• Sonuç bulunamadı

İkinci Dönem: Hilafetten Ulus Devlet Anlayışına Geçiş 149

B. M AVERDİ ’ NİN K ISA H AYAT S ERÜVENİ 9

B.1. Eserleri 10

7. MAVERDİ SONRASI İSLAM DÜNYASI’NDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ 136

7.3. Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesinde Din-Devlet İlişkisi 144

7.3.2. İkinci Dönem: Hilafetten Ulus Devlet Anlayışına Geçiş 149

Müslüman düşünürlerin, devleti kurtarma adına hilafet tartışmaları yaptıkları ilk dönemin sonlarında, bu tartışmaları sonlandıracak bir olay gerçekleşmiş; 3 Mart 1924’te de Hilafet; “Hilafet, hükûmet ve cumhuriyetin mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgâdır” (Ceylan, 1991:I/176) denilerek kaldırılmıştır.

Abduh’un öğrencisi olan Reşid Rıza, birinci dönem ile ikinci dönem arasında bir köprü olmuş; kendisi de önceleri, birinci dönem düşünürleri gibi devleti ve hilafeti kurtarma çabası içerisindeyken, hilafetin kaldırılışıyla ikinci dönemi etkileyen teorisini ortaya koymuştur. Reşid Rıza; “el-Hilâfe evil-İmametil-Uzmâ” adlı eserinde; önce, hilafetin İslam siyaset teorisindeki temellerini tespit etmiş ve bu teoriyle Müslümanların siyasi uygulamaları arasındaki farkları göstermiştir. Daha sonra, hilafet teorisinin; uygulanması zor şartlar içerdiğini belirtmiştir. Ona göre; ideal olana ulaşmanın zorluğu ortadayken bunun için çaba sarf edilmemeli, uygulanabilecek olan tercih edilmelidir. Uygulanabilecek olan ise; ulus devletler şeklinde yapılanmış olan Müslüman ülkelerde, İslam Devleti kurmaktır (İnayet, 1988:134). İslam Devleti fikrinin ilk savunucusu Reşid Rıza, İslam’a karşı menfi tavır alıp onun sadece manevi alanla ilgilenmesi gerektiğini savunanlara karşı; İslâm’ın bir hidayet dini olduğu kadar bir hâkimiyet, siyaset ve yönetim dini olduğunu söyleyerek, İslam’ın bir hukuk

sistemi ortaya koyduğunu ve İslam hukukunun uygulanabilmesi için de; İslam devletinin gerekli olduğunu savunmuştur (Rıza, 1991:210).

Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra oluşmaya başladığı tespitini yaptığımız; Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesindeki ikinci dönemin, hilafetin kaldırılışından sonra yaşanan çalkantılı dönemden itibaren başladığı söylenebilir. Hilafetin kaldırılışı sonrasında; devleti ve hilafeti tekrar diriltmek için harcanan çabaların boşa çıkması ve ortada kurtarılacak bir hilafetin kalmaması; düşünürleri ulus devletler içerisinde İslam Devleti kurma düşüncesine itmiştir. Kur’an’da; konumu belirlenmiş İslami bir devlet şekli ve siyasal bir rejim modeli olmamasına rağmen, bu dönemden sonra; Müslüman düşünürler, İslâm'ın meselelerini ancak İslâm Devleti çözer düşüncesiyle ve Batı’ya karşı tepkisel bir şekilde; hilafet düşüncesinden, ulus devlet içerisinde İslam devleti kurma düşüncesine geçiş yapmışlardır (İnayet, 1988:131). Hasan el-Benna (1906-1949), Seyyid Kutup (1906-1966), Mevdudi (1903-1979) gibi fikir ve siyaset adamlarının aktörlüğünü yaptığı bu dönemden sonra, İslam Dünyası’nda ortaya çıkan siyasi akımlar; birbirlerinden farklı modeller gibi görünseler de, neredeyse hepsinin ortak hedefi; Asr-ı Saadet’teki İslam Devleti’ni yeniden diriltmek olmuştur (Ocak, 1998:8).

