• Sonuç bulunamadı

İslam Dünyası Dergisi’ne Göre II Meşrutiyet Dönemi Eğitim Sisteminde

Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile Osmanlı Devleti’nin genelinde devlet düzeni ve sosyal

hayat alanında büyük değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Devlet yöneticileri ve idareciler

Osmanlı Devleti’ni geri kalmışlığından kurtarabilmek için Batı tarzı ıslahatlar

yapmışlardır.

XVIII. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu

milliyetçilik akımının etkisi ile Osmanlı Devleti bünyesinde yer alan azınlık ulusları

bağımsızlık mücadelesine başlamıştır. Sanayi İnkılabı ile de değişen ekonomik

paradigmalara ülke ayak uyduramamış ve devlet bu kötü gidişatı durdurmak adına pek

çok kurumla birlikte eğitim sistemini de sorgulamaya başlamıştır. II. Abdülhamit’in

tahta çıkmasının ardından 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilen Meşrutiyet’le birlikte

Tanzimat döneminde eğitim alanında tasarlanan yenilikler uygulamaya konulmuştur. II.

Abdülhamit döneminde sadece İstanbul’da değil taşra da dahil olmak üzere pek çok okul

açılmıştır. Nicelik açısından atılan bu adımlar ne yazık ki nitelik açısından kendini

gösterememiştir.

II. Meşrutiyet döneminin getirdiği hareketli siyasi yaşam içerisinde eğitim sorunları da

önemli bir yer tutmuştur. Eğitime ilişkin stratejik sorunlar, eğitim felsefeleri bu

dönemde tartışılan en önemli konuların başında gelmiştir. Yine bu dönemde yaşanan

siyasi çekişmeler yüksek öğretim öğrencilerini etkilemiş ve öğrenciler hareketli siyasi

yaşamın bir parçası haline gelmişlerdir

169

. Yine bu dönem Türk tarihi içerisinde eğitim

hakkında en çok yayının yapıldığı, halkın, eğitim sorunları ile yoğun olarak ilgilendiği

bir dönem olmuştur. Basın yayın faaliyetlerinin gelişmesi ile yapılmak istenen

reformlarla ilgili bir kamuoyu oluşturulmak istenilmiştir

170

.

II. Meşrutiyet dönemi eğitim açısından değerlendirildiğinde ele alınan temel meseleleri

şu şekilde ifade edilebilir.

169İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Türk Tarh Kurumu Yayınları, Ankara 1999, s.84.

170Muhammet Şahin, M. Ahmet Tokdemir, “II. Meşrutiyet Döneminde Eğitimde Yaşanan Gelişmeler”, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt: 9, sayı :4, Ankara 2011, s.852.

Osmanlı Devleti’nde modern anlamda eğitim kurumlarının oluşturulmasında temel

1869 Maarif Nizamnamesi ile atılmıştır. Bu nizamname eğitimin hemen hemen her

konusu ile ilgilenmiştir. İlkokuldan üniversiteye kadar eğitimin her kademesinde,

okutulacak dersleri, ders kayıt-kabul işleri, kız ve erkek çocukların nasıl eğitim

göreceği, idarecilerin, öğretmenlerin ve hizmetlilerin maaşları gibi tüm konuları bir

sisteme bağlanmıştır. Bu nizamname ile örgün eğitim, ilk, orta ve yüksek şeklinde

derecelendirilmiştir

171

.

II. Meşrutiyet döneminde Maarif siteminde 1869 yılında kurulan bu düzen nasıl

sağlanmalıdır? Eski sistem aynen devam etmeli mi yoksa Meşrutiyet’in getirdiği

şekilde yeni bir düzen mi kurulmalıdır? Kurumlar topyekûn bir düzenlemeye tabi mi

tutulmalıdır yoksa ayrı ayrı ıslah edilmeli

172

? İşte bu tartışmalar dönemin basın

faaliyetlerinde sıkça yer almıştır.

“MEDENİYET DÜNYASI TERAKKİ ETMİŞ İKEN İSLAMİYET ALEME NİÇİN İNDİ”173

?

