• Sonuç bulunamadı

Bülent YORULMAZ*

Kitâbeler yaşayanlar için neden önemlidir? Biz neden bu yazıtlar üzerinde bu kadar duruyoruz, durmamız gerektiğini düşünüyoruz? Meseleye, belki tarihimizin başlangıcından itibaren bakmak gerek. Duygu ve düşüncelerimizi kağıda yazıp çoğaltamadığımız dönemlerde bütün kültür hayatımızı, siyasetimizi, devlet idare edişimizdeki esasları taşlara kazıdık. Ve önce tabiatın, sonra insanın acımasız ellerine teslim ederek ebediyete intikal ettireceğimize inandık.

Sonra hayatımıza kağıtla birlikte kitap girdi, sayısız eserler meydana getirdik. Ve nihayet bilim bizi bugün sıkıştıra sıkıştıra; bilgisayar’a, yoğun teker’e, yoğun belleğe, ve de tablete ulaştırdı. Ben bütün bu sıkıştırmaların hâlâ insan hafızasıyla başa çıkamadığına inanlardanım. Eğer unutkanlık ve vurdumduymazlık gibi bir hastalığa duçâr olmazsak..

Taşları kullanarak yine pek çok mimarî eserler vücuda getirdik. Bu eserlerin üzerlerine bunları kimin ne için yaptığını, tamir ettirdiğini, yeniden ihyâ ettiğini anlatan başka birer sanat şaheseri olan yazılar yazdık. Bunları yazarken o eserin ebedî olarak yaşayacağını, yaşatılacağını düşünmekteydik. O eser orada ebediyen yaşayacaksa, eserin kimin tarafından yapıldığının da bilinmesi gerekiyordu. Hattâ eseri bırakanın arkasından hayır dua ile anılmasına da vesile olması arzu ediliyordu.

Türklerin İslâmiyeti kabulü, Anadolu topraklarını vatan yapmaları, fetihlerle devletin sınırlarını genişletmeleri ve altı yüzyıllık muazzam bir imparatorluk haline gelmeleri sonucu, Türk-İslâm medeniyeti dediğimiz bu muazzam yapı, sadece ve daima dünyayı değil, ama her zaman ahreti de düşündü. Ve mimarî eserlerinin büyük bir kısmını bu inançla inşa etti. İnşa ettiği bu eserlerin bir köşesine, üzerine Arap alfabesi kökenli Türk alfabesiyle, Osmanlı Türkçesiyle, yazılar koydu. Bu eserlerin, nasıl, ne zaman, niçin, kim tarafından yapıldığını yazdı ve okuyanlardan, eseri kullananlardan hayır-dua istedi.

Bu eserler içinde, mektep vardı; anaokulundan (sıbyan mektebinden) medreseye kadar, câmii vardı, su kemeri vardı, çeşme vardı, han vardı… vardı ve bu yapılanların hepsi de o vatanda yaşayanların, bunlardan faydalanması içindi.

Bu eserleri yapan insanlar öldüler, şairin dediğini çevirirsek, ölümden umduklarını bulabildiler mi, bilemeyiz. Ancak, mezar taşlarını, lahitlerini bile bir sanat eseri haline getirdiler. Sadece biz değil tarih boyunca pek çok ulus böyle yaptı. Birer sanat eseri olan mezar taşlarına, çocukluğumuzda biraz ürpermeyle bakarken, ilerleyen yaşımızla birlikte başka bir gözle bakmaya başlıyoruz. Hele

bunlar tarihimize ait olup, günümüze ulaşmışlarsa, biraz da sanat eseri gözüyle görüyorsunuz. Üzerlerindeki yazıları anlamasanız da.. Sadece mezar taşlarına değil tabii ki, en çok karşımıza çıkan çeşmelerin yazılarına, tarihi yapıların yazılarına başka bir gözle bakar oluyoruz. Hele bir de okuyabiliyorsanız. O zaman gerçekten muazzam bir kültürün imbikten geçmiş özünü buluyorsunuz.

