• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE FİNANSAL REGÜLASYONLAR VE

2.2. Türkiye’deki Finansal Krizler

2.2.4.2. Kasım 2000 Krizi

2000 Ağustos-Eylül dönemine gelindiğinde Türkiye’nin dış borçlanma görün- tüsü “borçlanıyor, ithalat yapıyor, dış borç geri ödeme gücü giderek azalabilir” yo- rumlarına neden olmuştur. Bu bağlamda, cari açığın GSMH’ya oranı %3,5 düzeyine yani 7 milyar dolara varıncaya kadar Türkiye’nin rahat borçlanabileceği, ancak bu eşik aşıldığında dış borçlanmayı sürdürmenin zor olacağı ifade edilmiştir (İşler, 2004: 37).

Enflasyon oranının tahmin edilenden yüksek çıkması nedeniyle aşırı değerle- nen TL, ithal malları alımını cazip kılarak ihracatta rekabet gücünün azalmasına yol açmıştır. Düşük faizli tüketim kredilerinin artması ve TL’nin aşırı değer kazanmasıy- la birlikte 2000 yılında ithal otomobil satışları %112, tüketim malı ithalatı %31,7, yatırım malı ithalatı ise %29,2 oranlarında artmıştır. Ancak döviz kurunun eksik be- lirlenmesi ara mallarının ucuzlamasını sağlamış ve sanayi sektörünün ara malları talebini artırmıştır. Sonuçta tüketim ve ithalatta yaşanan artışlar büyüme hızını prog- ramda öngörülenin üzerine taşımıştır. İthalatın, eksik belirlenen döviz kuru nedeniyle

artması ve Avrupa’ya ihracatın Euro’nun Dolar karşısında değer kaybetmesi nede- niyle, diğer pazarlarda ise rekabet gücünün azalmasından dolayı gerilemesi, cari iş- lemler dengesinin hızla bozulmasına neden olmuştur. 1999 yılında 1 milyar 364 mil- yon dolar olan cari işlemler açığı Eylül 2000 itibariyle 6 milyar 823 milyon dolara yükselmiştir. 2000 yılında ithalat %35 artarken, ihracat artışı sadece %7’de kalmış ve ticaret hesabı 20 milyar dolar açık vermiştir (Eğilmez ve Kumcu, 2011: 329-330).

Hızla artan cari işlemler açığının sürdürülebilmesi yabancı sermaye girişi ile mümkün hale gelecektir. Ancak 2000 yılında hem portföy yatırımlarında hem de doğrudan yatırımlarda bir önceki yıla göre büyük düşüşler gözlenmiştir. Ekim ayın- daki enflasyon oranının beklenenden yüksek çıkması, özelleştirme cephesinde yaşa- nan güçlükler ve engeller, Arjantin krizinin yan etkileri ve bankacılık sektöründe bir dizi yolsuzluğun ortaya çıkması piyasaya olan güveni azaltmıştır. Bu durum ise ya- bancıların TL cinsi gelir getiren kağıtlardan kaçmasına ve Eylül ayında önemli satış- lar yaparak net sermaye akımının 2000 yılı için ilk defa negatif olmasına neden ol- muştur. Net sermaye akımının negatif olması bir krizin olacağına dair ilk erken uyarı sinyali olmuştur (Uygur, 2001: 22).

Türkiye’de Güney Doğu Asya ülkelerinin kriz öncesi durumuna benzer bir du- rum bankacılık sektöründe yaşanmıştır. Özel bankaların birçoğu yapı itibariyle Asya ülkelerindeki holding bankalarını anımsatmaktadır. 1998-2000 yılları arasında Tasar- ruf Mevduat Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilen Yaşarbank-Yaşar Grubu, Demir- bank, Ulusalbank-Cıngıllıoğlu Grubu, EGS Bank-EGS Grubu, Bank Kapital-Ceylan Grubu, Sümerbank-Garipoğlu Grubu vb. bankaların birçoğu büyük grupların elinde yer almıştır. Tasarruf mevduatına verilen garantiler yüzünden holding bankalarının birçoğu halktan topladıkları mevduatın büyük bölümünü kendi bünyelerindeki şirket- lere usulsüzce aktarmışlar ve batık kredi olarak göstermişlerdir (Akyüz ve Boratav, 2002: 29-31).