“Medeniyet Dünyası ile İslamiyet alemi arasında şu gün gayet büyük tefavüt vardır. Biri bundan sonra hiçbir vakit inmemek ‘azmiyle riyaset, siyaset, hakimiyet, kürsülerinde mütemekkin olmuş. Yer yüzünde olan bütün hazinelere istila edip bütün kuvveti yalnız kendi eline almış. Diğerleri ise hayat-ı siyasiden tamamıyla mahrum kalmış, kendi işlerini kendi başına idare etmekten aciz olmuş, öz hanesinde öz mülkünde öz ihtiyariyle tasarruf hukukundan men’ kılınmış mahcur gibi her yerde diğerini taht-ı idare kalmış.

Gün gibi ma’lum şu dehşetli tefavütün elbette bir sebebi vardır. Esbab-ı fer’iyası her ne kadar müteadid olabilirse de asıl sebep her halde elbette birdir. Lakin o sebebi açık surette göstermek güçtür. Gayet ağırdır. ‘Umumiyetle tarih-i vak’iların içtimai hallerin hakiki sebeperini doğru ta’yin etmek müşküldür. Medeniyet dünyası ichad etti. ‘Ulum-ı maarif kuvvetiyle tabi’atı da bütün milletleri de kendisine teshir eyledi. İslamiyet ‘alemi ise o esnada atalette gaflette kaldı. Buna göre, medeniyet dünyası terakki etmiş iken İslamiyet ‘alemi indi.

Bu mudur asıl sebep?

Asıl sebep şu ise birinin içtihadına, diğerinin ‘ataletine sebep nedir?

171 Hamza Altın, “ 1869 Maarif Nizamnamesi ve Öğretmen Yetiştirme Tarihimizdeki Yeri”, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Elazığ 2008, s. 272,273.

172Şahin, Tokdemir, a.g.m. s.

173(*) Musa Carullah Efendi’nin “Halk Nazarına Bir Nice Meseleler” nam eserinden : sayfa – 33

Musa Efendi Hazretleri Rusya’daki ‘ulema-i İslamiye’ den olup gayet ma’ruf ve muhterem bir zattır. Şimdiye kadar te’lif ettiği kıymetli kitabeleri risalemizde ‘ilan olunacaktır

.

‘Ulum maarif nuru medeniyet dünyasında sekizinci asır ahirlerinde başlandı. O vakit başlanmış ma’arif nuru o kadar asırlar imtidadında niçin kuvvetsiz kaldı?

Başlandıkça niçin her defa sona kaldı.? On altıncı asır ibtidalarına kadar ma’arif niçin can alamadı? Terakkiyat eserleri niçin ‘umumiyet kesb edemedi?

On altıncı asır ibtidalarında Almanya’da başlanmış (reformasyon) (ıslahat) birkesinde medeniyet dünyasının ‘aklı, fikri kuyud-u ruhaniyeden, ruhaniler elinde esirlikten azad oldu. Ulum-u ma’arif geniş nefes alabildi.

Ufak meselelerle başlanmış reformasyon kısa müddette büyük kuvvet kesb edip, medeniyet dünyasına mektepler ehemmiyetli bereketler ihsan etti: İnsan kendinin insaniyetine akıl kendinin riyasetine istiklaline hürriyetine nufuzuna. nâil oldu. Bundan son alem-i vücudun nihayeti yok fezasında insanın aklı süratle hareket edip, tabiatın bütün hazinelerini, bütün sırlarını keşfetmeye başladı. Katolikleri kanlı ellerinden insanın kuvve-i idrakiyeleri, kuvve-i ilmiyeleri kurtuldu. İnsan hem ilim hem ‘amel yollarında neşatla hareket etmeye başladı, kilise duvarları içinde, papaların ellerinde akıl mahpus iken mümkün olmayan terekkiyat eseri, son asırlarda buna göre asanlıkla hasıl oldu.

Kilise tasallutundan akılın necatı birkesinde medeniyet dünyası terakki etti.