Önce yazıtların kendisi, yani taşı, özellikle mezar taşları, üzerindeki yazıları ve içerikleri, sanki üç güzellik bir yerde buluşuyor. Bazı taşların estetik güzelliklerini görüyoruz, hayran kalıyoruz… Maalesef, üzerlerindeki yazıyı okuyamamak, bütün bu eserleri sanki bizim değilmiş gibi bizden uzaklaştırıyor. Halbuki o eserler o kadar bizim, o kadar bizim varlığımızın kanıtı, âdeta mührü ki… Ama kim bunun farkına varıyor. İşte taş yazıtlar hakkındaki genel düşüncelerim.

İzin verirseniz, Kuzey Kıbrıs’ta yaşadığım on yedi yıl boyunca bir ilim adamı, bir idareci, bir akademisyen, bir araştırmacı, bir hoca olarak hizmetlerimi sunduğum bu memleketin tarihi eserlerinin güzellikleri üzerine konuşacağım.

Üç yüz yıldan fazla Osmanlı hâkimiyeti ve nihayet harf devrimine kadar geçen süre içinde Kıbrıs’ta pek çok eserler yapıldı. Fetihle birlikte mevcut tarihi eserlerin üzerine yeniden kitabeler yazıldı. (Saint Sophia Katedrali, sonra Ayasofya-yı kebîr ve nihayet Selimiye Câmii gibi).

1993 yılında Kıbrıs’a geldikten sonra dikkatimi ilk çeken Mevlevihane bahçesinde kaderlerine terk edilmiş mezar taşları oldu. Sonra Lefkoşa’nı arka sokakları içinde ve Tahtakale semtindeki metrûk türbeler ve restorasyon halinde câmi ve çeşmeler… Eski Eserler dairesinin çalışmaları ve küçük de olsa benim de katkılarımla Mevlevi Müzesi’nin düzenlenmesi ve başlangıçla diğer taş yazıtların okunması. Uzun çalışmalar sonunda mezar taşları ve çeşmelerin yazılarını kitaplaştırma imkânı buldum. Eski Eserler dairesi ile Vakıflar idaresinin çalışmaları eski eserlerin büyük bir kısmını yok olmaktan kurtardı ama maalesef hâlâ çok ihmale uğramışlar ve ilgi bekleyenler var. Ve eğer ele alınmazlarsa özen gösterilmezse yok olup gidecekler. Bunlardan meselâ, Cumhurbaşkanlığı yakınındaki Muttalipzâde Hasan Efendi çeşmesi, Girne’de Ağa Cafer Paşa Câmii yanındaki Hüseyin Kâvizâde Çeşmesi, Girne Kalesi içinde Hüseyin Kâvizâde’nin annesinin mezar taşı, Ali Rûhî Efendi’nin yaptırdığı Laleli Câmii Çeşmesi gibi… Bütün bu eserler bizim buradaki varlığımızın mührü, mührü yok etmemek için elimizden geleni yapmamız gerekmez mi?

Bakın size hemen bu sözünü ettiklerimin resimlerini göstereyim. Belki dikkatinizi çeker de bir şeyler yapılır..

KKTC Cumhurbaşkanlığı yakınında Zehra Sokak ile Tanzimat Sokağın kesiştiği noktada yer alan Muttalipzâde Hasan Efendi Çeşmesi.

Girne Kalesi içinde kaderine terkedilmiş Hüseyin Kavizâde’nin annesi Ayşe Hatun’un mezar taşı.

Mezar taşları yazılarını ve diğer yazıtları okuduktan sonra, bu taşların üzerlerindeki yazıları yazanların çok değerli, kültürlü insanlar olduklarını da anladık (her ne kadar bazıları kalıplaşmış olsa da)

Bu taşlardaki yazıları okudukça, yazılanların belli bir dönemin edebî kültürünü almış hattatların yazıları olduğunu, ünlü şairlerin şiirlerinden bazılarını bu taşlara yazdıklarını gördük. Yazdıkları yazılara tarih düşüren Rıza’nın, Derviş’in Hace’nin, Tevfik Efendi’nin Şair Müftü Râci Efendi’nin, Şeyh Feyzullah el-Mevlevî ve adlarını tesbit edemediğimiz isimsiz kültür adamlarımız..

