• Sonuç bulunamadı

1.2. GÜNDELİK HAYAT PRATİKLERİ

1.2.4. Gündelik Hayatta Kültür ve Kimlik Göstergesi Olarak Mekân

1.2.4.1. Kent

Kentler, kültür ve kimliğin, zaman ve mekânın gerilimli fakat yine de bir aradalık sergilediği heterojen alanlardır. Bu sebeple kentler, gündelik yaşam akışının odak noktasında yer almaktadır. Toplumsal bağlamda ele alındığında, kentin fiziksel tanımı içerisine toplumsal ilişkiler de dahil olmaktadır. Kullanıcıları için “mekân” olmanın ötesinde toplumsal/politik aidiyetlere, farklı yaşamlara, kültürel çoğulculuğa cevap vermektedir. Bu yönüyle de kültürel çeşitliliğin ve farklı yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına olanak sağlayan bir yapıdır (Aytaç, 2007;202). Kent, kültür, yaşam tarzı ve sosyo-ekonomik özellikleriyle varolan, sürekli kendi kendini değiştiren ve dönüştüren bir işleyişe sahiptir. Bu nedenle, gündelik hayat pratikleri incelemesine dahil edilebilmekte, birer analiz aracı olarak kullanılabilmektedir (Akbalık, 2004:26).

108

Yalnızca pratik olarak sağladığı olanaklar ile değil, bünyesinde barındırdığı simgesel kodlar ile de gündelik hayatın yeniden üretilmesinde başat rol oynamaktadır. Rapaport’a göre; kentler, kendi özgünlükleri vurgulanarak, özel ve sosyal alt sistemlerin bir uzantısı olarak değerlendirilmeye olanaklıdır. Böylelikle kentin, yaşam tarzı ve kültürü öne çıkarılmaktadır (Rapaport, 1977: 25). Kentin gündelik hayatının geçtiği kent mekânları sosyo-politik gelişmelere, zamanın ruhuna göre farklılıklar gösterebilmektedir. Kentin geçirdiği bu dönüşümün başat sebebi, kaçınılmaz olarak yaşanan sosyal, kültürel, ekonomik ve politik gelişmelerdir. Bu dönüşüm en bariz biçimde kamusal alanlarda izlenebilmektedir. (Akbalık, 2004:26)

Çalışmanın kentsel mekânı İstanbul’dur. İstanbul, bir yanda kentin iktisadi ve politik yapısını oluşturan kurumları, diğer yanda ise kültürel yapıyı yansıtan yapılarının bulunması sebebiyle Moda, Tatavla, Samatya ve Burgazada semtleri odağında değerlendirilmektedir. Semtlerin bu simgesel yapıları üzerinden, İstanbul’un toplumsal/kültürel çözümlemesi yapılarak; bu semtlerin İstanbul’un kültürel üretimine nasıl katkıda bulunduğu ve dönüştürdüğü ortaya konmaya çalışılmaktadır. Kentsel mekânın analizinde bu dört semtin seçilmesinin bir diğer sebebi, geçmişten kalma azınlık kültürü mirasının çok yoğun olması ve bununla beraber resmi ve gayrı resmi söylemlerde azınlık gruplarına en fazla gönderme yapılan semtler olmalarıdır. Kentsel mekânı bu semtler özelinde ele alırken, daha çok, azınlık gruplarının semt bazındaki var olma ve yok olma şekillerini, toplumsal ve kültürel bağlamda analiz edilmektedir. Bu nedenle, bu başlığın asıl amacını “birlikte yaşamak” üzerinden şekillenen çoğulcu bir kent kültürünün olup olmadığının sorgulanması oluşturmaktadır. Bu açıdan iki ana başlık üzerine yoğunlaşılmaktadır:

1. Bu semtlerdeki mekânın düzenlenmesi ve toplumsal görünürlüğe baktığımızda, azınlık gruplarının yeri nedir? Bu yerin kapsamı, boyutları ne düzeydedir?

2. Semtlerin kendine özgü gündelik hayatına baktığımızda, azınlıkların varlığı

nasıl dillendirilmektedir?