O vakit İslam medreseleri kütb-i kelamıye haşiyelerini mütalaa etmekle meşgul idi. İslam kalemleri mütevvin-i şuruh havaşi yazmak hevesiyla müptela ve mağrur idi. O vakit alem-i İslamiyet’te ehl-i İslam’ın aklı, fikri mukallid fakihlerin, mağrur mütekellimlerin ellerinde tutkun idi. Bütün dimağı istila etmiş sekte tesiriyle olsa gerek, alem-i İslamiyet cansız, hareketsiz kaldı, şimdi!

Büyük reformatör (müceddid) Martin Luther’in o tarihi günleri Devlet-i Osmaniye Sultanlarının en büyüğü olan Sultan Süleyman Kanuni günlerine müsadif idi. Yani o vakit nasraniyet devletleri İslamiyet devletine nispetle zayıf idi. Lakin Martin Luther gibi büyük müceddin birkesiyle nasraniyet alemi terakkiyat yoluna yüz tuttu. Ama İbn-i Kemal Ebussuud gibi kelamiyün Şeyhülislamların birkesiyle İslamiyet alemi tedenni inişlerine indirildi. Yani aklın azatlığı ile medeniyet dünyası terakki etti. Aklın tutkunluğu yüzünden İslamiyet alemi tedenni etti.

Gelecekte olacak şu dehşetli hakikat-i tarihiyeden nebuvvet lisani ile ile güya enzar etmek yoluyla olsa gerek, filozof-ı islam ‘ama Ebu’l ala hazretleri “ellezi’ümin”? de

---

Ve tilkel müraki gayrı hazel mürakit demiş

Yani: terakki ettiler, ama biz uyuduk. Bizim tedennimiz sayesinde büyüdüler. O terakkiyat yolları şu gaflet yataklarından elbette başka idi.

Akıl tutkun olup tefekkürden, muhakemeden mahrum kılınır ise fa’aliye tasablarınada sekte-i arız olup insan atalet beliyyesine müptela olur ise o vakit en zayıf sebep bile insan üzerine dehşetli tesirlerini icra edebiliyor.

Bunun için olsa gerek dervişler tarafından neşr edilen sakim tekke fikirleri, dünya hayatına daima lanet okuyan minber vaazları, rahatı, saadeti yoklukta arar zahid nazarları her şey de şeytan eserini görür sofu felsefeleri, ehl-i İslam’ın tutkunluk da muzip akıllarına, kalplerine tesir edebildi.

Buna göre alem-i İslam hem aklen hem bedenen atalet de kaldı. Buna göre medeniyet dünyası terakki etmiş iken, İslamiyet ‘alemi indi. Buna göre medeniyet dünyası ile İslamiyet ‘alemi arasında büyük tefavüt vücuda geldi. Buna göre biri riyaset şerefine bindi, diğeri esaret-i zilletine indi!..

Şu meselede benim nazarım budur. İslamiyet’in siyasi ve edebi tarihlerini mütala sayesinde şu nazar benim kalbime telkin kılınmış idi. Şu gün ki ahvalin sebeplerinden, caddelerinden bahseden ediplerin eserlerini de mütalaa etmekle benim o nazarım te’kid kılındı.

Gönlümde konulmuş şu itikadın sevkiyle tav’an ya kerhen ben hareket eder oldum. Ne yazmış isem ne söylemiş isem hepsi şu itikadımın irşadı ile idi. Her bir sözümden her bir satırımdan yalnız bir maksudum var idi. Aklı fikri esarettten azat etmek mezahib tarafından gösterilmiş hudutları hedm eylemek, mezhep tarafından bağlanmış kuyudları tamamıyla kırmak ihtiyarımızı, irademizi zayıflıktan çıkarmak yani aklımıza hürriyet irademize kuvvet vermek benim maksadım yalnız şu idi. Zira bütün alem-i İslamiyet’i istila eden ahvalin en büyük sebebi aklın mahpusluğu esirliği ihtiyarın zayıflığı idi.