Bu yazıtların üzerindeki yazılanların bir kısmı bizim klâsik edebiyatımızın bütün değerlerine de sahipti. Özellikle mezar taşlarının muhteşem işçiliğini anlamlandıran satırlardı bunlar. Bugünkü alfabeye aktardık hattâ anlaşılsın diye bugünkü Türkçeye de. Ama baktık bu yazılarda çok daha güzellikler var. Yazanlar şair ve hattat. Bir de bu yazılanları edebî değerleri açısından okuyalım dedik. Tabiî bu bildirinin içinde bulunan bütün taşların değerlendirilmesini burada okuyabilmem bana tanınan süre açısından imkansız bu nedenle birkaç

Bu yazıların eski edebiyatımızın vezni olan aruzun en ahenkli kalıplarıyla yazıldıklarını, teşbih ve istiare sanatlarının en güzellerinin, telmihlerin, zengin ibarelerin kullanıldığını, pek çoğunda manzum tarih düşürüldüğünü hayranlıkla okuduk.

Hacı Muhammed Saîd Bey

Vefat tarihi: 21 Şevval 1290 (12 Aralık 1873)

Mezar taşı Kıbrıs’ta Tüccarbaşı adıyla tanınmış İdare Meclisi’nde üyelik ve başkanlık yapmış Hacı Muhammed Saîd Bey adında bir zâta aittir.

Hüve’llahü’l-Bâkî

Eyledi rıhlet bu zât-ı pür-himem kim çarhdan Hicr-i hem-dem-i vuslat ile mevt-i tev’em-i sıhhate Çün olup Kıbrıs’ta tüccarbaşı nâmıyla be-nâm Ahz ü ‘atâsı gönül almaktı dâd ü şefkate Hem idare meclisinde oldu ‘azâ vü reis Sa’y iderdi hak ebnâ-yı vatanda hidmete

Mâl-dâr-ı bî-gurûr u kâm-kâr-ı pür-sürûr Hâsılı sermâye-i fahr idi din ü millete Bî-ilâc eyvâh kim oldu revân âhirete Hak muvaffak eylesün lutf-ı şefi’-i ümmete

Bir Fatiha ile söyledim tarihin ey Rıza Hacı Muhammed Saîd Bey gitti hakka Cennete

1290 fi Şevvâl 21 (12 Aralık 1873) Günümüz Türkçesi ile anlamı:

Bâki olan yalnız Allah’tır

Bu çok yardımsever insan bu dünyadan göç etti Kıbrıs’ta tüccarbaşı adıyla tanınmıştı.

O daima adaletli ve şefkatli idi, daima gönül alırdı İdare meclisinde de üyelik ve başkanlık yapmıştı Vatana hizmet etmeyi kendisine vazife sayardı Gururu sevmeyen mal-mülk sahibi, neşeli Sözün kısası din ve millet için övünç kaynağı idi Ne yazık ki o da âhirete göç etti

Allah, ümmetinin hayır duasına erdirsin Ey Rıza, bir Fâtiha ile (vefat) tarihini söyledim Doğrusu, Hacı Muhammed Said Bey, cennete gitti

İşte Mevlevi müzesinden Hacı Muhammed Sait Bey’in mezar taşı yazısı; Aruzun en ahenkli kalıbı bahr-i remel dediğimiz 3 Fâilâtün 1 Fâilün kalıbı kullanılarak nazım edilmiştir. Daha birinci mısrada veznin ahengi ile “çarh”dan (Felekten-kaderden) şikâyet var. Ve sonra, kabirde medfûn olan Sait Bey’in işi, mesleği, çömertliği, tevazuu övülür. Ve o herkesin övgüyle söz ettiği bir insandır. Ne yazık ki derdine çare bulunamamıştır. Ahrete, cennete gitmiştir. Hz. Peygamber’in şefaatine nâil olması için dua edilir. Ve Rıza onun ölümüne tarih düşürür.

