• Sonuç bulunamadı

İslam Dünyası Dergisi sayfalarında yer alan konulardan bir tanesi de medreselerin

ıslahıdır. Çünkü medreseler, 1331-1924 yılları arasında yaklaşık altı asırdır Osmanlı

Devleti’nin en önemli eğitim, kültür ve bilim müesseseleri olmuştur.

190

Osmanlı

Devleti’nin sınırları genişledikçe, medreselerde başta Anadolu ve Rumeli olmak üzere

bu geniş coğrafyaya yayılarak eğitim kültür faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Osmanlı

Devleti pek çok alanda olduğu gibi eğitim ve kültür alanında da kendilerinden önce

gelen Türk-İslam devletlerini örnek almış, yürüttükleri eğitim faaliyetlerinde onların

izinden gitmiştir. Bu devinimi ise açmış oldukları medreselerde önemli ilim

merkezlerinden getirdikleri hocaları yerleştirip, onlarında talebeler yetiştirmesini

sağlayarak gerçekleştirmişlerdir. Medreselerde görevli bu hocalarda, şeyhülislam, kadı,

müftü, müderris, imam vb. gibi devletin adli ve idari birçok kurumunda ihtiyaç duyulan

görevlileri yetiştirmiştir. Osmanlı devletinde eğitim ve yargı sistemi özellikle XVI.

yüzyılla birlikte ulema sınıfı tarafından yönetilmekteydi. Medreselerde okutulacak

derslere, alınacak öğrencilere, atanacak öğretmenlere kısacası eğitimle ilgili her türlü

kanunnamenin hazırlanmasına ve uygulanmasına karar veren sınıf ulema sınıfı idi.

Medreselerin yapımı, korunması, geliştirilmesi, giderlerinin karşılanması gibi konularla

ilgilenen kurum ise vakıflardır. Bu da ister istemez açılan medreselerin vakfın kurucusu

189 E.D., ‘’ Bir İzah’’ , İslam Dünyası, Sayı : 22 , 21 Kanun-i Sani 1329-1331 ( 4 Şubat 1914), s. 359-361.

190 Kasım Kocaman, “Osmanlı Medrese Sistemini Etkileyen Faktörler”, İslam Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, Cilt:2, sayı:3, Aralık 2017, s.402.

ya da vakfı idare eden mütevelli heyetinin dünya görüşüne uygun olarak eğitim

vermesine neden olmuştur.

191

Devletin kötü gidişatı ile birlikte de maalesef

medreselerde verilen eğitim sistemi de bozulmuş zamanla pozitif bilimlerin okutulması

terk edilmiş, eğitim kadrolarına liyakatsiz kişiler atanmaya başlamış, hatır gönül işleri

ilim irfan işlerinin önüne geçmiş yapılan her türlü usulsüzlüğe göz yumulmuştur.

Tanzimat ile birlikte toplumsal düzende yaratılmaya çalışılan modernizasyon

çalışmalarından medreselerde nasibini almıştır. Öncelikle batı tarzında açılan yeni

okullarla devletin memur ihtiyacı karşılanmak istenmiş ve Osmanlı’da eğitim sistemini

tekeline alan ulema sınıfının gücü kırılmak istenmiştir. Ama ne yazık ki Osmanlı Devleti

uygulamaya çalıştığı bu eğitim reformizasyonunu gerçekleştirememiştir. Ne eskiyi

kapatıp açtığı yeni okullarla yoluna devam edebilmiş, ne de yeni okulların Avrupa

etkisiyle başına açtığı işlerden kurtulabilmiştir.

Her dönemde uygulanmaya çalışılan bu eğitim hareketi II. Meşrutiyet döneminde de

devam etmiştir. Dergi de bu konuyla ait bir kamuoyu oluşturmak adına medreselerin

ıslahı ilgili pek çok makaleye sayfalarında genişçe yer vermiştir.