İslamiyetin haklılığına ulviyetine kutsiyetine semaviliğine alel’yakin iman ederim. Buna göre ufak mezheplerin dar dairelerinde İslamiyet gibi mukaddes bir dinin talimleri hiçbir suretle mahdud olamaz öyle dar daireler de mahdud olmak İslamiyet hakkında elbette şu cihetle de mezahib hudutlarını ben elbet inkâr ederim.

İslamiyet nazarında akıl mahdud değil idi, mutlak idi. En büyük hüccet-i ilahiye olmak üzere mu’teber idi. İslam hükümetleri nazarına akılın fikrin hürriyeti hukuk-ı ibtidaiyeden hukuk-ı tabbiyeden idi. Mezheplerden birini iltizam hususu da selef asrında yok idi. Aklı bırakmak, aklın nüfuzunu çiğlemek ulum ve maarife düşman gözüyle bakmak erbabına lanet okları atmak hürriyet yüzüne küfür lekesi sürmek gibi ahval ve hususat-ı islamiyetin ruh-ı ulviyesi ile hiçbir suretle kabil-i te’lif değildir.

Kelamiyün din namıyla o gibi şeyleri İslamiyet alemine kabul ettirdiler. Din namıyla telkin kılınmış o beliyyeler dimağlara kalplere kün saldı binaenaleyh ehl-i İslamiyet aklı, idaresi, belki bütün kuvvesi tutkun kaldı. İşte bu tutkunluktur ki bütün belaların bütün felaketlerin sebebi esabesi idi.

İşte selamet yollarına sülûkün birinci çaresi aklı azat etmek tutkunluktan kurtarmaktır. Akıl, irade-i necat bulmayınca diğer çarelerin hepsi faydasız neticesiz kalır.

Bunun için ben akılda fehimde hürriyet mesleğine sülûk ettim, mezhep tabileri tarafından iltizam suretiyle ‘itibar olunan hudutları inkâr eder oldum. Hayli meselelerde mezhep erbabına cesaretle muhalefet ettim. Lakin bu evvelki büyükleri tahtıe (?)’, muahaza davasıyla değilde belki aklın fikrin hürriyeti İslamiyet’in itsa-ı ve ulviyeti hakkında itikadımı göstermek mülahazasıyladır...”174

Makalenin sahibi olan Musa Carullah Bigiyef Rusya Müslümanlarından olup Türkistan

coğrafyasında büyük uyanışı sağlayan Usul-ı Cedit hareketinin öncü isimlerinden

biridir. Musa Carullah ve çevresindeki Ceditçi aydınlar bir milletin geri kalmasında en

önemli etkenin eğitimsizlik olduğunu düşündükleri için bu yenilik hareketini ilk olarak

okullar açarak başlatmışlardır. Çünkü eğitim yaşamakta olan neslin ve sonra gelecek

nesillerin aydınlatılmasında temel unsurdur. Bu nedenle gelecek nesillerin daha ileriye

taşınmasında çocukların eğitilmesi önemli bir yer tutmuştur. Musa Carullah’ın

makalesinde de bahsettiği gibi İslam Dünyası ne zaman aklını kullanarak sorgulamayı

bırakmış ve dünyadaki gelişmelere kayıtsız kalmaya başlamış ise o zamandan beri İslam

Dünyası kendini bir gerileme içinde bulmuştur. İslam Dünyası özellikle VIII. yüzyıldan

itibaren önemli bilim adamları yetiştirmiş, önemli eserler meydana getirmiş, çağını takip

eden değil kontrol eden bir lider durumuna gelmiştir. İslam Dünyası parlak bir devir

yaşarken günümüzde medeniyetler beşiği olarak tabir edilen Avrupa, karanlık bir

dönemin içine düşmüş, dönemin önemli siyasi gücü olan kilise ise siyasi ve ekonomik