Hacı Muhammed Sait Bey mezar taşı. Mevlevi Müzesi Bahçesi Cezayirli Hacı Hafız Ömer Efendi’nin mezar taşı yazısı

Vefat tarihi : 1302(1884) Hüve’l-Bâkî

Cezayirli hâce Hacı Hâfız Ömer Efendi’nin mezarıdır.Gel eyle ziyâret Ceziremizde altmıştan ziyade hâfızlar Yetiştirdi bu zât-ı muhterem âli-himmet

Edip tilâvet-i Kur’anla Kıbrıs’ı ihyâ Kavî kurrâ idi Hak ruhuna kılsın rahmet Ben ah ile tamam ettim bu tarihi Derviş Bin üç yüz ikide etti bekâya rıhlet

Günümüz Türkçesi ile anlamı: Ebedi olan yalnız Allah’tır Cezayirli hoca Hacı Hafız Ömer Efendinin mezarıdır. Gel eyle ziyaret Adamızda altmıştan fazla hafız

Yetiştirmiş çok saygı gösterilen ve gayretli bir şahıstır Kıbrıs’ı Kur’an okuyuşuyla ihyâ etmiştir

Çok kuvvetli ve usulüne göre iyi bir Kur’an okuyan idi, Allah ruhuna rahmet etsin

Derviş, ben ah ile bu tarihi tamamladım Bin üç yüz ikide ahirete göç etti.

1302 (1884)

Aslen Cezayirli olan Hâfız Ömer, hem hacı hem hoca, tabii ki hâfız. Hâfız_ı Kur’ân’dır. Kur’ân’ı gerçekten çok iyi okuyanlardandır. Burada özellikle Kavî Kurrâ sözü önemli. Kavî kuvvetli demek, Kurrâ da çok iyi Kur’ân okuyan demek. Ada’da altmıştan fazla hâfız da yetiştirmiştir. Ölümüne tarih düşüren de Derviş.

Hacı Hasan Efendizâde Hasan Efendi’nin kızı Sıddıka Hanım’ın mezar taşı yazısı

Vefat tarihi : 1292 (1875-76) Hüve’l-Bâkî

Ol muhterem-i vâlâ-himem Hacı Hasan Efendizâde kim Nesl-i pâk-i Hasan Efendi oldu mergûbü’l-enâm Olmuş idi kâmile bir duhter-i sa’d-ahteri Sıddıka Hanım demek şâyeste oldu ana nâm Sim-ten hakkâ dehân-ı cân gibi canân idi Soldı gitdi gülmeden sevinmeden ol gonce-fâm Nâgehân bir gün muhâlif esti ol bâd-ı ecel Döktü saçtı yerlere berk-i hayâtın bi’t-tamâm Uçtu elden kuş gibi bir gün idüb ‘azm-i bekâ Sahâ-yı âlemde reftâr ile eylerken hırâm Duhterân-ı beldenin ol dürretü’t-tâcı iken Zîr-i hâki âkıbet kıldı felek ana makam Firkatiyle cümle halk giryân u sûzân oldular Vâlideynine sabırlar vire Hayy-i lâ-yenâm Hükmüne Hakkın rızadan gayrı yoktur çâresi Sabrile hamd eylemek lâyık kula her subh u şâm Katre-i eşkimle Râci1 söyledim târih-i fevtin bâ-nutuk Sıddıka Hanım cemîle Gül-cemâl ola şefi’ rûz-ı kıyâm

Fi sene 1292 25 Şevval(24 Kasım 1875)

Günümüz Türkçesi ile anlamı: Ebedî olan yalnız Allah’tır

O muhterem ve yüce gayretli Hacı Hasan Efendizâde ki

Halk tarafından çok sevilmiş, Hasan Efendi’nin temiz neslinden oldu Onun da bilgili, saadet yıldızı gibi bir kızı olmuştu