“MEDRESELERİN ISLÂHI

Dört seneden beri medreselerin ıslahından bahs olunuyor. Matbu’at da bu hususta hayli mübahasat ve münakaşat cereyan etti. Hatta ıslah-ı medaris için komisyonlar bile yapıldı. Böyle olmakla beraber bugün hiç esaslı bir şey yapılamamasından dolayıdır ki yine mesele açılıyor, bir çare-i hal aranıyor.

Hadisat-ı ahire de medreselerin ıslahı meselesini yeniden kurcalamaya sebep oldu. Bazı mütefekkirlerin iddiasına nazaran, Osmanlı Devleti’nin hayat-ı siyasiyesin de mühim bir rol oynayan Tanzimatçılık yani bütün tebaya hukuk-ı mütesaviye vererek bir Osmanlı milleti icat etmek usul siyaseti, mekteplerin tesisine ve medreselerin yüz üstü bırakılmasına sebep-i asli oldu ve dinde husule gelen gayesizlikte bu müselsel felaketleri tevlit etti.

Fi’l hakika bizde mektepler te’sis edildi. Müslüman, Rum, Ermeni…elh. Bütün vatandaşların bir arada bir terbiye-i milliye alarak dünyevi bir tahsil görmeleri gaye ittihaz edildi.

Fakat asırlardan beri alem-i İslam’a bunca dâhiler yetiştirmiş medreseler nazar-ı ehemmiyetinden düştü ve adeta bu medreseler siyasette husul bulacak tahsil-i dünyeviye karşı

191 Kocaman, a.g.m. s.402

resmi bir lakayıtlık meydan aldı. Rüştiyeler ve idadiler her sene yüzlerce şakirt yetiştiriyor, memleket bunlardan, bi şüphe çok istifadeler ediyordu. Fakat bu mekteplerin yetiştirdiği kimselerde, programların fenalığından ve gayesizliğinden dolayı milli, dini ve içtimai… Bir iman birleşemiyordu. Buna mukabil medreselerde ise tenperverane bir hayat, maksatsız ve mesleksiz bir tahsil hüküm sürüyordu. Bunun neticesi olarak Osmanlılık her iki cihetinde müstefid olamayarak iki cami arasında kalmış bir beynamaza döndü gitti.

Medreseler İslam’a lazımdır ve İslamiyet aleminin terakkisi medreselerin haklı ıslahına vabestedir. Fakat medreseler ne yolda ıslah edilmelidir? Mesele buradadır.

Eskiden medreseler iki büyük kısıma ayrılmıştı. Bunlardan bir kısmında ulûm-u diniye ve lisan- ı arabi ve teferruatını tahsil edilirdi. İkinci kısımda ise fünun tahsil olunurdu. İstanbul’da bulunan medreselerin büyük bir kısmı muhtelif nameler altında mesela hendese medresesi, tıp medresesi elh. gibi isimlerle yad olunur ki bu gün o medreselerde avamil izahar talebeleri otururlar.

Bu gibi medreselerin vazifesini hal-i hazırda mühendis mektebi, tıp fakültesi gibi bir takım hususi mektepler ifa etmekte olduklarından artık mezkûr medreselerin hikmet-i mevcudiyeti kalmamış demektir. Binaenaleyh bu gibi medreselerin varidatı vesairesi vakıfın şartına riayet edilmek için, ait oldukları fenlerin tahsil kılındığı mekteplere verilmek iktiza eder. Medreseleri ıslah için yapılacak en mühim ameliyatın birinci kısmı bu olmalıdır.

Derununda ulum-u diniye ve felsefe hikmet okunmak için tesis edilmiş medreselerde ise ber vech-i ati kavaide riayet ederek ıslah edilmek iktiza eyler:

1. Medreselerin binaları asr-ı hâzırın kavaid-i sahiyesine katiyen muvaffak değildir. Bu zamanda böyle ratıb ve ziyasız yerlerde birtakım insanları çürütmekte mana yoktur. Binaen aleyh bu gibi medreselerin cem varidatından husule gelecek meblağ ile ayrı ve hıfzı sahhaya muvaffak surette inşa olunmuş binalar vücuda getirmek elzemdir.

