• Sonuç bulunamadı

bus dolu günlerdi ve geceler hala kabus dolu." O halde, Rusya'nın özgürlüğü için korkusuzca ölüme giden onca insanın hayali henüz

Belgede 12.RA>IKARS 1 YAYINLARI (sayfa 95-104)

gerçeklememişti. Dünyada bir değişiklik var mıydı? Ya da bütün bunlar insanın insana sonsuz zulmünün bir tekrarı mıydı?

Mahkumların dar geçit boyunca tek sıra halinde ve ölüm sessiz­

l iğinde yürüyerek her gün yarım saatliğine çıkartıldıkları havalan­

dırmaya va rmıştık. Surlarda, her an tetiği çekmeye hazır muhafız­

lar, en u fak bir itaatsizlik bekleyerek onları süzerdi. Ve Romanbvlar bütün bunları Kışlık Saray'ın pencerelerinden izler, düşmanlarının bir daha asla kendilerine tehdit oluşturamayacağını düşünerek tat­

min olurlardı. Ancak, Petropavlovsk bile çarla rı zamanı n ve devri­

min elinden kurtaramamıştı. Aslında, bir şeyler değişiyordu; ağır ve sancılı b ir süreçte de olsa, değişim vardı.

Havalandırmada Angelica Balabanov ve İtalyan Heyeti ile ka r­

şılaştık. Hep beraber bu büyük cezaevini gezmeye devam ettik. H iç

kimse gördüklerinin etkisini üzerinden atamamıştı; herkes kendi düşüncelerine gömülmüştü. Acaba Angelica da duvardaki yazı­

yı görmüş müydü?

"Bu gece öldürüleceğim; ç ünkü ben, bilgili

biri-. I"

yım.

Birkaç gün sonra, bir gezi de Çarizm'in politik düşmanları için çok daha dehşet bir yer olan

Schlüsselburg'a

düzenledik. En az ruh halimiz kadar serin, kurşuni bir gün, enfes Neva Nehri 'nde b otla yapılan bir iki saatlik yolculuğun ardından

Schlüsselburg'a

vardık.

Zindanlar çok sıkı korunuyordu; ancak, Müzemiz derhal giriş iz­

nimizi çıkarmıştı.

Schlüsselbu rg,

açık denizde yüksek bir kayaya oturtulmuş bir taş yığınıydı. Onyıllarca, sadece mahkeme entrika­

larına kurba n gidenlerin ve kraliyete karşı suç işleyenlerin hapse­

dildiği bu aşılmaz duvarların ardı, sonraları Çarist rejimin politik düşmanlarının Golgota'sı1 olmuştu.

Ailemle birlikte Petersburg'a taşındığımızda,

Schlüssel­

b urg

hakkında birkaç şey duymuş olmama karşın,

Peter ve Paul Zi

nd

anları'

nın aksine, buraya karşı kişisel bir tepkim hiç olma mış­

tı.

Schlüsselburg'u

benim için bir ev kadar a nlamlı kılan şey, Rus devrimci edebiyatı olmuştu. Özellikle de

Volkenstein'ın

öyküsü ve öykünün iki a na karakterinden biri olan kadının bu dehşetli yerde geçirdiği uzun yıllar, bende çok derin izler bırakmıştı. Yine de oku­

duğum hiçbir eser bu taş yığınını aşıp yasak geçitlerde ilerlerken hissettiğim gerçeklikten ve vahşetten daha iyi resmedilmiş olamaz­

dı.

Peter ve Pa ul Zindanları

üzerindeki gözle görülür etkisinin aksi­

ne, devrim burayla hiç ilgilenmemişti. Cezaevine el sürülmemişti;

tüm ürkütücülüğüyle, yeni rejimin kullanımına hazır halde bekli­

yordu. Ancak, artık

Schlüsselburg

yoktu. Proletaryanın gazabı, bu ölü evini toprağa gömmüştü.

