• Sonuç bulunamadı

KAMUSAL ALANIN YENİDEN YAPILANDIRILMASI Tek kutuplu hale gelen dünyada, emperyalist kapitalist sistem, "tarihin

sonu"nun geldiğini ve kapitalizmin insanlık için tek seçenek olduğunu ilan etti. Sosyal adalet, eşitlik, kardeşlik, barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanı insan yapan kavramlar, içleri boşaltılarak Emperyalizmin kavramları haline getirildi. Sermaye sınıfının ve onun güdümündeki medyanın göklere çıkardığı küreselleşmenin; açlığı, sefaleti, savaşı, işsizliği, insanın insan tarafından sömürüsünü yaygınlaştırmaktan başka bir şey olmadığı çok kısa sürede ortaya çıktı.

Emperyalist kapitalist ülkelerin dünyayı yeniden biçimlendirme süreci, Fukuyama'nın bugün ironik bir vecizeye dönüşen teziyle "tarihin sonu" olarak liberal kapitalizmle sonuçlanacaktı. YDD, kısa tarihsel süreci içinde adeta UYD Düzensizliği" olarak ortaya çıktı. Küreselleşme, zenginler ve yoksullar ayrımını daha da derinleştirdi. Açlık, işsizlik, yoksulluk küreselleşmenin sonuçları olarak tüm dünyada devasa boyutlara ulaştı. Bu durum adeta bir sarmal gibi, giderek zengin ülkeleri de kapsamaya başladı. Bugün dünya nüfusunun %10'u toplam dünya gelirlerinin %70'ini almaktadır. Kapitalist ekonomiler hızla durgunluk içine sürüklenirken, Asya'da Çin %8'lik bir büyümeyle büyük bir ekonomi haline geldi. Dünya kapitalizminin jandarması ABD, ekonomisi en fazla küçülen ülkelerden birisi durumuna düştü. Küçülen bir ekonomi üzerinde oturan devasa bir savaş gücü, kapitalizmin kendi yasaları gereği daima maceracı bir potansiyeli bağrında taşır. Dünya üzerindeki hegemonyasını kaybetmemek ve durgunluk içindeki ekonomisini savaş sanayii ile canlandırmak için ABD, elindeki savaş aygıtını bir yerde devreye sokmak zorundaydı. 11 Eylül saldırıları, bu savaş aygıtının devreye girmesi için gerekçe oldu.

İçinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel dönem kapitalizmin bir dönüşüm süreci olarak da görülebilir. Ancak asıl mesele, bu dönüşümün bir kopuşu mu, yoksa sürekliliği mi ifade etmek de olduğudur. Dönüşümü çözümlemeye çalışan farklı kesimler, bulundukları noktadan sürece ilişkin farklı değerlendirmeler yapmaktadırlar. Bu değerlendirmelerin ortak noktası, kapitalist sistemin genel olarak köklü bir yapılanma süreci içinde olduğudur. Bu dönüşüm aynı zamanda mal ve hizmet üretimi ve emek sürecinin yeniden örgütlenmesiyle de karşımıza çıkmaktadır.

Tekelci kapitalizmi yeniden yapılanmaya iten temel neden, dünya çapında yaşanan büyük krizler sonucu sermaye birikiminin istikrarının bozulması ve kapitalizmin gelişmesine engel teşkil etmesidir. Yeniden yapılanma iki ana eksende karşımıza çıkmaktadır. Birincisi; eskiyen teknolojinin yeni teknolojilerle ikame edilmesi; emek sürecinde verimliliği artıracak yeni örgütlenme biçimlerinin uygulamaya sokulması, yeni üretim dallarının bulunması, ikincisi; az gelişmiş ülkelerden merkez ülkelere doğru değer transferini hızlandırması, uluslar arası pazarın genişletilmesi ve artı değeri yükseltmek üzere üretimin, hem geniş pazarların, hem de ucuz emek gücünün bulunduğu bölgelere kaydırılmasıdır

1929 dünya ekonomik krizi ile birlikte, kapitalist sistemin sermaye birikimini yeniden istikrarlı bir yapıya oturtabilmesi için talep yaratıcı politikalara gereksinim ortaya çıkmıştır. Bu gereksinim doğrultusunda bir taraftan Fordist üretim sistemi yaygınlaşırken, diğer taraftan devlet mekanizmasının işlevi de dönemsel gereksinimlere göre yeniden yapılanmıştır. Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında Keynesienne politikaların benimsenmesi ile birlikte bu gelişme daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda sosyal devlet olarak da tanımlanan bir yaklaşımla devlet bir taraftan doğrudan üretim içerisinde yer alırken diğer taraftan geliri yeniden dağıtma işlevi ile talebi artırmaya yönelik olarak, sermaye dışı toplum kesimlerini sosyal harcamalar yoluyla kaynak aktarmıştır. Yine bu dönemde devlet, büyük ölçüde emek mücadeleleri ile geçen 19. yy süresince gelişen işçi sınıfı hareketi ve sendikalara karşı olumlu bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Talep yönlü politikalara da uygun

biçimde sendikalara yönelik olumlu bir yaklaşım içerisine giren devlet, aynı zamanda bu tavrı ile sendikaları kapitalist sistemle bütünleştirerek işçi sınıfı hareketini de kontrol altında tutmayı hedeflemiştir.

Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında uygulanan Keynesienne politikaların da etkisi ile yaklaşık 25 yıl süren toparlanma ve genişleme döneminde kapitalist ekonomiler yüksek büyüme hızına ulaşmışlardır. Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç 1969-1970 yıllarında ABD7 de çıkan stakfilasyonl971 yılında uluslar arası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralmayla birlikte sona ermiş ve kapitalist sistem tekrar krize girmiştir.

Yeni liberal politikaların üretim sistemine yönelik önermelerinin benimsenmesiyle birlikte üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır. Üretim sistemlerinde esnekliği esas olarak iki şekilde ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, Fordist üretim sisteminde geçerli olan tüm unsurları ile bir fabrika çatısı altında gerçekleştirilen üretim sürecinin parçalanarak üretimin çeşitli aşamalarını ya da üretimin tamamının fabrika dışındaki üretim alanlarına aktarılmasıdır. Çok sayıda işçinin bir çatı altında çalıştığı fabrika düzeni içerisinde, çalışma koşulları standartlaşmakta ve emeğin bir araya gelerek örgütlü bir güç oluşturması sağlanabilmektedir. Örgütlü güç halinde sermaye karşısında üretim sürecine daha rahatlıkla müdahale edebilmekte ve ücretler düzeyini yükselterek toplam hasıla içerisinde emeğin payını artırabilmektedir. Oysa, üretim sürecinin parçalanarak, ucuz emek alanlarına kaydırılmasıyla emek maliyeti düşürülmektedir.

Sermaye üzerinde yük olarak görülen emek maliyetini düşürmek üzere, emek sürecinin esnekliğini sağlamaya yönelik diğer yol olarak da teknolojik gelişmeler ile çalışma koşullarının ve istihdam biçimlerinin esnekleştirilmesi amaçlanmıştır. Teknolojik ilerlemeler ve makineleşme ile birlikte üretim süreci içinde emek değersizleşmiş, nitelik düzeyi yüksek emeğe talep artarken, çok daha fazla sayıda emekçi işsiz kalmıştır. Fordist üretim biçiminde standartlaşmış olan çalışma süreleri ve çalışma biçimlerinde esnekleşme ile birilikte, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, eve iş verme gibi farklı istihdam biçimleri yaygınlaşmıştır. İşsizliğin, diğer bir deyişle yedek işçi ordusunun artması, emeğin kendi içerisinde rekabetini artırmış ve ücretlerin genel düzeyi düşmüştür. Öte yandan, istihdam biçimlerinin farklılaşması işçi sınıfının içerisinde tabakalaşmayı artırmış, emeğin sermaye karşısında örgütlü bir güç oluşturmasını önemli ölçüde zorlaştırmıştır. Buna bağlı olarak da sermaye, emek sürecinde kontrolü daha fazla eline geçirmiş ve emekçiler, işçi sınıfı mücadelesinin etkisizleşmesîyle birlikte, yeni kazanımlar elde etmek bir yana mevcut kazanımlarını dahi kaybetmeye başlamıştır.

Yeni liberal politikaların benimsenerek uygulanmaya başlandığı 19701i yılların ikinci yarısında, sanayileşmiş ülkelerde ve ILO'nun da etkisiyle sendikal hareket, bir çok gelişmekte olan kapitalist ülkede güçlü bir konumdadır. Ancak, 19801i yılların başlarından itibaren sendikalar, gerek iş yeri gerekse ulusal düzeyde etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmeye başlamışlardır. Sendikaların yeni liberal politikaların uygulanmaya başlanması ile birlikte güç kaybetmelerine neden olan çeşitli etkenler vardır.Bu etkenleri, devletin işçi- işveren ilişkilerindeki tavrını, buna bağlı olarak da sendikalara karşı tutumunu değiştirmesi; üretim süreçleri ve bununla bağlantılı olarak emek sürecindeki dönüşümün istihdamın ve emeğin yapısında ortaya çıkarttığı değişim; sendikaların iç yapılarındaki eksiklikler ve uyguladıkları stratejilerdeki hatalar olarak değerlendirmek mümkündür.