2. Avrupa’da din ehilleri yetiştirmek içinde (mektep) usulünü (bizde kabul edilmiş manada olmayıp yalnız ilm-i terbiye ve usul-u tedris nokta-i nazarından mektep usulünü) kabul etmişlerdir. Bizde asrın icap ettiği bu usulü behemehâl kabul etmeliyiz. Bu takdirde medreselerde ki tahsil üç büyük devre-i tahsile yani ibtidâ’î, tâlî ve âli devrelerine ayrılmak suretiyle tertip ve tanzim edilmek lazım gelir.

3. Hâlihazırda medreselerimizde beş on sene lisanı-ı arabi okutuluyor. Halbuki Beyrut’ta ve Mısır’da Avrupa misyonerleri bu lisanı en mükemmel bir tarzda olarak, nihayet üç senede okutuyorlar. Üç senede elde edilebilen bir lisanı beş on sene okutmak ısrarından hiç

olmazsa çok tekrar edilen “ıslah “kelimesinin hatrı için olsun vaz geçerek lisan-ı arabi tedrisatının bu usulleri vesairesi hakkında Avrupalı müsteşrikler ve mu’allimler tarafından tertip edilen eserlerden istifade etmek ve bizde dahi böyle yeni kitaplar meydana getirmelidir.

4. Medreselerin idaresini, usul-u idareden anlar bir irade dahilinde tevhid etmeli ve idare-i mezkûrenin hususi bir bütçesi olmalıdır.

5. Medreselerde ki tahsil ile beraber talebenin yiyecek, içecek ve giyeceği vesair levazım- ı zaruriyesi meccanen olmalıdır.

İşte şu beş madde göz önüne alınarak medreselerin ıslahatına böyle esaslı bir surette başlanılırsa bu kadar yazılardan ve komisyonlardan bir fayda hasıl olur. Yok, medreselerin halihazırını muhafaza şartıyla tecdidatdan ziyade tamiratına kalkışıyorsak yüz sene sonrada medreselerimizi bu halde göreceğimize şüphe edilmesin. 192

Tanzimat’ın ilanı ile değişen eğitim sisteminin bir sonucu olarak medreselerin ikinci

plana atıldığından yakınan yazar, idari kadronun yüzyıllardır Osmanlı Devleti’nin

eğitim yükünü yüklenen medreselere gereken önemi vermediğinden bahsetmiştir.

Toplumun her aşamasında görülen ikilik burada da kendini göstermiştir. Modern şekilde

açılan rüştiye ve iptidailerde her sene yüzlerce mezun veriliyor olmasına rağmen, bu

mezunlar milli birlik ve beraberlik duygusundan yoksun yetişmişlerdir. Diğer bir

yandan medreselerde ise tembel bir hayat ve gayesiz bir eğitim verilmiştir. Bu sistemle

Osmanlı Devleti ise iki cami arasında bir beynamaza dönmüştür. Yazar bu cihetten yola

çıkarak medrese ıslahı konusunda birtakım görüşler öne sürmüştür. Buna göre;

1.

Medrese binaları verecekleri eğitim öğretime uygun olarak yeniden inşa

edilmelidir.

2.

Din adamı yetiştirmek amacıyla Avrupa okulları örnek alınmalıdır. Ve bu

eğitim ilk, orta ve yüksek gibi üç kısma ayrılarak geçekleşmelidir.

3.

Medreselerde verilen Arapça eğitimi 5yılda tamamlanmaktadır. Halbuki

Beyrut gibi ekser medreselerde bu eğitim 3 yılda tamamlanmaktadır. 3 yılda bitirilebilen

bir eğitimi neden 5 yıla dağıtıyoruz. En azından yıllardır ağzımıza sakız ettiğimiz ıslah

kelimesinin hatırına bu konuda Avrupalı eğitimcileri örnek alarak ona göre kitaplar

hazırlayıp süreyi gereksiz yere uzatmayalım.

4.