İ nsan aklı, ne kadar acımasız ve gaddardı ki bir

Schlüsselburg

yaratabiilmiştH Doğrusu, hiçbir vahşi, bu heybetli surlarla gizlenen şeytani ruhun suçlusu olamazdı. Hücreler çanta gibiydi; kapı yok, pencere yok; sadece kurbanları bu canlı mezarlarında aşağılamak

1 Golgota: İsa'nın çarmıha gerildiği yer. Ç.N.

a macıyla kullanıla n küçücük gözler vardı. Diğer hücreler, insanın aklını kaçırtan, kalbini parçalayan taş kafeslerdi. Yine de bu iğrenç yere yirmi yılı aşkın süre katlanabilmiş kadınlar ve erkekler olmuş­

tu. Nasıl bir metanet, nasıl bir dayanıklılık, nasıl bir yüce inanç onları ayakta tutabiilmiş, inatla yaşama bağlayabilmişti? Burası,

Neçaev' in, Lopatin'in, Morosov'u n, Volkenstein'ın, Figner'ın

ve daha pek çoklarının işkence dolu yaşamlarının geçtiği yerdi. Burası,

Ulianov'un, Mişkin'in, Kalayev'in, Balmasçev'in

ve d iğer pek çok insanın gömüldüğü bir toplu mezardı. Oysa şimdi bu insanların kara tabletlere yazılı adları sonsuza dek susturulmuş seslerinden daha gür bir şekilde haykırılıyor ve

Schlüsselburg'un

taşlarına çar­

pan gür dalgalar dahi bu karşı sesi dindiremiyor.

Petropavlovsk

ve

Schlüsselbu rg,

insanoğlunun kendi yarattığı F

ranke

nş

ta

y

n

lardan kaçma ümidinin ne kadar da boş bir ümit ol­

duğunu gösteren somut kanıtlar ola rak oracıkta duruyorlar.

S EN D İ K A L A R

Haziran ayı gelmiş çatmıştı; artık yolculuğumuza sayılı günler kalmıştı. Petrograd, gözüme hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu.

Beyaz geceler başlamıştı; gün ışığının saçtığı aydınlığı aratmayan o gizemli ve berrak geceleri Petrograd'ın. Etrafta karşı-devrimci teh­

dit söylentileri yayılmış, kent olası saldırılara karşı sıkı bir koruma ağıyla örülmüştü. Sıkıyönetim sürüyordu. Her taraf apaydınlık ol­

masına karşın, geceleri saat birden sonra dışarı çıkmak yasaktı. A ra sıra da olsa, arkadaşlar a racılıyla özel izin alabiliyor, ıssız sokak­

larda ya da Neva kıyı şeridi boyunca yürüyüşler yapıyor, mevcut karışıklığa ilişkin yayılan söylentiler üzerine konuşuyorduk. B en bu bulanık tabloda göze çarpan kimi öğeler bulma peşindeydim;

Rus Devrimi, tüm dünyayı aydınlatan büyük ateş topu; bastırılmış­

lık ve reddedilmişlik çağlarının karanlık ufuklarını ışıtan güneş;

devrim, yeni u mut, büyük uyanış; ve bütün bunların orta yerinde duran ben bu büyük vaatlerin, gelişmelerin hiçbirini göremiyor­

dum. Devrimin anlamını ve doğasını yanlış mı anlamıştım? Belki de geçen beş ay süresince gördüğüm yanlışlıklar ve kötülükler dev­

rimin ayrılmaz parçalarıydı. Yoksa Bolşeviklerin ya rattığı politik makine miydi devrimin kafasını ezen? Şayet son söylediğimin do­

ğuşuna tanık olmuşsam, şu anda onu kolaylıkla yargılıyor olmam gerekirdi? Ama hep aynı sona varıyordum: Bir insanın varabileceği en acıklı sona. Her şey öylesine karışık ve aşılmaz görünüyordu ki hep aynı çıkmaz sokakta, Rusların deyimiyle, tupikte buluyordum kendimi. Yal nızca zaman, içten çalışma ve hoşgörülü bir yaklaşım

beni bu girdaptan kurtarabilirdi. Bu arada, cesaretimi asla yitirme­

meliydim; Petrograd, dan uzaklaşmalı ve insanlarla yakın ilişkiler kurmaktan kaçınmalıydım.

Nihayet uzun süredir beklediğimiz an gelmişti. 30 Haziran, 1920,de, vagonumuz,

"Maksim Gorki "

adlı trene bağlandı ve Ni­

kolayevski lstasyonu'ndan Moskova,ya doğru ağır ağır yola koyul­

duk.

