• Sonuç bulunamadı

çevreleriyle olan etkileşimin tarihidir (Carson, 2011, s. 4). Bu tarih içerisinde yeryüzünde ilk ortaya çıktığı andan itibaren cansız varlıklar ve diğer canlılar ile insan bir bütünü meydana getirdiğinden dolayı sürekli bir etkileşim halindedir (Sülün ve Sülün, 2015, s. 98; Aydın, 2010, s. 10). Dolayısıyla da insan, çevrenin bir unsuru olmakla birlikte hem çevreyi etkilemekte hemde çevreden etkilenmektedir (Gülay ve Önder, 2011, s. 17). Bu bağlamda içerisinde yaşadığı çevreden insanı ayrı tutmak olanaksızdır. Çünkü ırmakla, kuşlarla, ağaçlarla akşamının olağanüstü ışığıyla ya da suyun üstüne vuran gün ışığıyla etkileşim halindeyiz ve herhangi bir şeyle aranızda etkileşim ya da bağ yoksa ölü bir insansınızdır (Krishnamurti, 2012, s. 27). Eğer yaşıyor ve nefes alıyorsak çevremiz ile karşılıklı olarak sürekli bir etkileşim halindeyiz ve bu durum hayatımızın sonuna kadar devam edecektir (Önder ve Özkan, 2013, s. 9). Kısacası anlatılmak istenen çevremizi etkilediğimiz ölçüde çevreden etkilenmekteyiz ve tüm canlılar gibi yaşamımızın temel gereksinimleri için çevremize bir anlamda bağımlıyız (Spurgeon, 2014, s. 6).

İnsan ve doğa etkileşimi yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. İlkel zamanlarda insan doğal çevreyi olduğu gibi kabul etmiş ve onu değiştirmeye çalışamamıştır. Aksine onu yüceltmiştir. Doğaya bağlılığını kabul ederek doğayı tanımaya, algılamaya ve doğaya uyum sağlamaya çalışmış ve boyun eğmiştir. Ardından yerleşik hayat geçen ve tarım yapmaya başlayan insan doğayı kontrol altına almayı öğrenmiş ve değiştirmeye başlamıştır. Böylece ilkel dönemdeki insanın yerini bitki ve hayvanlara hükmetmek isteyen, doğadaki kaynakları kullanmaya başlayan ve dünyayı kontrol altına almak isteyen insan almıştır. Bu durumun sonucunda ise doğa insana boyun eğmeye başlamıştır. Sanayileşme ve kentleşme döneminde ise teknolojik gelişmelere bağlı olarak insan doğayı sömürmeye başlamış ve üstünlüğünü doğaya kabul ettirmiştir. Bunun sonucunda ise çevre sorunları artmaya başlamış ve insan çevre etkileşimi yeni bir boyut kazandırmıştır (Atasoy, 2015, s. 23-40; Ertürk, 2012, s. 56-132; Ünal, Mançuhan ve Alp Sayar, 2001, s. 3-5).

Toplum yaşamında her türlü değeri paranın ve tüketimin belirlediği günümüzde tüketici insan, başkalarının çevresel değerlerine saygılı olmak şöyle dursun kendi çevresine dahi ne kadar zararlar verdiğini düşünme zahmetine bile katlanmamaktadır. Ünlü düşünürün düşünüyorum öyleyse varım özdeyişinin yerini günümüzde saki tüketiyorum öyleyse varım kuralı almış durumda. Şehirlerin nasıl gelişeceğini, hangi değerlerin nasıl ve ne ölçüde korunağına toplumun yararı ilkesi değil, insanların bencil eğilimleri belirlemektedir. Bu noktada günümüz tüketim kültüründe yaşam kalitesinin tüketim maddelerini artırarak yükselebileceği anlayışı hâkimdir. Oysa insanın yaşam kalitesinde

piyasada alınıp satılan malların dışında havanın, suyun, toprağın ve içinde bulunulan kentin kalitesi girmektedir. Yüksek yaşam kalitesi ancak insan ile doğanın uyumlu ilişkisinden doğabilir (Ertürk, 2004a, s. 117; Keleş, 1992, s. 1).