Medreselerin en önemli eksiklerinden biri de idari kadrodur. Bu nedenle

medrese yönetimini işin ehli olan kişilere bırakalım ve onlara işlerini daha rahat

yapmaları amacıyla ayrı bir bütçe tahsis edelim.

5.

Medrese de eğitim gören öğrencilerin yiyecek, içecek ve giyecek gibi

ihtiyaçları karşılanmalıdır.

Bu 5 maddeden yola çıkarak medreselerin ıslahı konusunda çalışılmalıdır. Aksi takdirde

bir şeyler yapmak yerine konuşmayı tercih edersek bundan yüz sene sonrada

medreselerimizi bu halde görürüz diyerek konuyla ilgili çözüm önerileri öne sürmüştür.

Medreselerin ıslahı konusunda önemli bir diğer husus ise, medrese yönetimini elinde

bulunduran ulema sınıfı ve onun uygulamaları idi.

“AÇIK MEKTUP

Makam-ı Muâllâ-yı Meşihata

Faziletma’ab!

İslam Dünyası’nın gayet açık, riyasız, doğru, fakat biraz da çetin olan neşriyatı sizi memnun etmedi. Hatta aleyhimize ikame-i dava edecek kadar infialinizi mucip oldu. Bir tarafta davamız rü’yet oluna dursun, biz yine aklımıza gelen noktalara kemal-ı safvet ve ehemmiyetle nazar-ı dikkatimizi celp etmekten tabii geri durmayacağız:

Zat-ı fazilaneleri de teslim buyurursanız, ki bu sene zarfında cereyan eden vekayi Müslümanlar, hasseten biz Osmanlı Müslümanlar için ne kadar acı, ne mertebe-i faciadır. Zerre kadar insaf ve hamiyeti olan bir fert bu kara günlerin acısını kıyamete kadar unutamaz. Bütün bu felaketlerden bu hezimetlerden bizim için bir hisse –i intifa varsa o da vukuat-ı tahlil edipte kusurlarımızın esbabını anlamak vuku’ndan ibret-i beyn olmaktır.

Sebat ve muhakkaktır ki biz mücadele –i hayata henüz hazırlanmamışız, maddi, manevi lazım gelen cihazı takmamışız; hulasa geri kaldıkça kalmışız. Acaba bunun sebepleri nedir? İşte bunun için küllü yevm serd olunun esbap arasında pek mühim olarak halkın cehli ve layıkıyla irşat olunmaması gösteriliyor ve bundan dolayı da en ziyade makam-ı aliyeleri muahaza olunuyor.

Filhakika makam-ı mualla-yı meşihata ehemmiyet ve ulviyeti ile münasebet şimdiye kadar bir icraatta bulunmadı. Belki eski kürenin ve ananesinin muhafazasında anudane sebat etti.

Yeniliğe delalet eder hiçbir iz göstermedi. Medreselerin ihyası programların ıslahatından o kadar çok bahis olunduğu, hatta bunun için suret-i mahsusa da komisyonlarda teşkil edildiği halde hiçbir netice-i failiyesi zuhur etmedi. Merak edip cüzi bir tahkik buyurursanız medreselere ilave olunan fünun-ı cedide derslerinin de esastan ari, kuru bir laftan ibaret olduğunu anlayacaksınız Fatih Medreselerinden birinde bu derslere devam eden bir hemşehrim vardı. Hakikaten dersinden başka bir şey bilmeyen ve düşünmeyen bu hemşehrimi gördüm. Okudukları dersler içinde tarih-i İslam dersi de olduğunu anladıktan sonra kendisine bazı sualler irad ederek hazret-i peygamberin babası kimdir dedim. Bilemedi, hülafa-i raşidinden kimlerdir dedim bilemedi. Bundan ben tabi pek çok müteessir oldum. Yirmi yaşında bir medrese talebesinin velev ki tarih okumasa bile peygamberin babasını bilmediğine adeta ağladım. Sonra nasıl kitap okuduklarını sordum, çıkarıp gösterdiği Mahmut Esat Efendi’nin Muhtesar Tarih-i İslam kitabı idi. İşte bu muhtasar kitaptan birisine zarfında ancak sekiz sayfa okumuşlar… Faziletma’ab!