Geçmiş yıllarda İstanbul’un toplumsal ve kültürel hafızasının bir bileşeni olan azınlık kültürünün günümüzdeki varlığı ortaya koymaya çalışılmaktadır. Bu noktada,

109

azınlık kültürünün en azından bir nirengi noktası olarak korunup, günümüzde aldığı iç göçlerle birlikte nüfusu gittikçe artan İstanbul için birleştirici bir rol oynayıp oynamadığı da değerlendirilmektedir.

Gündelik yaşamda kentsel mekânlar, sosyo-ekonomik, kültürel ve sembolik ilişkiler üzerinden var olmaktadır. Öyle ki gündelik yaşam pratikleri, sadece kentsel hayatı biçimlendirmekle kalmamakta, kentliyi kenti değiştirme sürecine katarak, politik bir alan oluşturmaktadır (Akış, 2002;77). Kentsel niteliğin belirleyicisi, farklılıkların etkileşime açık olarak bir araya gelmesidir. Çok çeşitli sosyo-kültürel katmanları, etnik ve dinsel kökenleri bir araya getirmek kentlere özgüdür. Bu özgün yapılanmayı nasıl bir toplumun oluşturduğu ise önemlidir. Kentsel mekân, gündelik yaşam içinde iktidar ilişkileriyle uzlaşarak, değiştirerek ve dönüştürerek kendine özgü bir birarada yaşama stratejileri geliştirmektedir. Bu bağlamda örneğin kentsel mekânda üretilen kültürel ortama bakıldığında, çok çeşitli etnik köken, dil, din ve ekonomik yapıyı temsil eden yapıların mevcut olduğu görülecektir. Bu yapılar birbirinden soyutlanmış değil, birbiriyle bütünleşmiş ve o kente özgü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kentsel mekânı anlamlandırmaya çalışırken, burada var olan her şeyin ve dahil olan herkesin bu sürecin bir ögesi olduğunu unutmamak gerekmektedir. Kentsel alanda tüm bireyler hem kendi kimliklerini ortaya koymakta hem de diğer kimliklerle etkileşime girmektedir. Bu etkileşim içinde de değişebilmekte ve dönüşebilmektedir. Bu nedenle kentsel mekânın karmaşık ve bütünsel yapısının, heterojenliğinin dinamik bir yapıya sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Görüşmecilerden Bayan S.K. (Tatavla, Ermeni, 23) kent içinde kimliğini saklamadan varolmanın zorluğuna değinmekte, bu durumun günümüzde daha iyi bir seviyede olduğunu vurgulamaktadır:

“İstanbul’da son yedi-sekiz yıldır kendi adıma kimliğimi saklamadan yaşayabiliyorum. Önceden de yaşayabilirdim tabii ki. Bunu gizleyecek pek hadise yaşamadım fakat asla unutmadığım bir olayı sizle paylaşmak isterim. 8-9 yaşlarımda yine bir bayram günümüzde sabah erkenden güzelce giyinip Feriköy’de bulunan kilisemize gitmiştik ailecek. Boynumda vaftiz döneminde hediye edilmiş haçım vardı. Eve dönüş yolunda bir adam tam kilisenin üst sokağında boynumdan zinciri çekip koparmıştı. Hırsızlık anlamında değildi, bundan eminim çünkü haçı koparıp yere atmıştı. Böyle şeyler yaşayıp, duyduktan sonra haliyle biraz

110

çekingenliğim olmuştu. Fakat zamanla bunun kendim için yanlış olduğunu anlayıp korkmadan özgürce yaşamaya başladım. Şu ana kadar bu gibi başka bir olay yaşamadım. Saygı gösterildiği sürece Tatavla’da tepki verecek kişilerin olmadığını, varsa bile artık genel tutumdan çekinip yeltenmediklerini düşünüyorum.”

