�
Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çe
lişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık oldu
ğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi
(Astoria)
ahalisine ayrıla n pay fabrikalarda çalışa n işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlaya
cak ora nda bile pay alamıyorlardı. Astoria1 da ise durum çok farklıy
dı. Astoria' da öbeklenen ve Smolni' de çalışmalarını yürüten Komü
nist Parti üyeleri, Petrograd'ın en iyi imka nları na sahiplerdi. Kaldı ki ticaret henüz tam anlamıyla ele geçirilememişti. Pazarlar kar edi
yor ancak kimse bu alım gücünün kaynağı nı açıklamaya yetenekli ya da istekli görünmüyordu. İşçiler 2000
ruble
verip katı yağ satın alıyor olamazdı. Ne de 3000rubleye
şeker, 1000ruble
ye et! Bu eşitsizlik, Astoria mutfağında iyice su yüzüne çıkıyordu. Sık sık mut
fağa uğruyor ve her seferinde yemek hazırl ığının bir tür hengame
ye dönüştüğüne tanık oluyordum: Fırının önünde küçücük bir yer kapabilmek için itişip kakışan, ortala rında duran tencereden biraz daha fazla yemek alabilmek için birbirlerine aç gözlerle bakan vahşi kadınla rın içlerinden birisi yan ındakinin önünden bir parçacık et a rakladığında kopan kızılca kıyametler! Yine de bu acınası tablonun iyi bir yanı vardı. Bu, Astoria' da çalışan kadınların içerlemeleriydi.
Yoldaş
diyerek seslenilmelerine karşın, onla r hizmetçiydiler ve söz konusu eşitsizliği olanca şiddetiyle yaşıyorla rdı: Devrim, onla r için yıllar sonra gerçekleşecek bir teori değildi. Devrim yaşanıyordu.Bunu bir gün ben de a nlayacaktım.
Paylar komiserlikte d ağıtılıyordu; ancak elbette bu görevi yerine getirmekle yükümlü birileri de vardı. Bir gün, uzun kuyrukta sıra
mın gelmesini beklerken, bir köylü kızı geldi ve sirke istedi. Birkaç kadı n,
"Sirke mi? Kim
bu be
yzade" diye hiddetle gürleyiverdi. Bu gelen kız, Zinovyev,in h izmetçisiydi ve çok çalıştığını, dolayısıyla, fazladan bir şeyleri hak ettiğini düşündüğü Zinovyev' den"Efendim"
d iye söz ediyordu ki ortalık bir anda savaş alanına döndü.
"Efendi ha! Biz devrimi bunun için mi yaptık; yoksa Devrimi yapan efendiler miydi? Zinovyev artık bizden biri değil ve bir daha da asla olmayacak."
Bu işçi kadınlar, acımasız hatta yaban olmalarına karşın, adalet konusunda çok hassaslardı. Devrim, yaşamlarının başat öğesiyd i ve her yeni adımda bu kötücül eşitsizliğe maruz kalıyorlardı. Bu du
rum beni çok rahatsız etmişti. Kendimi Zinovyev ve diğer komünist önderlerin ellerindeki gücü kendi çıkarlarına kullanamayacaklarına şartlamıştım adeta. Kıtlığın yanı sıra etkin örgütlenmeden yoksun bir dönemden geçiliyordu ve herkesin böyle yemeklere sah ip olması elbette imk�nsızdı; şüphesiz ki bunu n sorumlusu Bolşevikler değil, sabotajcılardı. Rusya,nın ümüğünü sıkan düşman müdahalecilerin
d i tüm suç.
Görüştüğüm tüm komünistler, hatta kimi Anarşistler dahi, bu görüşün ateşli savunucularıydı. Sovyet Hükümeti karşıtı küçük gruplar pek de inandırıcı gelmiyordu. Peki ya her geçen gün yeni bir tanesini dinlediğim düzenli terörizm, a mansız zulüm ve diğer
pek çok devrimci şiddet öyküsüne ne demeliydi?