Dikkat buyurunuz; müşahedatıma müsteniden yazdığım şu sualler zannedersem bizde icraat teceddüt namıyla yapılan şeylerin ne kadar sudan, sabun köpüğü kadar boş olduğunu tamamıyla göstermeye kifayet eder. Fakat sizde teslim buyurursunuz ki bunda talebe-i ulumun zerre kadar bir günah ve kusuru yoktur, onlar Rumeli’nden, Anadolu’dan gelmiş henüz işlenmemiş gayet saf kıymetli madenler mesabesinde onlar her türlü terbiyeye müsteid temiz simalardır. Binaenaleyh böyle yirmi, yirmi beş yaşına kadar medresede bir dini Darü’l muallim de olduğu halde peygamberin babasını bilmeyişi ancak onun aldığı terbiyenin tesiriyledir. Binaenaleyh bütün kabahatler onları terbiye ve tedris edenlerde ve nihayet netice itibariyle sizdedir değil mi?

Talebe-i ulum haklı haksız birçok hücumlara maruz kaldıkları halde onların- tatilden bil istifade –teal-i fikriyelerine ıslah hallerine dair bilmem ki makam-ı meşihat ne gibi çareler tedbirler düşündü. Şimdi ne kadar gazetelerde bu babda bir havadise tesadüf edemediğinizden ma teessüf istidlal ediyoruz ki yazık har günlerini yine eskisi gibi okumakla geçirdi. Ben daha ziyade sözü uzatmayıp ihtiramat-ı mahsusama terdifen nukad-ı mesrudaya nazar-ı dikkat-i alilerini celp ederim”.193

A.C. mahlasıyla, doğrudan Bab-ı Meşihat yani şeyhülislamlık makamına yazılan bu

makalede Osmanlı eğitim sisteminin gerilemesi üzerine eğitim kurumlarından sorumlu

193

A.C. , ‘’ Açık Mektup : Makâm-ı Muâllâ-yı Meşihate’’ , İslam Dünyası, Sayı : 14, 14 Şevval 1329-1331 ( 16 Eylül 1913), s. 220-221.

olan Bab-ı Meşihat dairesinin neden taşın altına elini koymadığı sorulmuş ve icraatları

eleştirilmiştir. Medreselerin ıslahı konusunda o kadar konuşulmasına rağmen Bab-ı

Meşihat dairesi eski ve geleneksel eğitim sisteminde inat etmiş, yenileşmeye dair hiç

adım atmamıştır. Yazar, yenilik namına konulan fünun dersleri de tamamıyla kuru

laftan, göstermelik işlerden başka bir şey olmamıştır diyerek eleştiri oklarını daha da

sivriltmiştir. Bu savını doğrulamak amacıyla başından geçen bir olayı aktararak hadiseyi

somutlaştırmıştır. Fatih Medreselerinde eğitim gören bir hemşerisi ile karşılaşan yazar

Tarih-i İslam adında bir ders aldıklarını öğrenince ona birkaç soru yönelttiğinden

bahseder. Peygamber efendimizin babası kimdir? Hulefa-i Raşidin (Dört Halife)

kimlerdir? Gibi basit sorular sorduğunu ama yirmi yaşındaki ve tek derdi okumak olan

derslerden başını kaldırmayan bu medrese öğrencisinin böyle basit soruları

bilememesine hem şaşırdığını hem de üzüldüğünü söylemiştir. Yazar bu durumdan

öğrencileri değil onlara iyi bir eğitim veremeyen ulema sınıfını ve medrese

yöneticilerini sorumlu tutmuştur.

