yoluna gitmesi, içsel bir aşamanın önemli bir merhalesi olarak değerlendirilebilir. Çelebi’nin hanesi, Leylâ’nın gerçek aşkıyla da karşılaştığı yerdir. Seniye’nin taparcasına sevdiği, her şeyden kıskandığı yazar eşi Ekmel, bu hanenin misafirlerinden biridir. Leylâ’nın Ekmel’i tanıması, yitik yarısını bulması ve onunla bütünleşmesi olarak değerlendirilmemelidir. Jung, bu bütünleşmeyi anima ve animus arketipleriyle izah eder. Anima ve animus, kadınla erkeğin bilinçdışını bütünleyen dişi ve eril öğeler olarak erkeğin kadının, kadının da erkeğin doğasını kavramasına yardımcı olan arketiplerdir ( Fordham, 1994: 65).

Leylâ’nın aşkın büyük ve sonsuz varlığını idrak etmesine vesile olan Ekmel, onu bütünleyerek eksikliğinin tamamlanmasına yardımcı olamaz. Çünkü Ekmel, gerçek bir aşkla yalnızca Ayşe’yi sevmektedir. Leylâ’nın kendisiyle sınırlı dünyasını aşmasına imkân tanımayan bu aşk, her şeyden vazgeçmesini sağlayarak kahramana kendilik değerini bahşeder.

Leylâ, yalnızlık kuyusunda çilesini tamamlarken, bir gerçeğin farkına varır ki, Çelebi ailesiyle tanıştıktan sonra artık eski bencil, asi, gayesiz, hedefsiz Leylâ değildir. (s.97) Bu aşamada onun uyanışına yardımcı olan hadiselerden biri de, Ayşe’nin Ekmel’e duyduğu aşktır. Bu aşk, “yük- sek ve görünmeyen varlığın, irfana, hikmete ve sonsuzluğa doğru uzanmış olan bir köprüsüdür. Beşeri ve cismani aşka hiç benzemez. Bu nedenle, böylesi yüce bir makama çıkmış olan Ayşe’nin aşkına hürmet eder.” (s.99)

Sâmiha Ayverdi romanda, aşk bağlamında üç farklı portreden ve duygudan söz eder. Biri yu- karıda ifade edilmeye çalışılan Ayşe’nin aşkıdır ki, Ayşe, yazarın ifadesiyle bir aşk ölüsüdür. Buna karşılık aynı adama âşık olan Seniye bir aşk hastasıdır ve aşkta ölmeyi başaramadığı için çaresizce kıskanmaktadır. Öte yandan aşkına asla karşılık bulamayacak olan Leylâ için aşk, bir geçiş makamı olacaktır. Leylâ, Ekmel için beslediği duyguların hiçbir zaman karşılık bulamayacağını bilir. Sonunda Seniye’nin vasiyetiyle, âşık olduğu bu adamla evlenme şansı yakalamışken, ondan feragat eder. Leylâ, maceranın sonunda kendinde bulunan beşeriyet kirlerini yuğmak ilmini öğren- miş, hilkat zincirinin tabii gidişini, itiraz, isyan veya herhangi bir sebeple kırmamak gerektiğinin farkına varmıştır. (s.108) “Sonunda Çelebi’leri, Ayşe’leri, Ekmel’leri birbirine bağlayan, körlerin bile gözlerine nur olan menfaatsiz aşk makamına yükselmiştir.” (s114)

Bu mertebeye yükselmeden önce, kendi varlığında saklı olan bilinmezlikler agâh oldukça, hayret ve dehşetten sığınacak köşe bulamaz. (s.111) Ayşe ile Ekmel arasındaki konuşmaya gizlice tanıklık eden Leylâ, Ayşe’ye karşı içinde doğan kıskanç- lıktan utanarak Çelebi’nin ahlâk anlayışına ihanet ettiğini düşünür. Bu, kahraman için yeni bir eşik anı ve aydınlama aşamasıdır. “Mademki dünyanın menfaat cehenneminden kaçmış ve Çelebi’nin garezsizlik cennetinde hayat bulmuştur. O halde değil en sevdiği insana, kâinat zerrelerinden en basit bir varlığa dahi içinde tek kötü ilişik kal- maması gerekmektedir.” (s.121)

Leylâ, Çelebi’ye teslim olup ona sığındığı bir anda karşısında hiç bilmediği bir dünyanın kapıları açı- lır. Bedeni, içindeki ateşe dayanamayarak yanar,

mecazen çırılçıplak olduğunu hisseder. Artık evvelki Leylâ değildir. (s.150) “Kendini bilme ve böylece Rabbini bilme” yolunda ölmeden önce ölmeye başlamıştır.

“Hayâtının son aylarında geçirdiği hayrete değer inkılâba ve hiç beklemediği buhranlı hâdiselere, iç savaşlara, kendini Çelebi’nin varlığına ayarla- madan evvel yakalanmış olsaydı, şüphe yok ki kanlı bir ihtilâl içinde, yere cansız serilecekti.” (s.174) Bu sayısız deneyimlerden yalnızca biridir. Nihayet, özü görmüş ve nasıl yaşaması gerekti- ğini anlamıştır.