Krishnamurti’ nin (2012) dediği gibi her yeni gün, her yeni sabah dünyanın mükemmelliğinin ve olağanüstülüğünün bir kanıtı ve biz onu birbirimizle olan ilişkimizle, doğa ile olan ilişkimizle ve dünyadaki bütün canlılar ile olan ilişkimizle yok ediyoruz (s. 111). Geleceğe güvenle bakmak ve doğa ile ilişkilerimizi yok etmek istemiyorsak; doğaya karşı sorumluluklarımızı bilmeli, onu iyi tanımalı, doğayla ilişkilerimizde temel inanç ve değerlerimizi yeniden şekillendirmeli, doğayı kendi istek ve arzumuz doğrultusunda bilinçsizce kullanmaktan vazgeçmeli ve doğayla yeniden bütünleşmenin yolunu aramalıyız (Atasoy, 2015, s. 96). Çünkü doğa ile olan ilişkiden ve deneyimlerden mahrum kalırsak “yerimizi unuturuz ve yaşamımızın bağlı olduğu büyük örgüyü unuturuz” demektedir Chawla (Louv, 2012, s. 119).

2.1.2.1.1. Çevrenin insana olan etkileri. Canlının hayatını sağlıklı olarak sürdürebilmesi çevresi ile olan uyumuna bağlıdır; çünkü çevrede meydana gelen değişmelerin etkilerini canlının hayatında görmek mümkündür (Sülün ve Sülün, 2015, s. 98). Dolayısıyla çevrenin insana olan etkisi insanın yaşam şeklini etkileyebilecek kadar güçlüdür (Gülay ve Önder, 2011, s. 20). İnsan davranışlarını etkileyebilecek kadar güçlü olan çevre insanların amaç ve davranışlarını etkileyen ipuçları gönderir, bu ipuçlarının normatif davranışa etkileri vardır ve bu etkiler toplumsal düzen açısından önemlidir (Lindenberg, 2015, s. 127). Ayrıca çevrenin toplumsal düzene etkisi kadar insanın fiziksel ve ruhsal sağlığına olan etkileri de yadsınamayacak derecededir.

Doğa ile iç içe yaşamanın faydaları araştırmacılar tarafından araştırılmış ve doğanın insan üzerinde birçok etkisi olduğu ortaya konmuştur (Ulrich ve Parson, 1992; akt, Önder ve Özkan, 2013, s. 11). Özellikle doğayla ve doğal ortamla ilişki kumanın insan sağlığına olum etkilediğine dair düşünceler uzun süredir tartışılmaktadır (Van Den Berg, Joye ve De Vries, 2015, s. 48). Doğanın insan psikolojisi ve dolayısıyla da fiziksel sağlık üzerindeki etkisine yönelik yapılan araştırmalarda çalıştıkları yerlerden ağaçları, ormanları, çiçekleri vb. yerleri görenlerin bu tarz yerleri görmeyenlere göre daha az yaşadıkları, işlerinde daha mutlu oldukları gözlenmiştir (Önder ve Özkan, 2013, s. 11-12; Özgüner, 2004, s. 97). Yapılan ilginç bir çalışmada ise Moore (1982) kaldıkları mekânların pencereleri doğal çevreye dönük olan tutukluların hapishane stresi olarak kabul edilen sindirim sistemi rahatsızlıklarına, baş ağrısına ve ilgili bazı rahatsızlıklara daha seyrek maruz kaldıklarını bulgulanmıştır. Ayrıca ağaçlar ve yapraklar içeren doğal yeşil ortamlarda çalışan

koşucuların, spor salonlarında ve benzer alanlarda çalışan koşuculara göre aynı derecede kalori yakmalarına rağmen kendilerini daha rahat ve dinlenmiş hissettikleri, daha az öfkeli ve huzursuz oldukları araştırma sonuçlarıyla ortaya konmuştur (Louv, 2012, s. 58).