Moskova' da yerine geti rmemiz gereken pek çok formalite var­

dı. Birkaç günümüzü alacağını düşündüğümüz bu işlemler ta m iki haftamıza mal olmuştu. Neyse ki zorunlu ikametimiz ilgi çekici ge­

lişmelere sahne olmuştu. Üçüncü Enternasyonal'in İ kinci Kongresi için çok sayıda delege kente gelmişti; dünya nın dört bir yanındaki işçiler, yoldaşlarını bu vaatler karasına, devrimci Rusya'ya, yani, ilk işçi cumhuriyetine göndermişlerdi. Delegeler arasında, Bolşevikle­

ri devrimin sembolü olarak gören anarşistler ve sendikalistler de vardı. (Altı ay öncesine kadar ben de onlarla aynı düşüncedeydim.) Moskova' dan gelen daveti büyük bir sevinçle kabul etmişlerdi. Ba­

zılarıyla Petrograd'da görüşme şansım olmuştu ve şimdi bütün bu insanla r benden deneyim ve düşüncelerimi duymak istiyorlardı.

Ancak, onlara ne söyleyebilirdim ki? Ya da söylediklerime inanırlar mıyd ı? Rusya'ya gelmezden önce, ben kendim yapılan eleştirilerin hangisine inanmıştım ki? Dahası, Bolşeviklere yönelik düşüncele­

rim halen tam anlamıyla şekillenmemiş, karmaka rışık bir tepki­

meler yığınından ibaretti. Eski değerlerim yara alabilirqi; üstelik şu a na dek bunların yerine yenilerini koyamamıştım. Dolayısıyla, temel meseleler hakkında yorum yapmayıp arkada�larıma yalnızca Moskova ve Petrograd cezaevlerinin anarşistler ve diğer devrim­

cilerle dolup taştığı bilgisini vermekle yetindim. Ayrıca, onlara araştırmalarını resmi rehberlerden bağımsız olarak yürütmelerini önerdim; etrafların ın sayısız rehber ve yorumcu tarafından kuşatı­

lacağı ve bunların çoğunun Çeka'nın adamları olacağı konusunda uyarmayı da ihmal etmedim. Çünkü kararlı ve bağımsız bir çaba sarf etmeksizin, doğru veriler elde etmeleri imkansızd ı.

O sıralar Moskova, da gözle görülür bir telaş yaşanıyordu. Mat­

baacılar Sendikası bastırılmış, idari kadrosunun tamamı tutuk­

lanmıştı. Bunun üzerine, Sendika da İ ngiliz İşçi Heyeti üyelerinin de davet edildiği bir halk mitingi düzenlemişti. Mitingin beklen­

medik bir katılımcısı daha vardı: Ünlü Sosyalist Devri mci

Çernov.

Çernov,u n Bolşevik rejime yönelik ağır eleştirileri işçilerin ezici çoğur

l uğu

tara fından büyük bir coşkuyla alkışlanmıştı. Konuşma­

sının ardından da, geldiği gibi, bir anda gözlerden kaybolmuştu.

Menşevik

Dan,

aynı başarıyı tekrarlayamamıştı. O da söz hakkı almış, ancak, sonrasında kaçmayı başaramamıştı: Çeka tarafın­

dan yakalanmıştı. Ertesi sabah, Moskova gazeteleri

Pravda

ve Iz­

vestia,

Matbaacılar Sendikası hareketini karşı- devrimci ilan etti;

Çernov,un konuşma yapmasına izin verilmesini ise şiddetle kına­

dı. Gazeteler, Sovyet Hükümeti,ne meydan okuma cüreti gösteren matbaacılara emsallerine örnek teşkil edecek cezalar verilmesini istiyordu.

Oldukça aktif bir örgüt ola n Fırıncılar Sendikası da baskılardan payı na düşeni almıştı. Sendikanın idaresi komünistlere devredil­

mişti. Aylar öncesinde, martta fırıncıların bir kongresine katılmış­

tım. Bolşevik rejimi eleştirmekten hiç çekinmeyen, işçilerin haklı taleplerini dile getirmekte kararlı davranan delegeler beni oldukça etkilemişti. Bu idari değişikliğin ardından, komünistlerden sözünü asla esirgemeyen bu cesur insanların bir daha konferanslara katıl­

malarına izin verilip verilmeyeceğini merakla bekliyordum. Bana fırıncıların

(CShkurniki "

[kavgacı] oldukları söylenmişti.

