• Sonuç bulunamadı

Bununla ilgili olarak sözünü ettiğimiz AP iktidarı zamanında Milli Eğitim Bakanlığının Danıştay'daki iptal davalarında yaptığı savunmalar bu günkülerle bire

bir parelellik arz etmektedir. Savunma şöyledir. " durum, tutum ve davranışları

itibariyle bulunduğu yerde daha fazla kalması sakıncalı görülen İlgilinin, başka yere

nakledilmesinde bir kanunsuzluk yoktur."(15) Bu savunmaya İlişkin Prf.DR.

Muammer AKSOYun yorumunu da buraya aktarmak istiyoruz.

"Kendisinin burada daha fazla kalarak AP iktidarının sömürü düzenine biraz

daha zararlı olmasını sakıncalı buluyoruz. Bu nedenledir ki, onu kendisini hiç

tanımayan bir yere sürerek, arkasından da 'tehlikeli adamdır, komünisttir' falan gibi

söylenti, yazı ve hatta direktifleri de ulaştırma sayesinde bir süre İşe yaramaz

hale getireceğiz. Onu, çevresi gerçek kimliğiyle tanıyıncaya kadar, yeni gittiği yerde

halktan uzak kalmaya mahkum edilmiş bir kişi durumuna düşürerek,

etkisizleştirmek hedefini güdüyoruz. Bunun da kanunsuz bir yanı yoktur. Çünkü politika ve hukuk, iktidarın çıkarlarını koruyan her şeyi yapmak demektir, işte, AP iktidarının, cezalandırdığı öğretmenlerin davalarında Danıştay'a verdiği yukarıdaki 'manasız' cevabın 'manası' budur." (16)

Sürgünün insan psikolojisinde yaratığı etkilerden bir tanesi de sürekli öfke halidir. Birey hangi nedenle olursa olsun cezalandırılmışlık hissi yaşadığında suçluluk duyguları alevlenir. Birey başına gelenlerin kendisi yüzünden olduğu hissine kapılır. Sürgün edilmiş kişi de başlangıçta ortaya çıkan suçluluk duyguları kendisini önce sürgün edenlere karşı öfke olarak ifade eder ancak, öfke aynı zamanda kendine yönelik olarak da vardır. Bu duygu sürgün edilen kişiyi özellikle inandığı düşünceler ve içinde bulunduğu gruba karşı aşırı hassas hale getirir. Sürgüne uğramasının nedeninin inandığı düşünceler ve içinde bulunduğu grup yüzünden olduğunu düşünür kişi. Bu duygu her zaman olumlu ve direngen duygulara yol açmaz. Aşırı duyarlı hale gelmiş kişi, içinde bulunduğu grubun davranışlarında kendini destekleyen işaretler arar. Çoğunlukla da bu desteğin açıkça ve kesin bir şekilde verilmediği durumlarda hissettiği yalnızlık duygusuyla birlikte kandırılmışlık duyguları yaşamaya başlar. Bu duygular öfkenin inandığı düşüncelere ve ait olduğu gruba yönelmesine neden olur. Kendisinin yanlış yaptığını, kandırıldığını ve yalnız bırakıldığını hisseder. Kullanılmıştık duygusu yaşar. Bu duygular nedeniyle sürgün edilen kişiye başlangıç döneminde olağandan fazla bir destekte bulunulması çok önemlidir. Sürgüne uğrayan kişi yalnız bırakılmamalı tümüyle onun için bazı etkinliklerin yapılması gerekir. Sürgün başlangıçta kendini yalnız hissederse ki bu duyguyu çekirdek olarak yaşar, daha sonraki davranışları genellikle olumsuz olmaktadır.