Michel de Certeau, kentin bireysel mücadele ve kendi varoluşunu gerçekleştirme alanı olduğunu öne sürerek, kentin iktidar nosyonuna vurgu yapmaktadır. Merkezi otorite ile yakından ilişkili olan iktidar unsurları “stratejik” düzenlemelerde bulunmakta, kenti biçimlendirmeye çalışmaktadır. Bu “stratejik” düzenlemeler, kentsel mekân içinde sıradan bireyi biçimlendirmeye çalışmaktadır. Toplumsal yapının yücelttiği değerler, davranış kalıpları ve tutumlar bu düzenlemeleri temellendiren unsurlardır. Certeau, bu unsurlar ve sıradan birey arasındaki mücadele alanına vurgu yapmakta, “sıradan bireyin kentsel stratejilere karşı geliştirdiği “taktikler”e dikkat çekmektedir. Bu taktikler, karar verme mekânizması düzenlemelerinin tektipleştirici yapısına karşılık ortaya çıkmaktadır. Certeau, gündelik hayat içerisinde sıradan bireyin, hemen göze çarpmasa da aslında açıkça ortaya çıkmayan bir tektipleştirmeye karşı koyduğunu düşünmektedir. Bu taktikleri yürüme eyleminden yola çıkarak değerlendirmektedir;

“...Yürüyen kimse bu olasılık ve yasaklamaların yerini değiştirir ve bunlardan yola çıkarak başkalarını icat eder. Çünkü kestirme yollar, yürüyüşün türevleri ya da doğaçlamaları olarak, uzamın ögelerini ayrıcalıklı kılar, dönüştürür ya da bir köşeye bırakır.... Ve her ne kadar bir taraftan mevcut düzenin belirlediği (sadece buradan gider ama şuradan gidemez) olasılıklardan sadece bir kaçını etkin kılsa da öte taraftan olasılıkların (örneğin kestirme yollar ve öngörülmeyen dönüşler yaratarak) ve yasakların (örneğin meşru hatta zorunlu kabul edilen bazı yolları kendisine yasaklasa da) sayısını çoğaltır. Dolayısıyla yürüyen kişi seçen, seçim yapan kişidir.” (Certeau, 2009: 194)

Certeau’nun kentsel mekân kavramsallaştırmalarından yola çıkarak İstanbul’u değerlendirdiğimizde, bu kentin, coğrafi özelliklerinin yanı sıra kültür, gelenekler, yaşam tarzları gibi pek çok konuda diğer kentsel mekânlardan farklılaştığını, bu farklılığa dayanan kimliklere ev sahipliği yaptığını görürüz. İstanbul’un kent kimliği çok uzun bir süreçte oluşmuştur. Sahip olduğu mimari ve kültürel çeşitlilik kenti

111

biçimlendirmiştir. Kent içinde yaşayan insanların kent ile kurduğu ilişkiler ve ihtiyaçlar da kent kimliğini farklı boyutlarda etkilemektedir (Ujang, 2009: 156). Kent kimliğini şekillendiren diğer bir unsur, o kentte yaşayan bireylerin, birikimleri, deneyimleri, düşünceleri, davranışları, gelenekleri ve inançlarıdır (Es, 2007:49). Bu bağlamda kentin fiziki yerleşimine ek olarak, kent içinde yaşayan toplumların sosyo- kültürel yapısı kent kimliğini oluşturmaktadır. İstanbul gibi uzun tarihsel bir geçmişe sahip bir kentte farklı kültür ve kimlik katmanlarının üst üste birikmesiyle oluşmuş bir kent kimliği vardır. Kent kimliği kenti kullananların, kentte sahip oldukları değerler ve amaçlar kümesinden, kente yüklenen idealleştirmeden oluşmaktadır (Tekeli, 2011: 58). Görüşmecilerden Bayan E.M(Tatavla, Ermeni,55) kent kültürü ve ait olduğu azınlık grubu arasındaki ilişkiyi şöyle vurgulamaktadır:

“Tek cümleyle söylüyorum; İstanbul’a her şeyi kazandıran Ermeniler’dir. Biz burada olmasaydık Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Kuleli Askeri Lisesi, Selimiye Kışlası, Malta Köşkü, Beyazıt Kulesi ve daha pek çok sanat eseri düzeyindeki yapı olmayacaktı. Güllü Agop, Ara Güler, Mıgırdıç Margosyan, Onno Tunç, Garo Mafyan, Adile Naşit, Cem Karaca da bu ülkenin değerleridir ve İstanbul’un kültür hayatına katkıda bulunmuşlardır. Biz yoksak onlar da yok. Zeytinyağlı dolma ki bizimle özdeşleşmiştir çek bakalım onu İstanbul mutfak kültüründen. Yeri asla doldurulmaz. Bu yüzden söylüyorum ki her şeyi kazandırmışız.”