Gürültü, kalabalık ve trafik gibi durumlarda yaşamak ya da çalışmak zorunda olanların olumsuz ruh hali ve rahatsızlık gibi etkilerine ek olarak motivasyonlarında da düşüş görülmektedir ( Bilotta ve Evans, 2015, s. 33). Wells ve Ivans (2003) yapmış oldukları çalışmalarında ise şehirde yaşayan çocukların, doğa ile iç içe yaşayan çocuklara oranla daha az stres yaşadıklarını bulgulamışlardır (akt. Önder ve Özkan, 2013, s. 12). Çocukluk döneminde yaşanan bu stresin ileriye dönük birçok etkisi de bulunmaktadır (Raleigh, 2009). Bu çalışmaya benzer şekilde çocukluk döneminde çevreyle etkileşime girmiş ve çevrede vakit geçirmiş kişilerin yetişkinlikte de çevreye bağlılıklarının daha iyi olduğu yapılan bir araştırma ile ortaya konmuştur (Ewert, Place ve Sibthorp, 2005).

2.1.2.1.2. İnsanın çevreye olan etkileri. İnsanoğlu geçmiş zamanlarda ekosistemlere müdahalesi orman alanlarını tarım yapmak için tahrip etmesi şeklinde iken nüfusun henüz etkili bir şekilde artmamış olmasında dolayı çevreyi etkilemekten çok çevreden etkilenen bir pozisyonda idi. Ancak artan nüfus ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak insan çevresini etkilemeye ve değiştirmeye başlamıştır. Bu değişim ise günümüzde çevre açısından olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Ormanların tahrip eden sulak alanların yok eden, toprak yapısının değiştiren, kimyasalları yoğun olarak kullanan ve kendi türünü bile görmezden gelen insanoğlunun bu davranışını ne kadar sürdüreceği ise bilinmemektedir (Kiziroğlu, s. 272; Semenderoğlu, 1992, akt. Önder ve Özkan, 2013, s. 13).

İnsanoğlunun çevreye en büyük etkisi, çevreye zarar vererek çevre sorunlarını tetiklemektir. İnsanlar aşırı nüfus artışıyla birlikte hızla gelişen bilimsel, ekonomik (Brown, 2004a, s. 17-32) ve teknolojik devrin sonucunda çevresindeki canlı cansız varlıkları sömürerek, tahrip ederek dünyanın fiziksel ve biyolojik yapısını değiştirmiş, tüm canlıların yaşam temellerini yıkmış ve yaşanabilir bir dünyayı yaşanmaz hale getirmiştir (Çepel, 2004b, s. 47; Işık, 2004, s. 155). Bu bağlamda gezegenimizdeki üretim, tüketim ve nüfus artışı doğaya baskıyı ve çevre sorunlarını artırmıştır (Atasoy, 2015, s. 102) ve bunun sonucu olarak da özellikle bilimin, sanayinin gelişmesi ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak insan suları, toprağı, trafiği ve solduğu havayı kirletmiştir (İmam, 2004, s. 195). Özellikle hızlı nüfus artışı beslenme sorunlarında, mekân ve enerji bunalımlarına kadar çok çeşitli sorunları ortaya çıkarmıştır (Çepel, 2004a, s. 67; Engelman, Halweil ve Nierenberg, 2004, s. 127-128). Nüfus artışına bağlı olarak da, kendi gereksinimleri doğrultusunda

hayvan üreticiliği ve bitki yetiştiriciliğini yeğleyen insanoğlu bunu yaparken her zaman fazla ürün alama peşinde olmuş ve doğaya karşı ciddi zararlara yol açmıştır (Kiziroğlu, 2004, s. 272). Bu bağlamda da bitki örtüsünün büyük bir kısmını ortadan kaldırarak erozyonun geri dönülmez yok edici sürecini hazırlamıştır (Kiziroğlu, 2004, s. 272).

İnsanın doğaya olan etkilerinden bir tanesinde şüphesiz küresel ısınmadır. Dünyamızdaki ısı gün geçtikçe yükselmektedir. Bu doğrultuda buzulların erimesi küresel ısınmanın en kuvvetli belirtisi olarak gösterilebilir. Buzulların erimesine paralel olarak deniz seviyesi yükselmektedir. Deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak tuzlu su miktarı artarken nehirlerimiz kurumakta ve tatlı su oranında bir azalma görülmektedir. Bu durumda gelecekte yaşanacak su krizlerinin kapısını aralamaktadır. Ayrıca günümüzde kullanılan fosil yakıtlar ve atmosfere verilen fazla miktarda karbon oranı gibi zararlı gazların ozon tabakası üzerinde yaptığı olumsuz tahribatta su krizi kadar önemli bir düzeye gelmiştir. Buna bağlı olarak yaşanan bütün bu değişimler, gezegenimizdeki biyolojik çeşitlilik üzerinde korkunç bir etki yapmaktadır. Bu durum sonucunda bu gün dünyamızda birçok hayvanın ve bitkinin neslinin tükenmesi gibi bir durum ortaya çıkmıştır (Brown, 2004b, s. 69-84; Brown, Flavin ve Postel, 2004, s. 91, 93, 94 ).