Kapitalist sistem için sözü edilen ve kaçınılmaz olarak değerlendirilen dönüşüm, özet olarak ifade etmek gerekirse, sistemin 1970 lerde başlayan ve halen devam eden evrensel krizine karşı oluşturulan bir manevra olarak değerlendirilebilir. Kapitalist sistemi, içinde bulunduğu krizden kurtarma amacı taşıyan ve kaçınılmaz olduğu savunulan tüm bu tartışmaların siyasi boyutu ise konunun başka bir yönünü oluştur. Kaynaklarını neo-liberalizmden alan "yeniden yapılanma" kavramı bu anlamda sadece

dönüşüm sürecini ifade eden bir kavram değil, aynı zamanda siyasal bir yaklaşım ve kapitalizme özgü bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır.

Başta IMF, Dünya Bankası ve WTO olmak üzere, çeşitli uluslar arası emperyalist kuruluşlar, adeta zorunlu bir çerçevede sistemlerin yeniden yapılanmasına dünya çapında geçerlik kazandırmanın araçları konumundadır.

Kamu hizmeti; devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetimi ve denetimleri altında, genel ve ortak gereksinimleri karşılamak, kamu yararı ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinlikler olarak tanımlanır. Toplumsal yaşamın zorunlu gereksinimlerini karşılayan hizmetler, nitelikleri gereği kamu hizmeti olarak kabul edilir. Düzenlilik, süreklilik, kar amacı gütmeme kamu hizmetinin en önemli öğelerini oluşturur. Çünkü bu unsurların yokluğu ya da aksaması toplum yaşamını alt üst edebilir. Oysa, kamusal alan ve kamu hizmetleri bugün tüm dünya çapında hedefe konmuştur. Bu amaçla 1990 lı yıllarda gündeme getirilen ve imzaya açılan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yeniden yapılanmanın başka bir boyutunu yani kamu hizmetleri boyutunu gündeme getirmektedir. Bu anlaşmaya göre her şeyin serbest dolaşıma tabi olduğu bir dünyada kamu hizmeti de serbestleşmeli ve piyasaya açılmalıdır. Bu tür bir yapılanmanın, ulusal ekonomilerin uluslar arası ticaretten pay alabilmesi ve rekabetçi bir nitelik kazanabilmesi için zorunlu olduğu iddia edilmektedir. GATS in ortaya çıkmasının temel nedeni, genel olarak hizmet sektörünün dünya çapında büyüyen ve genişleyen bir alan olması ve gerçek anlamda serbest piyasa ekonomisinin ancak hizmet ticaretinin serbestleşmesi ile mümkün olmasının düşünülmesidir. GATS Türkiye tarafından 1995 yılında imzalanmış ve GSMH nın yaklaşık olarak %60' mı oluşturan hizmetler alanını ulusal ve uluslar arası sermayenin önüne sermeyi taahhüt etmiş ve bu oran %46,6 'ya çıkarmıştır. Azgelişmiş ülkelerin ortalama %18 oranında taahhütte bulunduğu düşünüldüğünde, bu oran oldukça yüksek olarak karşımıza çıkmaktadır.

GATS kapsamına giren hizmetlerin tanımı değişmekte, bu hizmetler, kamu hizmeti alanını neredeyse yok ederek ilerlerken, aynı zamanda ülkelerin kendi halkları yararına karar alma ve uygulama iradelerini de ortadan kaldırmaktadır.

GATS'ın ticarileştirmek istediği alanların başında eğitim alanı gelmektedir. Dünya Ticaret Örgütü eğitim alanını dört kategoriye ayırmış ve bu ayrımı yaparken piyasacı bir mantık izlemiştir. ABD, eğitim sisteminin özelleştirilmesini özellikle istemekte ve Dünya ticaret örgütüne bu isteğini benimsetmektedir. Kapitalizmin her alanda olduğu gibi eğitimi de piyasada para karşılığı alınıp satılan bir meta olarak görmesi son derece geniş bir toplum kesimini ilgilendiren bu alanın hedeflerinin başında gelmesine neden olmuştur.

GATS çerçevesinde tam bir yağmaya açılan dünya eğitim sektörünün yıllık iki trilyon dolarlık bir Pazar anlamına geldiği düşünüldüğünde; 50 Milyon öğretmen, bir milyar öğrenci, yüz binlerce eğitim kurumuyla eğitimin neden sermaye kesimi için oldukça iştah kabartıcı bir kar alanı olduğu daha iyi anlaşılır. GATS' m eğitim alanında yaratacağı sonuçları özetlersek; tüm dünyada üniversitelerin, eğitimin özelleştirilmesini sağlamak, öğrenim ücretlerini yüksek düzeylere çıkararak yoksul, emekçi sınıfların eğitim alma şansını ortadan kaldırmak, öğrenci ve eğitim emekçilerinin akademik, demokratik haklarını tırpanlamak, eğitimi sermayenin ihtiyaçlarına göre belirlemek, içinde bulunduğumuz yüzyılda sermayenin öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır.

Kamu Hizmeti Alanında yeni Eğilimler...