Bayan S.İ (Moda, Rum,60) ise kent kültürü ve ait olduğu azınlık grubu arasındaki ilişkiyi farklı bir bakış açısıyla değerlendirmektedir:

“Bütün ekalliyetin İstanbul’a katkısı var. Sadece bizim katkımız var demek yobazlık olur. Rum, Ermeni, Yahudi, Türk, levanten ve diğer grupların ortak kültürü İstanbul’un kent kültürünü oluşturmuştur. Ermeniler mimaride çok öne çıkmışlar, bu ayrı bir olay kanımca. Genel olarak söyleyebilirim ki herkesin katkısı var.”

Bayan M.Ş (Burgazada,Yahudi,51) ise, Yahudi kültürünün geçmiş dönemlerde kente katkıda bulunduğunu, şimdi ise belirleyiciliklerinin kalmadığını üzülerek ifade etmektedir:

112

“Bir zamanlar birçok konuda renk katmışız. Eskiden önemli, çok güçlü aileler yaşarmış İstanbul’da. Sıcak ilişkiler kurulurmuş, şimdiki gibi değilmiş hiçbir şey. Meslekler konusunda, aile bağları ve bayramların çeşitliliği ile İstanbul kültürüne, yaşam tarzına büyük katkılarda bulunmuşuz. Özlüyorum o yılları.”

Lewicka, kentsel mekânla aidiyet ve duygusal bağ kurulmasında, kentin ve o kentte yaşayan insanların geçmişini bilmenin önemli olduğunu ifade etmektedir( 2008:209).Kentin tarihinin bilinmesi, kentle doğrudan bir ilişki kurmayı kolaylaştırmakta ve kentin sahiplenilmesini kolaylaştırmaktadır. Güvenç’e göre kent kimliği geçmiş-gelecek bağlamında bir süreklilik olarak algılanmalıdır. Bu noktada kimlik-tarih etkileşimi önemli rol oynamaktadır (1991: 244). Güvenç, kent kimliğinin geçmişten geleceğe bir süreklilik olarak algılanması gerektiğini ifade ederek kimlik- tarih etkileşiminin önemini vurgulamaktadır. Pocock ve Hudson, kentin kimliğinin oluşması için, sahip olduğu görsel olanakların yetmeyeceğine, kentle güçlü bir duygusal ilişki kurmanın gerekli olduğunu ifade etmektedir (akt: Cheshmehzangi, 2014:799). Bu bağlamda kentin sahiplenilmesi ve aidiyet bağı oluşturabilmesi için kentin kimliğini tanımlama, tarihsel sürecinin bilincinde olma ve koruma önemlidir. Görüşmecilerden Bayan A.M(Moda, Ermeni) İstanbul’u sahiplenirken, kendisini ve toplumunu “kentin belleği” olarak ifade etmektedir:

“İstanbul’u var eden, seven, koruyan, geçmişini bilen tabii ki İstanbullu azınlıklar. Bütün Ermeni entelektüelleri İstanbul’dan yetişmiş. Biz bu kentin belleğiyiz. Bu yüzden önemli bir kültür başkenti. Anadolu’daki yoksulluktan, yokluktan dolayı gelişmemiş. Anadolu insanı gelişmeye de, yeniliği öğrenmeye de açık değil. Şansı çok yok onların. Bizim evde de bir laf vardır; “Köylüden şehirli olmaz.” Bu yeterince açık değil mi? Neyse, geçelim… Hem İstanbul bize çok şey katmış, hem biz İstanbul’a. Kültür tarihi için iç içe yaşamak çok önemli. Ama onu gönder, bunu dışla.... Buyurun tek tip, tek renk. Bir tek gri var, siyah var. Kültür etkileşiminden dolayı kentliyi biçimlendirmiş. Kısacası İstanbul siz fark etmeden sizi eğitir. Bir tek şartla; önyargılardan arınmış biçimde ona kulak verirsen.”