Suçluluk, kandırılmışlık ve yalnızlık duyguları çözümlenmeden sürgüne giden kişilerde genellikle iki temel yönelim görülmektedir. Bunlardan ilki kandırılmışlık duygularından beslenen ve kişinin inandığı düşüncelerinin yanlış olduğuna dair kararlardır. Bu duyguları yaşayan sürgünler, o güne dek savundukları düşünce ve eylemlerinin tamamen tersi görüş ve eylemlere yönelebilirler. 1980 Darbesi'nden sonra sürgüne giden bazı kişilerde "dini inançlara yönelme" nin görülmesini bu şekilde değerlendirebiliriz. Benzer duygular herhangi bir düşünceye yönelmek yerine tümüyle karmaşık bir yaşam biçimine yönelmekle de sonuçlanabilir. Alkol ve madde kullanımı, "bohem hayat" adı altında yaşanan yozlaşma, politika ve siyasetten uzaklaşma, "her şey boşmuş, önemli olan gününü gün etmek" düşüncelerini izleyen lümpenleşme bu tepkinin sonuçlarıdır. Bu tepkiler kendine yönelik suçluluk duygularının kendine ve savunduğu düşüncelere yönelik bir öfkeye dönüşmesidir. Aynı zamanda hem kendini hem de düşüncelerini cezalandırma anlamını içinde barındırır, ikincil sağlıksız tepki ise sürgün edilen kişinin savunduğu görüşleri daha da radikalleştirmesidir. Bu tepkiyi gösterenler kendi grubundakileri yumuşak, esnek hatta düzen işbirlikçileri olarak görmeye başlarlar. Sürgün edildikleri dönemde zamanı durdurarak kendilerini katılaştırırlar. Gruplarının eylem biçimlerini sürekli edilgen ve zayıf olarak görmeye başlarlar. Daha radikal, daha keskin, daha kavgacı olunması gerektiğini savunmaya başlarlar. Demokratik muhalefetin zayıf ve anlamsız olduğunu ancak "illegal" mücadelenin başarılı olabileceğini düşünmeye başlarlar. Onlara göre dava arkadaşlarının (yani sürgün edilemeyenlerin) tümü haindir ya da işbirlikçidir. Bu kişiler hele sürgün uzarsa ve yalnızlaşırlarsa değişimi reddeder hale gelirler. Bu davranışı İl özellikle yurtdışına zorunlu olarak kaçan, kendi kendini sürgün edenlerde görebiliriz. Dışarıda kaldıkları dönemde süre giden değişimden tümüyle uzak kalan bu kişiler katı, dogmatik ve tarihsiz bir kimliğe bürünürler. Yine 1980 sonrası yurtdışına giden bazı kişilerin on beş yıl sonra yurtlarına döndüklerinde eski çevrelerinin neredeyse tümünü yozlaşmış olarak bulmaları bu tepkinin sonucudur. Tarihsizleşmişler ve ayrıldıkları anda kalmışlardır. Her türlü değişim onlara göre yozlaşma ve ihanet olarak değerlendirilir.

" Bu tepkiler bize sürgünün gerçek bir ruhsal örselenme olarak yaşandığını göstermektedir. Bu sağlıksız tepkilerin ortaya çıkmasını engellemenin yolu ilkin sürgüne uğrayan kişiye yalnız olmadığını, hata yapmadığını suçlu olmadığını hissettirmektir. Sürgüne gidilen yerde onu bekleyen dostların olduğunun hissettirilmesi ve kanıtlanması gerekir. Bu da ancak örgütlenmeyi her yeri kendi kendi yuvamız

haline getirecek şekilde genişletmekten geçer. Sürgüne giden kişiye özellikle başlangıç döneminde yapılan sık ziyaretler, gidilen yerde kurulacak ilişkileri hızlandırma ve orada rahat etmenin sağlanması çok değerlidir. Örneğin gidilen yerde tutulması gereken evin hemen bulunması, bu işin örgüt, sendika, parti ya da demek tarafından yapılması basit gibi görülen ama çok değerli bir destektir.

Türkçe'de sürgün iki anlamlı bir sözcüktür. Hem dışlanma, atılma, uzaklaştırılma yani bir ceza anlamına gelir, hem de yeniden büyüme, yeşerme, çoğalma anlamını içinde taşır. Bu nedenle örgütlerde sürgünleri bir cezalandırılma ve azalma olarak yaşama yerine çoğalma, yaygınlaşma, büyümeye dönüştürebilirler.