“HAYAT-I İSLAM ULEMA ELİNDEDİR

Hiç şüphe yoktur ki İslamiyet’in en büyük hadimleri ulema idi, zira onlar veresetü’l enbiya idiler. İbtida-i İslamiyette asr-ı saadetten itibaren birinci, ikinci ve üçüncü asırlara kadar ulema-ı İslam o makam-ı mukaddesi bi hak muhafazaya muvaffık oldular. O zamanlarda hülefa ve ümera dahi o makama hürmet ederlerdi. Ulema-i azamın sözü söz ve fetvası da fetva-i kati’ idi. (rahmehümullah) zira her ne söylerse rızaullah söylerler, ve şeriat gara-i mutahhara her ne emrederse ona göre fetva veriyorlardı, hak ve hakikat ne ise içtihat ve fikri ne ise onu söylerlerdi ve kimsenin hatırını saymaz, hulefe –i azamın dahi bir hatasını görürse bile bila tereddüt onu söylemekte ihmal etmezlerdi.

İşte o zamanlar İslamiyet güneş gibi parladı Asya’yı baştan başa boyladı. Afrika’yı münteha-i garba kadar istila ettikten sonra Avrupa’ya kadar da geçti. Londra caddelerinde geceleri insan zulmet-i leyallden sokağa çıkamadıkları zaman Bulunsiye? caddelerinde muntazam belediye fenerleri tenvir olunuyordu, Paris sokaklarında çamurdan insanlar geçemedikleri zaman, Kurtuba’da muntazam parkiyat taşları ile şoseler tefriş olunmuş bulunurdu. Müslümanların en mütedeyyin vahiyperver olan zamanlarda uleması her yerde rehber ve pişdarlık vazifesiyle mükellef bulunurdu ve ümerası da her umurunu ulemaya istişare ederek mevki tatbiki vaz ederdi. Bilahire ne zaman ki ulema müdaheneye başladı. Hatta kitapların dibacesinde dahi ümera isimlerini takdise kadar nuzul-u ihtiyar ettiler ise o zamandan itibaren artık ulemanın da

haysiyeti kalmadı ulemanın mevkii tedenni ettikçe hemen aktar-ı arzın her tarafında ilim dahi münkarız oldu. Yani ilim var fakat ehli kalmadı.

Bu gün tasavvur edecek olursak en alim zannettiklerimizi teraziye çekecek olursak kürre-i arzı baştan başa yoklayalım göz dolduracak bir alim yoktur. Cehalet bütün cihanı istila etti. ilim olamadığı gibi ilme rağbette kalmadı. Bu da gayet acı bir hakikattir. Bunu setr etmekte gizlemekte bir fayda olamaz belki gittikçe mazereti tamim eder, şu hâlde biz bunları itiraf ederek kendi kendimizi intibaha davet edersek daha münasip olur.

Bugün ulemamız umumiyetle gaflet içinde yuvarlanmakta imal-ı uhraviyedin de büsbütün vaz geçmiş yalnız bu gün toplayabildiğini kar zannetmektedir. Artık bu ketm olunabilecek bir halde değildir. Milletin kara gözlerinde katiyen vazifesini ifa etmedi ve hala hiçbir şey yapmak istemiyorlar hatta bütün cihan Müslümanlarına karşı İstanbul’da sarıklıların en büyük adamı ila-i kelimetullah için yirmi lira iane veriyor. Bugün umum-ı ulema her tarafa karınca gibi yayılarak milleti donanma ianesine teşvik etmek lazım iken ve kendileri de millete rehber olacakları yerde belki fiilen ön ayak olarak sokak sokak köy köy dolaşarak iane toplamaları lazım iken kimseden ses seda yok hilafe şerri’ şehadet arkasından dolaşıyorlar. Hala evkaftan kendi şahısları için birkaç para koparmak çaresini düşünüyorlar, biçare millet varını yoğunu feda ederek vatanım dinim dediği bir zamanda hoca efendiler nefsi nefsi demekten kendilerini alamıyorlar, efsus sadhezar! efsus. Bugün millet! Efrad-ı millet vatan uğrunda feda-i can ederken ashab-ı amayim gaflet içinde yuvarlanıyor.