113

Görüşmecilerden Bayan M.S(Tatavla,Rum,46) ise Rum toplumunun kentle kurduğu ilişkiyi şöyle anlatmaktadır:

“Toplumda geçmişe özlem var. Bu sanırım İstanbul’da yaşayan her farklı azınlık topluluğunda var. “Eski İstanbul”u anlatmakla bitiremeyen bir neslin çocuklarıyız. Çok güzel bir şehirden bu noktaya gelmek sanırım onlar için çekilmez bir durum. Çünkü İstanbul’un gerçek tadını onlar çıkarmış; her mekânda anılar oluşturmuş, sırlarını keşfetmiş, efsanelerini dinlemiş bizimkiler. Yaşanmışlıklar, müzikler, partiler, gidilen restaurantlar, bayram şenlikleri, konserler, kilise merasimleri, eski paskalyalar, hep birlikte yumurta buyama partileri, noel hazırlıkları, alışverişler, giyim, gidilen sinemalar, insanların kibarlıkları, nezaket kuralları, Beyoğlu, Tarabya, Yeşilköy, tiyatrolar, Adalar, Ada sefaları, vapur sefaları, fayton gezileri, kır piknikleri…Yani anlatmakla bitmeyen onca anıyı, bizler duyarken bile etkileniyoruz. Onların yaşadığını düşündüğümüzde hak vermemek mümkün değil. Kaldı ki demin saydığım yerlerin adları, o yerlerdeki sokak adları vs. her şey Rumca’ydı. Düşünün artık Rum demek İstanbul demek aslında. Zamanında İstanbul’u terk etmek zorunda kalan Rumlar, vasiyet ediyor ki “Beni Büyükada toprağına gömün.”, “Beni İstanbul’a, Boğaziçi’ne gömün.”…Hiç olmadı başlarına bir parçacık İstanbul toprağı istiyorlar. İstanbul aşk bizim için, aşk! Bunu yaşamayan anlayamaz.”

Aidiyet kavramı, kentsel mekân bağlamında ele alındığında kişilerin kendilerini bir mekânın parçası olarak görmeleri, bu nedenle de kendilerini o mekân üzerinde söz sahibi ve sorumluluk sahibi olarak hissetmeleri durumunu ifade etmektedir. Bir mekâna bağlılık durumu, bireyi ait olunan yerin bir parçası haline getirmektedir(Sancar ve Severcan, 2010: 298) Bununla birlikte mekânsal anlamda aidiyet, her açıdan güvende olunan bir duruma gönderme yapmaktadır. Bireyler, kendilerine bildik, tanıdık gelen mekânlarda güvende olduklarını düşünmekte ve güven duygusu gerçekleştikten sonra aidiyet duygusunu geliştirmektedirler (Erniş, 2012: 144). Bu nedenle bir mekânla kurulan ilişkide önce güven duygusu, ardından aidiyet duygusu ortaya çıkmaktadır. Azınlık grupları açısından kentsel aidiyet, İstanbul’da kendilerine ait izlerin, yapıların, nesnelerin, kurumların kullanılmasıyla pekişmektedir. Azınlık gruplarının, kendi kültürlerini mekâna yansıtması, mekânla