"Onlar sürekli grev kışkırtıcılığı yaparlar; bir işçi cumhuriyetinde ise grevi sadece karşı-devrimciler ister. "

Ancak, ben işçilerin bu türden bir ma ntık yürüttüklerine inanmıyordum. Evet, greve gittiler. Üstelik bununla da kalmayıp daha da adi bir suç işlediler: Komünist adaya

oy vermeyi reddederek kendi a ralarından birini seçme cüretini gös­

terdiler. Fırıncıların bu eylemini birçok aktif üyenin tutuklanması izledi. Doğald ı ki, işçiler hükümetin keyfi yöntemlerine oldukça içerlemişti.

Daha sonra, bu fırıncıla rdan bazılarıyla görüşme fırsatım oldu;

Komünist Parti'ye ve hükümete ka rşı kinleri daha da artmıştı. Yan­

larına Rus sendikaların ne denli güçlü oldukları ve ülkenin endüs­

triyel yaşamının denetimini pratikte ellerinde tuttukları bilgisi ile geldiğimi belirterek fırıncılara sendikaların ın mevcut duru munu sordu m. Gülerek,

"Sendikalar, Hükümet yalakalarıdır"

dediler,

" hiçbir bağımsız işleve sahip değiller ve işçilerin en ufak bir söz hakkı yok. Sendikalar, h ükümetin hafiyeliğini yapıyor sadece."

Moskova'yı ilk ziyaretimde görüştüğüm Moskova Sovyet Sendikala rı genel baş­

kanı

Melrıiçanski

tama men farklı bir tablo çizm işti oysa.

O dönem, Melniçanski bana Konfederasyon merkezi olarak bi­

linen

Dom Soyusov'u

gezdirmiş ve örgüt çalışmalarının nasıl yü­

rütüldüğünü anlatmıştı. Konfederasyona üye işçi sayısının yedi milyonu bulduğundan ve tüm sendika ve iş kollarının da bu kon­

federasyona bağlı olduğundan söz etmişti. Endüstri kollarını oluş­

tura n işçiler, aynı zamanda onların sahibiyd iler.

"Şu arıda gezmekte olduğun bina da sendikaların kendi malı"

demişti büyük bir gu­

rurla,

"ki eskiden asilzadelerin eviydi."

İçinde bulunduğumuz oda, bir dönemin neşeli toplantılarına ev sahipliği ediyormuş ve büyük asilzadeler ortada duran masanın etrafına dizilmiş armalı sandal­

yelerde oturuyorlarmış. Melniçanski bana asilzadelerin herhangi bi r tehlike anında kaçmalarını sağlayan küçük döner bir masa ile gizlenmiş yeraltı geçid ini de göstermişti. Bir gün işçilerin özenle i nşa edilmiş mermer sütunlarla süslü bu odada topla nacaklarını, bu masa etrafında oturacaklarını hayal dahi edemezlerdi. Eğitsel ve kültürel çalışmaların da sendikalar tarafından yürütüldüğü nü belirterek sözlerine devam eden başkan, tabii ki üst mercileri n yol göstericiliğini de atlamamıştı.

"Çeşitli konularda kursların ve derslerin verildiği işçi okullarına ve diğer kültürel kurumlara sahibiz. Bütü n bu nlar da yine işçilerin ken­

di sorumluluğunda. Sendikalar kendi eğlen celeri11 i kendileri düzenli­

yorlar ve biz de tüm bunlara davet ediliyoruz. »

Anlattıklarından çıkan sonuç açıktı: Rusya, işçi örgütlenmesi anlam ında, Avrupa ve A merika'nın çok ilerisi ndeydi.

Benzer pek çok şeyi, ilk Moskova yolculuğum sırasında tanış­

tığım Petrograd Sovyet Sendikaları genel başkanı Zipperoviç'ten de dinlemiştim. O da bana Petrograd sendikalarının bürolarının da yer aldığı güzel ve ihtişamlı Petrograd İşçi Binası'nı gezdirmişti.

Kaldı ki onu n i fadeleri Rusya işçilerinin nihayet kendilerine geldik­

lerini de göstermişti.