Ey ulema-i kiram ey hoca efendiler bu milletin hayatı sizin elinizdedir, insaf ediniz Allah’tan korkmazsanız kendi hemcinslerinizden haya ediniz. Bu hal ulema-i İslam’a yakışmaz. Tövbe edelim nedamet edelim millete rehber olalım. Milletin hayatı ulema elindedir”.194

Abdürreşid İbrahim tarafından kaleme alınan bu makalede medreselerin bozulma nedeni

olarak ulema sınıfı gösterilmiştir. Ulema sınıfı peygamber efendimizden bu yana hiç

şüphesiz İslamiyet’in en büyük hizmetkarı olarak gösterilmiştir. Bu nedenle onların

sözü söz, fetvası kati bir emir olarak kabul edilmiştir. Kimsenin hatırını gözetmeyen,

halifenin dahi bir hatasını görse hemen yüzüne söyleyen Ulema sınıfı bu düsturda

çalıştığı vakitlerde İslamiyet bir güneş gibi doğmuş Asya’dan Afrika’ya hatta

Avrupa’ya kadar ışık saçmıştır. Londra sokaklarında çamurdan yürünemezken

194Abdürreşid, ‘’ Hayat-ı İslâm Ulema Elindedir’’ , İslam Dünyası, Sayı : 21 , 6 Kanun-i Sani 1329-1331 (1914),

İslamiyet’in hüküm sürdüğü Kurtuba sokakları ışıklarla süslenmiş, parke taşları ile

döşenmişti. İşte tüm bunlar ulema sınıfının öncülüğünde onların rehberliğinde

gerçekleşmiştir. Ama ne zamanki ulema sınıfına yalakalık başlamış, işte o doğan

güneşte yavaş yavaş ufuk çizgisinde ilerleyerek kaybolmuştur. Hatta ulemaya yapılan

yalakalıklar kitapların giriş cümlesinde yer almaya başlamasıyla ulema sınıfı gerilemeye

başlamıştır. Yani ilim var fakat bunu öğretecek bir ulema sınıfı yok!. Bunu düşünmek

gerekirse bütün yeryüzünü dolaşalım en alim zannettiğimiz alimler bile zamanın çok

gerisinde kalmış verdikleri ilim yalnızca ismen var olmuştur. Cehalet tüm yurdu

sarmıştır. Bunu gizlemenin bir manası kalmamıştır. Ulema sınıfı topluma rehber olup

devletin bu kötü günlerinde halkın yardımı için kapı kapı dolaşması gerekirken tamamen

kendi cebini düşünen bugün kazandığını yanına kar sayan bir kurum haline gelmiştir.

Ülkenin terakkisi için eski günlerde olduğu gibi ulema sınıfı yeniden halka rehber

olmalıdır diyerek ulema sınıfını göreve çağırmıştır.

“Hayat-ı İslam Ulemanın Eindedir” diyerek makam-ı meşihat dairesini donanma-i

hümayuna yardım etmeye davet eden İslam Dünyası Dergisinin bu çağrısı karşılığını

bulmuş ve makam-ı meşihat dairesi halkı donanmaya yardım etmesi konusunda bir

tebliğ yayınlamıştır.

“Donanma Ağasına

MAKAM-I MEŞİHATİN TEBLİĞİ

Donanma Ağasının tezyid-i kuvvet ve itila-i şan ve şerefi için her taraftan ibzal edilmekte olan muavenet-ı nakdiye hususunda halka teşvikat-ı lazımede bulunmak için makam-ı meşihatten bi’lumum hakem ve memurin-i şer’iyeye sureti atide münderic ta’mimname gönderilmiştir. “Satvet-i beriye ve sükût-ı bahriyesiyle mefahir-i sabıka-ı şan ve şevketini tehdit ve i’la etmek isteyen millet muazzama-i Osmaniye saadet ve selamet vatanın bilhassa kuvvetli bir donanmaya ve abiste bulunduğunu mesaib-i ahire üzerine katiyen cezm ederek müste’aynen ... teali istihlas mevcudiyet ve isticlab-ı kuvvet ve ... azim eylemiştir. İşte bu cümleden olmak üzere bu kerre mübayaa olunarak Sultan-ı Osman ol tesmiye kılınan ... bedeli bu maksad-ı