Bütün bu kirliliklerin sebebi aşırı üretimin ve tüketimin getirmiş olduğu denge sorunlarıdır. Çevre kirlenmesi denilen şey aslında insanın kirlenmesi ve yaşamın kirlenmesiyle ilgilidir. İnsan ruhsallığının kirliliklerini dünyaya yansıtır. Dünyamız bu bağlamda iki plastik şişe veya bir kutu ile kirlenmiş değildir. Onlarda kendi açılarından kirlilik sayılabilir ancak asıl kirlilik insanın kirlenmesidir. Asıl kirlilik insanın ruhunun kirlenmesi ve bunu doğaya yansıtmasıdır. Bu noktada bizlere düşen görev bu gerçeğin bilincine varmak, doğaya karşı gelme anlayışından vazgeçmek ve doğa ile bütünleşmenin yollarını aramak olmalıdır. Bu doğrultuda gelecek kuşaklar boyunca görevimiz endüstriyel üretim modelini yeniden tasarlamak, sürdürülmez üretim süreçlerini dönüştürülebilir ve sürdürülebilir süreçlerle değiştirmek olmalıdır (Çepel, 2004b, s. 47; Dodson Gray, 2004, s. 243; Timuçin, 2004, s. 223).

Çevre kirliliği ve sorunlarının baş aktörü olan insan, insan merkezli düşünceden vazgeçmeden, çevre merkezli tutum davranış ve alışkanlıkları benimsemeden, bireysel arzularını toplumsal düzen ve küresel isteklere feda etmeden, tüketim alışkanlıklarını geleceğe yönelik değiştirmeden, doğayı sömürme anlayışından vazgeçmeden, doğayı istediği gibi tüketebileceği anlayışından vazgeçmeden içinde bulunduğumuz bu ekolojik bunalım çevre sorunu değil insan sorunu olmaya devam edecektir (Atasoy, 2015, s. 259).

Sonuç olarak; çevre sorunlarının dünya çapında ekolojik bir bunalım haline gelmesi ve insanlığın geleceği için tehdit oluşturması üzerine, bu sorun bütün boyutlarıyla ele alınmaya, insan doğa ilişkilerinin meşruiyet zemini; tarihi boyutu, insan doğa ilişkilerinin arkasındaki dünya görüşü tartışılmaya ve yeniden üzerinde düşünülmeye başlanmıştır. Yeniden sorgulanan bu ilişki, insan yaşamı ve saygınlığının doğayla uyum içinde olmasının bilimsel yöntemlerle olabileceği düşüncesinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Çünkü çevre sorunlarına akılcı düşüncenin, eğitilmiş ve süzgeçten geçirilmiş bakışını yönelterek bu sorunların bazı boyutları aydınlatılabilir. Bunların kalıcı ve evrensel yasaları vardır. Bunları ancak mantık gücüyle ele aldığımızda çözümleyici bir yol bulabiliriz. Böyle bir aşama, insan, doğa ve bilimsel yöntemin iç içe birbirini tamamlayan olgular haline gelmesini sağlar. Bu durumda doğal çevreyi bozmadan, diğer canlılara zarar vermeden bir yaşamın gerçekleşmesi demektir. Bunun içinde bilimsel teknoloji ürünleri doğayı ve doğal varlıkları tehdit edici olmamalıdır. Bu noktada unutulmaması gereken ise “doğaya yabancı bir şey koymazsanız o orada olmaz” ilkesi olmalıdır (Erdem, 2004, s. 97; Kiziroğlu, 2004, s. 277; Özdemir, 2004, s. 280).

Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda bireyde istendik düşünce, davranış, değer yargısı, bilgi ve beceri kazandırma süreci olan eğitimden çevre sorunlarının çözümünde bireyleri değiştirme aracı olarak yararlanabiliriz (Geray, 2004, s. 312).