114

aidiyet bağı kurması, mekândan beslenmesi aynı zamanda mekânla birlikte kimliklerinin ve varlıklarının da belirginleşmesi anlamına gelmektedir. Bu süreç mekânın “kendine mal edilmesi” durumu olarak da ifade edilmeye olanaklıdır. Bir mekânın “kendine mal edilmesi” ise üç ana ögenin etrafında şekillenmektedir: sahiplenme duygusu, korunan mekân ve yer aidiyeti (Ilgın ve Hacıhasanoğlu, 2006: 60). İstanbul’un kültürel ögeleri azınlık kimliğinin bir parçasıdır. Kentlerdeki kültürel ritüellerin o kentle özdeşleştiği bilinmektedir; örneğin İstanbul Rum toplumunun kültürüne ait olan Tatavla Karnavalı(Baklahorani, Apukurya) İstanbul ile anılmaktadır. Bu bağlamda denilebilir ki İstanbul’un mekânsal ve tarihsel olanakları azınlık gruplarının kültürünü etkilerken, azınlık gruplarının kültürü de kenti(İstanbul’u) biçimlendirmektedir. Görüşmecilerden Bayan M.S(Tatavla, Rum,46) kent ve kullanıcı arasındaki etkileşimi şöyle anlatmaktadır:

“Rum insanın gelenek ve görenekleri İstanbul hayatına yeme içmeyi, içki içme adabını, mezeyi, çikolatayı, lezzeti, müziği, dansı, eğlenmeyi, mimariyi, marangozluğu, ustalığı, kalfalığı, esnaflığı, çalışma disiplinini katmıştır.”

Bayan A.Ç(Samatya, Rum, 58)ise Rum toplumunun İstanbul’la olan ilişkisini “soyluluk” bağlamında değerlendirmekte; kentle mükemmel bir uyum içinde olduklarını ifade etmektedir:

“İstanbul kültürü eski zamanlarda çok şey ifade ederdi. Şimdi bitti. İstanbullu olmak hele de Boğaziçili olmak soyluluk ve zarafettir. Evde eşime dahi bunu gururla söylerim. Ben Arnavutköy’ün has yerlisiyim. Şimdi İstanbul’u Antakyalılar doldurdu. Rumca bilmiyor, Arapça biliyor. Çocuklara iki isim koyuyorlar; bir Arapça, bir Rumca. Ne anladım bu işten? İstanbul’un dilinden has İstanbullu Rum anlar. Gerisi hava cıva…Fakat şimdi İstanbul’da Rum kalmadı gibi bir şey. Mutfak kültürü başta olmak üzere İstanbullular eğlenmeyi, dans etmeyi, neşelenmeyi bizimle öğrenmişlerdir. Pasta ve meze çeşitlerini bizden görmüşlerdir. Nasıl kaliteli yaşanır, Rum insanı bilir ve öğretir. Hayattan nasıl zevk alınır, bizden öğrenilir. Bunlar yalansa söyleyin, itiraz edin.”

115

Diğer bir görüşmecimiz, Bayan L.T(Moda,Ermeni,51)ise doğma –büyüme İstanbullu olmanın sosyal hayat içerisindeki önemine vurgu yapmaktadır:

“Eee, bir havası var tabii bunun. Doğma büyüme İstanbullu’yum demek güzel değil mi? Bir kültürü ifade ediyor. İnsanlar sana ona göre davranıyor. Biz birbirimizi -yani karşımdakini İstanbul olarak düşünüyorum-olumlu etkilemişiz. Mimarlarımız çok ünlüdür. Çok yapıya imza atmışlar. Mesela İstanbul’a bir “Balyan Ailesi”daha gelmez. Meyhanecilerimiz var ünlü, tiyatro da başarılıyız. Bütün bunlar az şey mi? İstanbul da bizim toplumumuza adabı öğretmiş. Kendisini geliştiren geliştirmiş. Oturup kalkmasını öğrenmiş en başta.”

Bayan M.Ş(Burgazada, Yahudi, 51) ise Yahudi toplumunun kentle etkileşiminin sınırlı olduğunu ifade etmektedir:

“İstanbul’un sadece ‘küçük bir bölümü’ne güzellikler, farklı bir gelenek kültürü, birlik içinde olan bir aile örneği gibi güzel nitelikler kazandırmış olabilir bence. O küçük bölüm, Yahudi cemaatinin yaşadığı bölgelerde kardeşlik ve dostluk duyguları içinde yaşayan, Yahudi olmayan diğer İstanbullular. Kardeşçe yaşanan her ortamda farklılıkların bizleri zenginleştirdiğine gönülden inanıyorum. Ama kent içinde dolaşırken şunu asla unutmam; İstanbul’daki Yahudi cemaatinin bir bireyiysem, ona ait varolan bir takım kurallara da uymam gerekir. Ben bir kişi olarak bile azınlık kesim için önem taşıdığıma inanıyorum. Ben demek ailem, çocuklarım ve gelecek nesillerin de varlığı demek.”