İKİNCİ BÖLÜM

I. HÜKÜMETLER, SÜRGÜN VE KADROLAŞMA ( 1991 - 2004 )

3 Kasım 2002 Seçimleri Öncesi

Devletin sürgün politikasının, ülkenin konjuktürel durumuna göre ayarlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle, sürgünün Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde yoğunlaşması bunun en güzel kanıtıdır. (Bkz. grafik 3). 1991 yılında DYP-SHP hükümetinin iktidar olduğu dönemde, sürgünler ivme kazanmaya başlamış. Özellikle bu hükümet zamanında bölgede silahlı çatışmaların ivme kazandığı ve sürgünlerin çok büyük artış kaydettiğini görüyoruz. .(Bkz. grafik 6). 1993 yılı Türkiye'de yeni bir konseptin başlangıcı ve sürgünlerin şaha kalktığı bîr yıl olmuş. Aynı zamanda faili meçhul cinayetlerin de en fazla işlendiği ve 35'ten fazla kamu emekçisinin sokak cinayetlerine kurban gittiği yılların da başlangıcı. 1995' e kadar sürgün politikası oldukça istikrarlı bir biçimde sürmüş. .(Bkz. grafik 6). SHP -DYP hükümeti zamanında yapılan sürgünlerin çarpıcı bir özelliği de, sürgün edilenlerin sürgün edildikleri ilerde en fazla oyu SHP'nin alması. Sürgüne gönderildikleri iller ise DYP'nin ve RP'nin en fazla oy aldığı iller. (Bkz. grafik 1 -grafik 2) Bu iller bölgedeki sıcak çatışmalarda en fazla asker kaybeden iller aynı zamanda. Ve bu dönemler çatışmaların en yoğun olduğu zamanlar. Bu kötü bir tesadüf herhalde!!! Bu dönemi sürgünler ve hak ihlalleri açısından birinci tasfiyeci dalga olarak niteleyebiliriz.

Birinci tasfiyeci dalganın emek ve demokrasi güçlerinin,öğrencilerin kısaca tüm ülke üzerine bir kabus gibi çöktüğünü görüyoruz. Bu yıllarda çıkarılan Terörle Mücadele Yasası, çatışmaların yoğunluk kazanması ve buna bağlı olarak Devlet-Mafya- Siyaset üçgeninin oluşturulduğu ve ilmek ilmek Örüldüğü bir dönem. Üniversiteler ve YÖK, İller İdaresi yasası, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, Kamu Sen'in kuruluşu, SS kararnameleri gibi antidemokratik yasa ve uygulamaların olduğu bir dönem. Sürgün bu dönemin en çarpıcı uygulamalarından biri...

1996 yılında sürgünlerin ivmesinde bir düşüş gözlense de bunun yanılgılı bir durum olduğu kısa zamanda ortaya çıkacaktır. 24 Aralık 1995 seçimleri ve hükümet kurma çalışmaları nedeniyle yavaşlayan sürgünler, kurulan Refahyol hükümeti ile tekrar eski istikrarını yakalamış ve hızını arttırmıştır.

28 Şubat kararları İle birlikte sürgünlerin artması bir tesadüf mü bilinmez ama AB üyelik süreci İle İlgili hummalı bir hazırlık sürecinin de bu döneme denk gelmesi ayrı bir çelişki. Sözüne ettiğimiz yıl 1997, Hangi yıl olursa olsun bu ülkede değişmeyen tek şey hak inlalleri ve sürgünler. 1998'de sürgünler büyük bir hızla devam ediyor, (Bkz grafik 6). Bu yılda,yayınlanan Milli Siyaset Belgesi bu sürece eşlik eden en Önemli gelişmelerden bir tanesi. Ve Suriye ile yaşanan Abdullah ÖCALAN krizi. Ülkede böylesi gelişmeler yaşanırken sürgünler de nitelik değiştiriyor, daha profesyonelce yapılıyor. Sendikaların asil,, denetleme ve disiplin kurulları yedekleri ile birlikte sürgün ediliyorlar. Tam bir çökertme operasyonu. Bu dönem aynı zamanda KESK'in de sürgünleri kanıksadığı bir dönem. Kendi cephemizden durumun tezahürü böyle,., buraya kadar olan bölüm de ikinci tasfiye dalgasını oluşturan dönem.

99 yılı yine bir geçiş dönemi. Abdullah ÖCALAN'ın yakalanışı ve Nisan seçimleri. 57. Hükümet ile sürgünlerimize devam edeceğiz. Hem de büyük bir hızla. Bu dönemin en çarpıcı Özelliği silahlı çatışmaların sona erdiği ve bölgede görece bir rahatlığın oluşmaya başladığı bir dönem. Bu donem, demokratikleşme hamlelerinin AB'ye uyum süreciyle parelel gittiği ve demokrasi ile insan hakları adına umutlandığımız ama inanmadığımız bir dönem. Ülkede bir şeylerin değişmeye başladığına kendimizi inandırmaya çalıştığımız AB destekli/endeksli sürecin üzerine

yine sürgünlerin gölgesi düşüyordu. Birileri karanlığı çok seviyordu, ideolojik ve