çıkarlarını korumak adına halkı kullanmış, halktan ağır vergiler toplayarak yoksulluğa

mahkûm etmiştir. Ama XVI. yüzyıla gelindiğinde gözümüzü kulağımızı kapattığımız

bir zamanda Martin Luther’in başlatmış olduğu Reform hareketi Avrupa’yı, âdeta

düştüğü bataktan çıkarmış ve bu günkü konumuna gelmesini sağlamıştır. Peki tüm

bunlar olurken İslam Alemi ne durumda idi? Kuran-ı Kerim’in ilk ayeti olan “

ikra’ bismi

rabbikelleziy halak

” yani yaratan rabbinin adıyla oku emrine riayet etmeyip okumamayı

tercih etti, İslamiyeti her çağa uydurarak yaşanabilir kılmak yerine onu dogmalara

boğarak cehaletin egemen olduğu bir din haline getirdi. İslam Dünya’sının içinde

bulunduğu bu durumlar makale içerisinde şu şekilde ifade edilmiştir “ilmi gelişmelerin

174

Medeniyet Dünyası Terakki Etmiş İken İslamiyet Alemi Niçin İndi?. ’’ , İslam Dünyası, Sayı : 1, 6 Rebiülahir 1329-1331 (15 Mart 1913), s. 4-6

.

hâkimi konumunda Doğu toplumları bulunurken kendi içlerinde ilmi bir yenilik

gerçekleştiremeyerek bu üstünlüklerini Batı toplumlarına kaptırmışlardır. Doğunun

yüzyıllarca egemenliğinde bulunan ilmi gelişmelerin etkinliğini yitirmesinin ardından

Doğudan doğan ilim güneşi yüzünü batıya döndürmüştür, kıyamet alametlerini anlatan

alimler ahir zamanda güneş batıdan doğup doğudan batarsa bilin ki kıyamet yakındır

diye buyurmuşlardır. Bu durumda İslam alemi kendi kıyametini kendi yaratmış ve

elleriyle Batıya teslim etmiştir”. Makaleden anlaşılacağı üzere Avrupa, Doğu

medeniyetini çıkış yolu yaparak gelişmesini sürdürürken Doğu toplumları ise skolastik

bir düşünceye saplanmış, ilmi faaliyetleri göz ardı ederek Batının gerisinde kalmıştır.

Kendi vatandaşlarının eğitimi için birçok reformlar yapan Avrupa günümüzde de Doğu

toplumlarına karşı ilmi açıdan üstünlüğünü devam ettirmektedir.

İslam Dünyası Dergisi’nde eğitimin önemi üzerinde fazlaca durulmuş ve pek çok

makale yayınlanmıştır. Öğretmenlik yaptığı anlaşılan dergi yazarlarınan A.S. bu

konuyla ilgili Usul-ı Tedris başlığını kullanarak yazılar yazmıştır.

“BİZDE USÛL-İ TEDRİS -I-

Millet, hürriyet-i kelam ve serbesti-i tahriri merama nail olunca, intişâra başlayan ilmi, edebi ve felsefi resâil-i mevkûte de, kah kah “terbiye-i etfal” ve ale’l umum terbiye-i fikriye ve dimağiyeye ait makalat-ı müsadif nazar itilâ’mız olmuş ise de “terbiye” ile aynı derece-i refi’ ehemmiyet de bulunan daha doğrusu birbirinin müradifi ad olunacak derecede mütemmimi sayılan “tedris” usullerinden hemen hiçte bahis olunmadı.

Terbiye-i fikriye hakkında ki malumat, mütala’at mahrumiyet mutlaka içinde puyan olan bir millet için pek elzem ve pek müfid olmakla berber, bu mesainin inkişaf-ı asarı pek batî ve uzun müddete muhtaç olduğu halde, usul-i tedrisin iftitaf esmarı pek çabuk, hatta bir milletin hayat- ı umumiyesine nispeten lemha-i basar denecek kadar kalil olan dokuz aylık bir sene-i tedrisiye de müyesser olur.