Azınlık gruplarının kent dokusundaki belirgin yerini, kentsel kimliğin tanımlanmasında, irdelenmesinde yardımcı bir araç olan “işaret ögeleri(landmark)” üzerinden değerlendirmek mümkündür. İşaret öğeleri, referans oluşturan, kolay tanımlanabilen oluşumlardır (Lynch, 2001:189). İşaret ögelerinin en önemli karakteristiği, kendi bağlamı içerisinde kolayca hatırlanan birer öğe olmalarıdır (Lynch, 2011: 215). İşaret öğeleri aynı zamanda kentin tanımlanmasında, referans oluşturulmasında ve bireylerin daha sonra o yerleşmeyi hatırlamasında önemli rol oynamaktadır(Madran, 2001: 47). Görüşmecilerin kente dair hatırladığı işaret ögeleri kentle kurdukları ilişkinin bağlamını açığa çıkarmaktadır. Çünkü işaret ögeleri diğer

116

bir deyişle, azınlık gruplarında farklı bağlamlarda oluşan “bizim kentimiz” düşüncesinin kaynaklarının betimlenmesidir. İşaret ögeleri, azınlık gruplarının kente dair hatırlama sürecinin tetikleyicisi olarak görev yapmaktadır. Elbette İstanbul gibi bir kentin sayısız “işaret ögeleri”bulunmaktadır. Ancak bu çalışmanın bağlamı azınlık gruplarının deneyimlediği, anlamlandırdığı “işaret ögeleri” nin incelenmesidir. Bu açıdan kentin anlamlandırılması da azınlık gruplarının deneyimleri üzerinden yapılacaktır. Her bir görüşmeci kentsel pratiklerini anımsarken aynı zamanda yeniden deneyimlemektedir. Bellek politikaları ve belleğin kent ile ilişkisi üzerine çalışmaları ile bilinen Huyssen’in de ifade ettiği gibi, anımsamanın zamansal bağlamı her zaman şimdiye dairdir:

“Anımsamanın tarzı, ele geçirmeden çok bir arayıştır. Her anımsama kopmaz biçimde geçmiş bir olaya ya da deneyime bağlı olsa bile, herhangi bir anımsama ediminin zamansal statüsü hep şimdidir, naif bir epistemolojinin öne süreceği gibi geçmişin kendisi değil. Belleği oluşturan, geçmiş ile şimdi arasındaki bu çok ince yarıktır: Bu yarık, belleği güçlü bir biçimde canlı kılar, onu arşivden ya da başka herhangi bir depolama ve yeniden çağırma sisteminden ayırt eder.” (Huyssen, 1999: 13)

Psikoloji çalışmalarıyla bilinen filozof Edward Casey de anımsamayı bir süreç olarak ele almakta, bu sürecin başka bir deneyime dönüştüğünü ifade etmektedir. Casey bu noktada durumu daha iyi saptayabilmek için de Jacques Lacan’ın “hatırlama her zaman şimdidir ” ifadesine atıfta bulunmaktadır(Casey,2000:22). Gerçekten her iki düşünürün de belirttiği gibi, yaşanan geçmiş bir deneyimin anımsanması yeni ve başka bir deneyimdir. Görüşmecilerin hepsi için, “kentli” olmak kentin geçmişine dair bir bilinç geliştirmekle aynı anlamdadır. Özellikle İstanbul Rum toplumuna mensup görüşmeciler, İstanbul’u, diğer kentlere kıyasla kendi kültürel kimliklerini devam ettiren bir güvence olarak görmektedir. Rumlar kadar Ermeni ve Yahudi