“İrfan, bilgi, aşk cahili olan Leylâ’yı, Çelebi’nin elleri, omuzlarından tutup öyle bir sarsmış ve fırlatmıştır ki, gözünü açtığı zaman kendini bir aşk mihrakına düşmüş bulur. Artık şimdi kalıp değiştiren peri gibi, yeni hüviyetinin âlemi içinde tek ve tenha yaşamaktadır.”(s.126)

Beşeriyet kirlerinin, beşeriyet icaplarının üstüne çıkmış olan Ayşe, ayağı esaretten çözülmüş bir insan olarak hayatta ölüm sükûnetini, ölümde hayat kaynağını bulmuş saadet sahibi yaşayan ölülerdendir. (s.130) Leylâ da sancılı, buhranlı bir gecenin sabahında yeniden doğmak üzere ölmüş ve insan olmak için defalarca ölmek ge- rektiğini idrak etmiştir. Çünkü imdada yetişen Tanrı, “Ey insan kendine gel, aradığın sendedir” demiştir. (s.132)

Seniye’nin vasiyetine uymayarak Ekmel’le Ayşe’nin kavuşmasını sağlayan Leylâ’nın bu davranışı, Çelebi’nin yanında ulaştığı insanlık makamına uygundur. Onlar gibi menfaate sırtını çevirmiş, kimseden lütuf beklemeyen, karşılık istemeyen yaşayan ölülerden olmuştur.(s.197)

Kendi karanlığından, varlığında tüm isimleri cem etmiş olan insanın hakikatini (Merter, 2011:239) idrak ederek çıkan kahraman, bu başarısının karşılığında feragat makamına erişir ve içindeki huzuru kucaklar. O artık bir kahraman olarak sonsuz yolculuğunu, kendini iyiliğe adamış, kendinden geçmiş ama kendini bulmuş bir Leylâ olarak devam ettirecektir. Leylâ, Çelebi’nin hanesinde yeniden doğmuştur.

İbn Arabî’i varlığın ilk zuhurunu, Rahman’ın nefesi kavramı ile açıklar (Aktaran, Merter 20011: 237). Nefes kelimesinden türeyen nefs, kendi kendisinin farkında olan varlığın, yani insanın aslı, zatı anlamına gelmektedir. (Merter 2001:237) Bu noktadan hareketle, nefsin alt katlarında yaşayan Leylâ’nın iç sıkıntısının, Rabbin insana bahşettiği sayısız ismi olduğu halde, bazı isimlere takılıp onları tekrarlamaktan kaynaklandığını (Merter 2001:237) söyleyebiliriz.

Kahraman, beşer noktasından insana doğru ilerlerken, onun elinden tutan yol gösteren yüce bireyin yardımıyla, her an yeniden yaradılışı müşahede etmenin, doğal bir rahatlamaya neden olduğunu, içinde tuttuğu nefesin sıkıntısından, ancak onu tekrar vererek kurtulabileceğini keş- feder. (Merter 2001:237) Yüce bireyin harekete geçirdiği iç benlik arketipi önce kendi karanlık gölgesiyle yüzleşmesini sağlar ve bu keşifle, ben çukurundan çıkan Leylâ, menfaat çemberini de kırar. Kibri, kıskançlığı yenen kahraman, ben’i aşıp öze ulaşır, maddi değerlerin yerine manevî değerleri koyması gerektiğini anlar.

Yazar, nefsin karanlığına gömülmüş olan Leylâ’nın karşısına koyduğu aynada –Çelebi ailesi- Rabbin insana bahşettiği sayısız ismi olduğunu görme- sini sağlar. O halde, bazı isimlere takılıp onları

tekrarlamaktan kaynaklanan (Merter 2001:237) acıdan kurtulmak da mümkündür.

SONUÇ

Samiha Ayverdi, derin tasavvufî bilgisini bir romanın kurmaca dünyasında şekillendirir. Bu kurmaca dünya; kişi, kavram ve simge düzeyin- de çözümlendiğinde ise, insana geniş bir mana ikliminin kapılarını aralar. Yazar, Yaşayan Ölü romanıyla, sıkışan ruhlara, madde dünyasında kalan ben’e çıkış yolları göstermektedir. Tamlığa ermeyi ve olgunlaşmayı sağlayan iç benliği harekete geçiren, ona yol gösteren yüce birey’in varlığı, romanı arketipsel açıdan çözüm- lemeye imkân vermektedir. Anlatıda yüce birey arketipi kişisel düzlemde Gerçek Çelebi ile temsil edilmektedir. O, anlatı başkişisinin - kendini bilme/Rabbini bilme – tamlığa erme sürecinde ayna olur, yol gösterir.

Kavramsal düzeyde birbirine zıtlık oluşturan kibir/tevazu, menfaat/feragatkarşı karşıya geti- rilirken, kişisel düzlemde önceki ben ile sonraki ben arasındaki temel zıtlık, olanla olması gere- keni gözler önüne serer. Kahraman, Çelebi’nin yoksul ama büyüleyici bir çekim gücüne sahip olan hanesinde, önce acılar çekerek ölür, sonra ışıklar içinde yeniden doğar. Bu yeniden doğuşta kendini bilmeyi öğrenir.

Ayverdi, roman konusunu ve anlatı kişilerini seçerken hakkında geniş ve derin bir bilgiye sahip olduğu tasavvuf kültüründen yararlanır. Tasavvufa ait değerleri, evrensel insan tecrübesiyle bütünleyen yazar, kahramanın sonsuz yolculuğuna hakikat penceresinden bakar ve okuyucuya da bu pencerenin varlığını haber verir.

Yazar, edebî metnin imkân ve sınırları dâhilinde, sanatkârane bir dil ve üslup kullanarak dışta kalan ve geçici olana değil, kendinde saklı olana dönmek gerektiğini gösterme arzusundadır.

KAYNAKLAR