Ne var ki ben a rtık madalyonun öteki yüzünü de görmeye başla­

mıştım. Rusya'daki diğer pek çok şey gibi, sendikaların da iki yüzü vardı: Biri yabancı konuklara ve

"gözlemcilere"

dönüktü bu yüzle­

rin; diğeri ise kitlelere. Fırıncılar ve matbaacıların şu son dönemde başlarına gelenler öteki yüzü bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne sermişti. Sosyalist Cumhuriyet'teki sendikaların kazanımlarına il işkin iyi bir ders olmuştu bu.

Mart ayı nda, Moskova'nın büyük fabrikalarından birinin işçi­

leri tarafından tertiplenen bir seçime izleyici olarak katılmıştım.

Karşımda, Rusya'da o ana dek gördüğüm en ateşli kitlelerden biri duruyordu. Kendilerine uygulanan baskı ve zulümlerin tüm izle­

rini yüzlerinde taşıyan kadın ve erkek işçiler loş bir ışıkla aydınla­

tılmış fabrika toplantı salonunu hınca hınç doldurmuşla rdı. Bütün bu gördüklerim beni derinden yaralamıştı. Bir anarşisti kendilerine temsilci olarak seçmişlerdi; ancak, Sovyet otorite bu seçilmiş kişi­

nin vekaleti ni kabul etmemişti. Bu, işçilerin Moskova Sovyeti'ne gönderecekleri delegeyi yeniden seçmek üzere toplandıkları üçün­

cü seçi mdi. İki kez seçil miş olmasına ka rşın, Sovyet otorite ta rafın­

dan kabul edilmeyen anarşist adayın rakibi, Sağlık Komiserliği'nin başı, Komünist Semasçko'ydu. Bilgili ve kültürlü birini bulacağımı ummuştum; ancak, komiserin kulla ndığı dil ve sergilediği tavır, tam anlamıyla, utanç vericiydi. Komünist olmayan birini seçmiş ola n işçiler karşısında esip gürlemiş, onları Çeka ve paylarında ya­

pılacak kesinti ile tehdit etmişti. Ancak, bunun dinleyicileri üze­

rinde onları ka rşısına almak ve temsil ettiği Partiye duydukları

nefreti artırmak dışında bir etkisi olmamıştı. Yine de nihai za fer Semasçko'nun olmuştu; işçilerin seçtiği anarşiste iftira atılmış ve daha sonra da bu masum işçi tutuklanıp cezaevine konmuştu. Bü­

tün bunlar mart ayında olmuştu. Mayıs ayında, yani İngil iz İşçi Heyeti'nin ziyaretlerini sürdürdüğü dönemde, bu aday cezaevin­

deki diğer politik mahkumlarla birlikte açlık grevine başladığını açıklad ı; bunun sonucunda da hepsi serbest bırakıldı.

Fırıncılardan d inlediğim seçim deneyimleriyse bana bizim Vahşi Batının ilk günlerini anı msatmıştı. Elleri silahlı Çekacıları n sendika toplantılarına katılmaları adettendi ve bu, komünist adayı seçmezlerse işçilerin başına neler gelebileceğini açıkça gösteriyor­

du. A ncak, güçlü ve ka rarlı bir örgüt olan Fırıncılar Sendikası bu sindirme politikasına pabuç bırakmamıştı. Kendi seçtikleri aday kabul edilene değin, Moskova' da tek bir ekmek üretilmeyeceğini açıkla mışlardı. Toplantı sonrası, Çeka seçilmiş adayı tutuklamaya çalışmıştı ancak fırıncılar onu aralarına alarak korumuş ve evi­

ne kadar bırakmıştı. Ertesi gün, fırıncılar otoriteye bir ültimatom göndermiş ve kendi seçtikleri adayı kabul etmelerini talep etmişti.

Taleplerinin reddedilmesi, grev anlamına gelecekti. Bunun netice­

sinde, daha az öneme sahip işçi örgütlenmelerinde yer alan daha cesaretsiz kardeşlerinin aksine, fırıncılar büyük bir za fer kazan­

mıştı. K ıtlık çeken Rusya'da fırıncılar en az hayatın kendisi kadar önemliydi.

Belgede 12.RA>IKARS 1 YAYINLARI (sayfa 95-104)