Ona Sıddıka Hanım adını vermeyi uygun gördüler

Gerçekten çok güzel beyaz tenli can verir gibi sözleri olan bir güzel idi Ne yazık ki o gonce ağızlı gülmeden sevinmeden solup gitti

Bir ansızın ecel rüzgârı aksi yönden esti

Hayatının yapraklarını tamamıyle yerlere döktü saçtı Bir gün bekâya doğru yola çıkıp kuş gibi elden uçtu Bu âlemin meydanında salınarak gezip dolaşırken Beldenin genç kızları arasında tacın incisi gibi iken Felek ne yazık ki toprağın altını ona makam kıldı

Hakkın hükmüne razı olmaktan başka bir çare yoktur Sabah ve akşam her kula sabırla şükretmek kalır

Râci gözyaşlarımın damlalarıyla ölüm tarihini sözle söyledim Sıddıka Hanım gibi bir güzele Gül Yüzlü kıyamet günü şefaatçi olsun

25 Şevval 1292(24 Kasım 1875) Sıdıka Hanım’ın vefatı üzerine mezar taşı yazısı yazan şair Râci. Sıdıka Hanım, genç yaşında hayata veda etmiştir. Şair Râci onu tavsif ederken, önce onu duhter-i sad-ahter olarak nduhter-iteler, o aynı zamanda sîm-ten’dduhter-ir. Bu klâsduhter-ik edebduhter-iyatta görmediği sevgilinin vücudunu anmlatan divan şairinin ortak mazmunudur. O aynı zamanda gonce-fâm’dır. Bunun muhaffifi olan gonce-fem de sevgilinin ağzı için eski edebiyatta çok kullanılmıştır. Sıddıka Hanım, şehrin genç kızları arasında dürret’üt-tâc’dır. Tâcın incisidir.Yine felekten, kaderden söz edilir. Burada herhangi bir şikâyet görmüyoruz. Felek sadece ona toprağın altını makam olarak görmüştür. Şair Râci feleğe/kadere isyan edilmeyeceğini, ona boyun eğmek gerektiğini bilen bir şair. Çünkü Hakk’ın hükmüne rıza göstermek lazım. Hayy-i lâ-yenâm ifadesi, Allah’ın esmâü’l-hüsnâ’sından olan (Hayy) ismi ile birleşir. Bu şiirde rıza-sabır, firkat (ayrılık)-vuslat (kavuşma), giryan (gözyaşı), sûzân (içi yanmak) birbiriyle ilgili olarak, birkaç mısrada ardı ardına sırlalanmışlardır. Şair Râci de çok üzgün olduğunu ifade ile gözyaşlarının damlalarıyla son mısralarda Sıdıka Hanım’ın ölümüne tarih düşürüyor ve sonra da kıyâmet gününde o Gül-Cemâl’in (GÜL; Hz. Peygamber’in sembolize eder) Sıdıka Hanım’a şefeatçi olmasını niyâz ediyor.

İlk iki satırda vezin serbest tutulmakla birlikte yine bahr-i remel (3 Fâilâtün,1 Fâilün) kalıbıyla yazılmış gazel türünde mükemmel bir şiirdir.

Nahide Hanım

Adliye hâkimlerinden İzzet Bey’in ikinci kızı Nahide Hanım’ın mezar taşı yazısı:

Vefat tarihi: 1308(1890-91) El-Fâtiha

Adliye hâkimlerinden Hazret-i İzzet Bey’in Duhter-i yek-cevheridir bî-misâl hem besîm Pek nevâziş-ger ki tab’ı çün nevâsî bir hüner Hüsn-i ahlâkile meşhur hem de ma’kûd-ı fehîm Müntehî techîz idi kim izdivâcı pek karîb Virmedi ruhsat ecel ta eyledi azm-i azîm Bezm-i dünyâdan vedâ’la itdi Firdevsi mekân Merkadin rahmetle tenvîr eylesin Rabbü’l-kerîm Sabrın ihsân eyleye Mevlâ hemen bâkîlere