Usûl-i tedrisin hatt-ı zatında ehemmiyet-i azimesi ve peyderpey vereceğimiz malumattan anlaşılacağı üzere bizde ki halinin erbab-ı akıl ve insafı cidden me’yus edecek dereke-i pesti ve perişaniyeti daha açık söyleyelim, tamamen mefkudiyetine rağmen gerek doğrudan doğruya alakadaranını teşkil eden muallimin ve evliya-ı etfalin ve gerek resmi makam-ı ait ve vazifedarı

olan maarif-i umumiye nezaretinin bu mesele-i hayatiye ile ne raddeye kadar meşgul olduklarını biraz tedkik edelim

Evet, tetkik edelim de hayat-ı müstakabelimizin kalpgahını, ruhunu teşkil eyleyen bu mesele-i muadileye karşı gerek milletçe gerek hükümetçe bu ana değin takındığımız tavr-ı lakaydının, derecesini ve binaenaleyh bu asr-ı maarifette mevki-i ilmi ve içtimaimizin derekesini anlayarak biraz düşünelim!

Milel-i sairede babalar, valideler, evlatlarının talim ve terbiyesi ile o kadar meşguldür ki, bu meşguliyetleri yalnız çocuklarının hanelerinde bulundukları zamana münhasır olmayıp mektebin cenah-ı terebbüyetinde geçirdikleri zaman ve ahval ile dahi şiddetle rabıtadardır. Bu cümleden olarak her memlekette çocuk velileri ile çocuklarının bulundukları mektebin heyet-i idare ve talimiyesinden mürekkeb cemiyetler, “himaye-i etfal” vesaire ünvanları ile diğer bir takım cemiyât bulunup muayyen zamanlarda evlatlarının tedris ve terbiyelerinin esbab-ı tekemmülatıyla iştigal eyleyerek terakkiyat-ı seri’a-i zamaniyeye göre ittihaz tedabir etmelerini zikr edebiliriz.

Bizde ise ya evladını esasen bir mektebe yollamaz yahut yollasa bile bir daha ardını aramaya lüzum hissetmezler.

Ne çocuğunun derslerinde ki terekiyatını ne de mektepte ki mesai ve harekâtını gerek kendiliğinden gerek çocuğun muallim ve mürebbiyelerine temas ederekten anlamayı hatırına bile getirmezler.

Çocuk üzerinde en mühim sâik-i terakki olan tekayyüdat-ı pederânenin de ne mertebe ihmal edildiğini anlamak isterseniz lâ alâ’t-tayin bir veya birkaç muallime mekteplerimizdeki adem-i muvaffakiyetin esbabını sorunuz, alacağımız cevap hemen aynen: “biz ne yapalım efendim” sırf mektepte çabalamakla olmuyor, rüesâ-yı ailece de çocuğun terbiye ve tahsiline ihtimam olunmalı ki. Bizde ise aile terbiyesinin hiç yardımı yok.” dan ibarettir.

Bununla beraber bu mesele de muallimlerimizin tamamen masum olduklarını asla zannetmeyiniz. O cihetle izahını makalemizin ileri ki kısmına terk ediyoruz benâberin, bizde daha birçok zamanlara kadar bu kabil çocuk velilerinden usul-i tedris ve terbiyenin terakkisi emrinde teşebbüsat-ı müştereke beklenemez” 175

.

Yazarında makalesinde bahsettiği gibi eğitim sadece okulda gerçekleşmez eğitim

konusunda ailenin de payı çok büyüktür. Eğitim sorunları değerlendiriliklen sadece

okullardaki program sorunlarını tartışmanın yeterli olmayacağı savunulmuştur. Eğitim

sorunlarının bir bütün olarak ele alınması gerektiği vurgulanmıştır. Bu nedenle örnek

alınan Avrupa milletlerine bakılacak olursa, sair milletlerde aileler çocuklarının

eğitimi konusunda çok ilgilidir üstelik bu ilgi sadece onlar evdeyken değil okulda iken

de devam etmektedir. Aileler çocuklarının okulları ile sürekli bir iletişim içerisinde

olup, kurmuş oldukları cemiyetlerle de okulun ve çocuklarının her zaman destekçileri

olduklarını göstermişlerdir. Müslümanlarda ise değil cemiyetler kurarak okula destek

olmak öğrenciyi okula göndermez, gönderse de ardını arkasını aramaz bir ebeveyn

topluluğu olmuşlardır. Öğretmenler de, talim ve terbiyenin tek başına okulda

gerçekleşmeyeceğini, ebeveynlerinde onlara yardım etmesi gerektiğini

söylemektedirler.