Beni şaşkına çeviren bir d iğer olay ise pazarların et, balık, sabun ve hatta ayakkabıdan geçilmiyor oluşuydu. Bütün bunlar pazarlara nası l sokuluyordu? Daha da önemlisi, nasıl oluyordu da bunlar alı
c ı buluyordu. Herkes kendine bu soruyu soruyor a ncak kimse bir yan ıt bulamıyordu. Bir gün, bir saatçi dükkanındayken, içeri bir asker girdi. Yidiş aksanıyla, Sibirya, dan henüz geldiğini ve elinde bir m iktar çay olduğunu belirtti. Saatçi 50 pounda çayı derhal satı n
alabilirdi. Alışveriş oracıkta gerçekleşiverdi -ayrıcalıklı küçük bir azınlık d ışında kimse bu lükse sahip değildi. Asker çıkar çıkmaz dükkan sahibine dönüp,
böyle yasadışı bir işi ulu orta yapmak biraz riskli değil mi,
diye sordum.Onu şikayet edebileceğimden korkmuyor muydu? "Önemi yok"
diye yanıtladı adam ilgisizce,"Çeka'nın her şeyden haberi var. Benden de askerden de payını alıyor!"
Canavarın sadece dışarıda değil, Rusya'nın içinde de kol gezdiği konusunda şüphelerim artmıştı. Neden sonra her yerde rüşvet alan askerler ve dedektifler görmeye başladım. Bu evrensel bir hastalıktı ve üç yıl boyunca kıtlığın hüküm sürdüğü Rusya' da insanların rüş
vet almaya hatta h ırsızlığa başvurmaları kaçınılmazdı. Bolşevikler bu sorunu
demir yumrukla
çözmeye çabalıyordu. Ama bu insanları kim, nasıl suçlayabilirdi ki? Daha fazla sessiz kalamazdım! Beni tüm bu kaygı verici düşüncelerimden çekip çıkaracak bir ele ihtiya
cım vardı. Maksim Gorki'ye mektup yazmaya karar verdim. O, bana yardım edebilirdi. Mektubumda, daha çok Amerika seyahatinde yaşadığı hayal kırıklıklarına dikkat çektim. Amerika'ya demokrasi ve özgürlük bulma ümidiyle gelmiş, tutucu ve hiç de konuksever sa
yılamayacak tutumlarla karşılaşmıştı. Benzer deneyimlerimiz saye
sinde, Gorkrnin içine düştüğüm girdabı anlayacağından emindim.
Ama bakalım, benimle görüşmek isteyecek miydi? İki gün sonra, beni görüşmeye çağıran kısa notunu aldım.
Yıllardır hayrandım Gorki'ye. Ta·m da benim inandığım ta rz
da bir yaşam sürüyordu: Yaratıcı bir sanatçı asla bastırılamazdı.
Gorki! Tüm insanlığın oğlu; alt tabakadan gelen, kalemi ve derin insani duyarlıl ığıyla sosyal itilmişliğimizi dahiyane bir şekilde çi
zen o yaşlı kurt! Yıllarca Amerika,yı turlamış, Amerikan halkına Gorkryi anlatmış, kendisinin ve eserlerinin büyüklüğünü, güzelli
ğini ve hepsinden öte, insaniliğini açıklamaya çabalamıştım. Şimdi onunla görüşecek ve bu sayede Rusya' daki karmaşıklık hakkında bilgi edinebilecektim.
Evin ana kapısı sürgülüydü ve içeri girmenin yolu yoktu. Oradan geçen bir kadı n paslı merdiveni gösterdiğinde ise geri dönmek
üze-reydim. Merdivenleri çıkıp gördüğüm ilk kapıyı çaldım. Kapının açılmasıyla mutfaktan yükselen aşırı sıcak bir ışık ve buhar tufanı
nın yüzümü yalaması bir oldu. Geniş bir yemek odasına alındım.
Duvarlardaki geniş Hollanda çinilerinden yayılan huzur dahi oda
nın kasvetli havasını solumamı engelleyememişti. Mutfakta gördü
ğüm üç kadından biri de benimle birl ikte masaya oturmuştu. Kitap okuyor gibi görünerek sürekli beni izliyordu. Yarım saat böyle geç
ti.
Daha sonra Gorki geldi. İnce, uzun bedeni ve bitmek bilmeyen öksürük nöbetleri ne kadar hasta ve bitkin olduğunu ele veriyor
du. Beni yarı karanlık, bunaltıcı b ir etkiye sahip çalışma odasına götürdü. Koltukla rımıza henüz oturmuştuk ki kapı açıldı ve daha önce görmediğim bir kadın, elinde bir bardak su ve ilaçla içeri girdi.
Bunu bir telefon görüşmesi izledi ve birkaç dakika sonra da Gorki odadan çağrıldı. Konuşma fırsatı bulamayacağımızı fark etmiş
tim. Döndüğünde, hayal kırıklığımı yüzümden okumuş olmalı ki sohbetimizi daha az rahatsız edileceği bir başka zamana erteleme kararı aldık. Beni kapıya kadar geçird i ve çıkarken