Karbanu nider olmaz mevte tedbîr-i kadîm İşte böyle sâdık ol rûh-ı pâke lâzım Fâtiha Kurb-ı Hakda ola menzilgâhı kim beytü’l-kelîm

Geldi bir ah ile hamem yazdı cevher tarihin Ter idi ve ah kıldı Nahide Hanım azm-i na’îm

1308(1890-91) Günümüz Türkçesi ile anlamı:

El-Fâtiha

Adliye hâkimlerinden İzzet Bey hazretlerinin Benzersiz, yüzü güleç ve bir mücevher gibi kızı Onun tabiatı çok gönül alıcıydı ve o çok iyi huyluydu Çok anlayışlı ve güzel ahlâklıydı

Çok iyi yetişmişti,izdivacı yakındı, çehizi de hazırdı Ecel ona aman vermedi, o büyük yolculuğa çıktı

Dünya meclisine veda edip, Firdevs cennetini mekân tuttu Kerim olan Allah, rahmetiyle kabrini nurlandırsın Geride kalanlara Allah sabırlar versin

Kârbânu nider olmaz bir ölüme aklı başında tedbir İşte böyle sadık ve temiz bir ruha Fâtiha lazım

Allah’ın huzurunda onun gideceği yer Beytü’l-kelîm olsun Kalemim bir ah ile geldi ve cevher tarihini yazdı

Adliye hâkimlerinden İzzet Bey’in ikinci kızı Nahide Hanım’ın vefatı üzerine yazılan bir başka gazel türünde bir şiir. Aynı vezinle yazılmış (3 Fâilâtün 1 Fâilün). Sıdıka Hanım’a duhter-i sad-ahter diyen Râci’ye karşılık burada başka bir şair –mahlâs olmadığı için bilemedik kim olduğunu- Nâhide Hanım için duhter-i yek-cevher ifadesini kullanıyor. O da ahlâkının güzelliği ile tanınmıştır, o da genç yaşında hatta çeyizini hazırlamış artık evliliği çok yakındır ama ecel izin vermemiştir. Hayat, ecelin izine tâbi, ititraz yok! Ve dünya meclisine vedâ edip, Firdevs cennetini mekân tutmuştur. Aslında, Bezm-i dünya-dünya meclisi derken zaten geçiciliği, fâniliği ifade eden şair, Firdevsi mekân tuttu derken ahret hayatının bâkîliğini anlatır. Lutfu, keremi bol Allah, onun kabrini rahmetiyle aydınlatsın, (bugün ışıklar içinde uyusun, nur içinde yat ifadelerinin eski söyleyişidir) ecel gelip, vedâ vakti çatınca geride kalanlara sabır düşer, dua düşer, Fâtiha okumak düşer; takdire (mevt:ölüm) tedbir uymaz. Hakk’ın yakınında beytü’l-kelîm onun duracağı yer olsun. Aslında kelîm sözü Cenâb-ı Hak’la konuşmayı ifade eder ve Cenab-ı Hak’la Tûr-ı Sînâ’da konuşan Hz. Mûsâ için de kullanılır. Hz. Mûsâ bu sebeple “Kelîmullah” olarak anılır. Ve şairin kalemi de onun vefâtına bir cevher tarih düşürür.

  Mevlevi Müzesi Bahçesi

Ali Rûhî Efendi’nin İstanbul Eyüp Sultan’da Beybaba Sokağı Kabristanlığındaki Lahidli Mezarı Kıbrıs Muhassılı (1827-1830)

Lefkoşa Vakıflar İdaresi’ndeki 33 no’lu sicil defterine göre Kıbrıs’ta 1243-1246 (1827-1830) yılları arasında muhassıl olan Ali Rûhî Efendi Kıbrıs’ta görev yaptığı yıllar içinde özellikle Lefkoşa’da pek çok hayır işlerine girişmiştir. Sicill-i Osmanî, AlSicill-i Rûhî EfendSicill-i’nSicill-in vefatını 1 Ramazan 1246 (1 Mart 1831) olarak göstermekte ve Eyüp Sultan’a defnedildiğini yazmaktadır.