Döviz kurunun çıpaya bağlanması ve ulusal ve uluslararası faiz oranındaki farklılıklar nedeniyle, tıpkı Asya bankaları gibi Türk bankaları da döviz kurunda ola- bilecek değişimlere karşı koruma almadan (Hedging yapmadan) uluslararası piyasa- lardan düşük maliyetle aldıkları borçları Türkiye’de TL cinsinden yüksek faiz oranla-

rından kredi olarak vermişlerdir. Asya ülkelerindeki bankalardan farklı olarak Türk bankaları yurtdışından elde ettikleri kredileri özellikle kamu kesimine borç olarak vermişlerdir (İşler, 2004: 39).

Türkiye 2000 yılının sonbaharında %27’lere ulaşmış TÜFE enflasyonuyla, GSMH’nın %4’ünü geçmiş cari işlemler açığıyla, artan ithalat giderleri ve dış borç- larla, azalan ihracat gelirlerine karşılık yabancı sermaye girişinin sağlanamadığı bir konumda olup devalüasyon beklentisi artmıştır. Sonuçta yabancı fon yöneticileri plasmanlarını tasfiye etmeye başlamış ve kredileri kesmişlerdir. Böylece yaklaşık 4 milyar 800 milyon dolarlık portföy yatırımı ülkeden çıkmış ve devalüasyon beklenti- si içindeki bankalar açık pozisyonlarını kapatmak telaşıyla döviz taleplerini artırmış- lar ve piyasada likidite sıkıntısı başlamıştır. Merkez Bankası artan likidite ihtiyacına karşılık, IMF programı çerçevesinde belirlenen döviz rezervlerini minimum seviyede tutmak ve parasal tabanı net dış varlıklardaki artış oranında yükseltmek hedefleri uyarınca piyasanın likidite ihtiyacını karşılamamıştır. Döviz talebindeki artış, faiz oranları artırılarak frenlenmek istenmiştir. Faizlerin aşırı derecede yükselmesi sonu- cunda bünyesinde çok fazla DİBS bulunduran Demirbank’a el konulmuş ve TMSF’ye devredilmiştir (Güloğlu, 2001: 526).

Diğer bankalara el konulacağı beklentisi paniğe yol açmış ve 22 Kasım’da bankalararası piyasalarda ortalama gecelik faiz %110,8’e çıkmış ve en yüksek değer olarak da %210’a ulaşmıştır. 15 Kasım’da 13256 olan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (IMKB) 100 Endeksi sürekli azalarak 4 Aralık’ta 7329 puana gerilemiştir (Törüner, 2001: 538-539).

Panik havasını dağıtmak isteyen Merkez Bankası, sonuçta piyasaya para sür- mek zorunda kalmıştır. 17 Kasım 2000 tarihinde 24 milyar 433 milyon dolar olan Merkez Bankası brüt döviz rezervi 1 Aralık’ta 18 milyar 942 milyon dolara inmiştir (İşler, 2004: 40).

Kasım 2000 Krizi likidite sıkışıklığından ve bankacılık sektöründeki aksaklık- lardan meydana gelmiştir. Nakit krizlerinden elde edilen deneyimlerden anlaşılmak- tadır ki bu krizlerin çok fazla etkileri vardır ve özellikle de reel üretim miktarı üze-

rinde büyük etkilere sahiptir. Güçlü finansal sektörlere sahip olgunlaşmış ekonomiler bu tip krizlerle daha kolay başa çıkarken, ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde reel üretim miktarında büyük çökmelere neden olabilmektedir (İşler, 2004: 40).

Kasım 2000 Krizi’nin derinleşmesini IMF’nin 7,5 milyar dolar tutarında ek kredi vermesi ve halkın her şeye rağmen TL’den dövize geçmemesi önlemiştir. Ka- sım Krizi’nden sonra, IMF’nin uyarılarına rağmen kur çıpasına devam edilmiştir. IMF kredisi ek rezerv kolaylığı şeklinde verildiğinden vadesi çok kısa ve maliyeti yüksek olmuştur (Güloğlu, 2001: 527).

Benzer Belgeler