BİZDE USUL-I TEDRİS-II

Usul-ı tedrisin ıslah ve tatbiki meselesinde muallimlerimizin mevkine gelince, bundan bahsetmek cidden hicab-ı averddir.

Bu sınıfın şimdiye kadar kendi vezaif-i meslekiyelerine karşı takındıkları tavr-ı lakaydanelerini, öldürücü ihmallerini göz önüne getirip de ye’is ve fütura düşmemek istikbal-i milletten nevmid olmamak nasıl kabil olur, bilemem! Bizim muallimlerimizi, başka hakim ve müstakil milletlerin o azimkar, o meslek-i ulvisinin aşkı, kaffe-i ısrar ve gavamiz-i dakikasının tamamen vakıfı, o büyük muallimler ile değil , fakat akvam-ı tabiadan olup –gurur-ı cahilanemize teb’an – la şey ad ettiğimiz ufak, bîvâye milletlerin faziletkar muallimler ile hatta Bulgaristan ve Rusya gibi her nevi tazyikat-ı maarifet-i şiknane altında yaşayan akvam-ı İslamiye’in maddi , manevi her türlü tergibattan mahrum o sahipsiz muallimler ile bile mukayeseye kalkışmaktan ise ; vakıfane teşebbüsati, alimane hüdamatıyla sine-i millette birer mevki-i hürmet ve hususiyet iktisap eden birkaç zevat-ı ma’dudeyi istisna ettikten sonra bizde bu güne kadar “ muallimin” namıyla bir sınıf , ma’at-teessüf bir sınıf mümtaz ispat-ı vücut etmediğini, edemediğini itiraf eylemek elbette şime-i insafa daha muvafık olur.

Pekala ; buna sebep ne ? neden bizim muallimlerimizde hürriyet-i şahsiye ve fikriyelerini temin eder etmez toplanmadılar. Dertlerin, programların, kitabelerin, umumiyetle mekteplerimizin nevakısını ihtiyacatını – sair millet muallimleri gibi- düşünmediler- musip kararlar, tedbirler ittihaz ederken usul-ı tedrisin tekamül hayret-i efza-i ahirinden evlatlarımızı müstefid etmediler

edemediler? Neden bu suretle hem milletlerine hem de vicdanlarına karşı vazifelerini ifaya hiç gayret eylemediler?

Evet bu babda birçok esbab ve avamil, hassaten avamil-i ruhiye olabiliyor ise de bendenizin zikredeceğim başlıca sebep şudur:

Bizde her meslek erbabı gibi muallimliğe intisap edenler dahi bu mesleğe bir aşk, ruhu bir sevk- i fıtrî ile sülük ettiler. Bilakis diğer bi’l cümle memurumuz gibi sefil bir ihtiyacın, yani ancak birkaç kuruş maaşa geçebilmek göreneğinin ilcasıyla o tarik-i müşükle dahil oldular.

Mesela: Efendi, sultaniyeden mezun, ya ikmal-i tahsile vakti müsait değil yahut hayat-ı tahsilden sıkılmışlar ise, ne yapsın, altı yüz kuruşla bir idadi Fransızca muallimliği yakalamış gitmiş. Eğer mekteb-i mülkiye-i şahaneden mezun olup maiyyet-i memurluğunda münhal yer yok ise birkaç sene boş yere bekleyeceğine bir mektebe ulum ve fünun –ı şetti muallimliği ile kayrılıvermiş!

Faraza fi tarihinde bir darü’l fünun açılmış, sair gözde mekteplere başvurupta me’yus olanlar boş gezmemek için her ne kadar gayesi meçhul ve meşkuk ise de derhal oraya yığılmışlar. Kimi