Bıraktığı vakfiyesinden anlaşıldığına göre, Lefkoşa’daki Lâleli Câmii’ne yaptırdığı minare ve o yıllarda Lefkoşalının su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırdığı Lâleli Câmii çeşmesi ve Küçük Medrese çeşmeleriyle Ali Rûhî Efendi gerçekten pek çok hayır işine el atmış bir validir.

Ali Rûhî Efendi’nin ilk yaptıdığı çeşme 1243(1827) tarihini taşıyor. Öyle anlaşıyor ki Ali Rûhî Efendi Kıbrıs’a vali olarak atanır atanmaz, adeta ayağının tozuyla hayır işlerine başlamıştır. Abdi Çavuş mahallesine bir sıbyan okulu yaptırıp, öğretmenine ödenmek üzere o zamanın parasıyla 16 kuruşluk bir vakfiye bırakmış ve hemen eski bir şapelin değiştirilmesiyle câmiye çevrilen Lâleli Câmiine bir minare ve çeşme yaptırmıştır. Bu çeşme bugün câminin dar bir sokağa bakan duvarında kitabesiyle durmaktadır.

Biz bu bildirinin hacmi genişleyeceği düşüncesiyle, medrese, çeşme, okul gibi binaların kitabelerini bildirimize dahil edemedik. Ancak onlarda da fevkalade güzel şiirsel ve sanatsal anlatımlar bulunduğunu ifade edelim. Belki başka bir toplantıda onlardan da söz edebilir veya yayınlayabilir.

Yazısı:

Hüve’l- Feyyâz

Bu dehr-i bî-bekâda kimseye ârâm değil imkân Anunçün derdüme ki bulmadı Lokman dahi dermân Biri ez-cümle bu zât-ı semâhât-pîşenin hayfa Gülistân-ı hayâtın eyledi bâd-ı hazân virân

Tarîk-i hâcegândan idi ol zât-ı kerem-mu’tâd Dahi Kıbrıs’a etmişdi muhassıl bir zaman-ı devrân Hitâb-ı ırci’î vâsıl olunca sem’ine âhir

Cihânı terk edib ukbâya cân attı hemen ol ân Teessüfle duâgûna dedim fevt için tarih Ali Rûhî Efendi rûhunu Mevlâm ide şâdân

El-Fâtihâ Gurre-i Ramazan 1246

(Ramazanın İlk Günü-Mart 1831) Bugünkü Türkçe ile anlamı:

Bağışlayıcı yalnız Allah’tır.

Bu fâni dünyada insana verilen imkanlar rahat etmek için değildir Onun için Lokman hekim bile bazı dertlere derman bulamadı Ne yazık ki onlardan biri bu cömertlik sahibi insanın Hayatının gülbahçesini bir sonbahar rüzgarı (gibi) viran etti

Hacegan rütbesine sahip kerem sahibi bir kimse idi Bir zaman Kıbrıs’ta da muhassıllık etmişti

Ansızın kulağına “dön” emir gelince

Hemen o anda cihanı terk edip ahirete can attı

Büyük üzüntüyle dua edenlere onun ölümü için bir tarih söyledim Mevlâm Ali Rûhi Efendinin ruhunu şâd eylesin

El-Fâtihâ Gurre-i Ramazan 1246

(Ramazanın İlk Günü-Mart 1831) 4 Mefâilün kalıbı ile yazılmış yine gazel türünde bir şiir.

Birinci mısrada, dünyanın fâniliğinden söz edilirken, ikinci mısrada derd-derman-Lokman Hekim, hem tenâsüplü kullanılmış hem de Lokman Hekim’e telmihte bulunulmuştur. Bütün dertlere derman bulan Lokman Hekim, Ali Rûhî Efendi’nin derdine derman bulamamıştır.

Ali Rûhî Efendi’nin hayatını bir gülbahçesine benzeten şair, bu gül bahçesini