Osmanlı’nın son dönemlerinde, Batı’nın her alanda İslam Dünyası’nın önüne geçtiğinin fark edilmesiyle başlayan kompleksli tavır neticesinde; geri kalmışlığın sorumlusu olarak İslam görülmeye başlanmış, bu da İslam’a karşı, çoğu zaman açık bir şekilde ortaya konulmasa da, menfi tavırları beraberinde getirmiştir. Osmanlı’nın yıkılışından ve Batı’lı işgallerin sona ermesinden sonra bağımsızlıklarını kazanan Müslüman ülkelerde; askeri vesayetle kurulan iktidarların, İslam karşıtı tavırları bu durumun bir sonucu olmuştur. Ancak anti-islamist olarak nitelenebilecek bu tavırlar; bireysel ve toplumsal kimliğini, yaşama biçimini güvence altına almak isteyen Müslüman halk arasında; çoğu zaman gizli bir tepkinin gelişmesine neden olmuş ve bu tepki bütün Müslüman ülkelerde İslamcılık hareketlerini ve İslam Devleti idealini beslemiştir (Ocak, 1998:8).

Ulus devletlere bölünmüş Müslüman ülkelerde; yönetimi ele alanlar tarafından, ısrarla İslam’ın dünya dışına itilmesi ve sadece vicdanlara hapsedilmesi şeklindeki dayatmalar karşısında, bu dönem düşünürleri; İslam’ın aynı zamanda siyasi bir din olduğunu, dünya ile ilgili söyleyeceklerinin de bulunduğunu, İslam’ın sadece ahiret hayatıyla sınırlandırılıp vicdanlara bırakılamayacağını, devletle ve yönetim sistemiyle ilgili önerilerinin bulunduğunu, işgale uğramış İslam topluluklarını kurtarmak için mücadele edilmesi gerektiğini, İslam’ı

devletten ve toplum yaşamından soyutlamaya çalışan yönetimlere karşı cemaat, örgüt, parti vs. kurarak mücadele edilmesi ve gerekirse ayaklanmalarla zalim yöneticilerin devrilmesi, yerlerine İslam Devletleri kurulması gerektiğini söylemişlerdir (Eliaçık, 2011:310). Hayalini kurdukları devletin henüz var olmaması ve bu devleti kurmak için mücadele veriyor olmaları nedeniyle, dönem düşünürleri; devrimci ruhla radikal muhalefet yapan, İslamcı sıfatını alarak etkin bir şekilde siyasetle uğraşan kişilerdir. İslam adına yapılan etkin siyaset, İslam’ın siyasi alan dışında söylediklerinin ikinci plana atılmasına ve biran önce devlet kurmak isteyen bir siyasi akım gibi görülmesine neden olmuştur.

1920’lerden itibaren Mısır'da Hasan EI-Benna’nın, Pakistan’ın kuruluşundan sonra Ebu'l-A'la el-Mevdudî’nin başını çektiği ve ilk zamanlarında daha çok kendini; İngiliz sömürgeciliğine karşı tepki olarak gösteren siyasal İslami hareketler, bu dönemde ortaya çıkmışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında; sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi veren İslami hareketler, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İslam ülkelerinde kurulmuş olan sözde bağımsız rejimlere karşı yapılanarak; İslam’ın siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda söylediklerine vurgu yapmışlardır. Pakistan’da Cemaat-ı İslamî, Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler bu tür yapılanmalara verilecek örneklerdir.

Mısır’da 1929 yılında Hasan EI-Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler; selefi ekolün temel prensiplerini itikadi bakış açısı olarak benimsemiş, İbn-i Teymiyye ve İbn Kayyim el- Cevziyye’nin düşüncelerine bir hayli atıfta bulunmuşlar, bu da diğer İslami hareketler üzerinde etkili olmuştur. Aynı şekilde; Seyyid Kutub’un “Fi Zilali'l-Kur'an” adlı tefsiri ve Türkçeye Yoldaki İşaretler olarak tercüme edilen “Me’alimu Fi’t-Tarik” adlı eserleriyle, Ebu'l-A'la el-Mevdudî'nin “Tefhîmu'l-Kur'an” adlı tefsiri ve Türkçe’ye; Kur’an’a Göre Dört Terim olarak tercüme edilen; “el-Mustalahat’ül- Erbaa fil- Kur’an” adlı eseri, siyasal İslamî hareketlerin ideolojik temelini oluşturmuştur. Reşid Rıza’nın, Abduh’tan etkilenerek; şura, içtihad vb. diğer klasik dönemde yoğun olarak kullanılan terimleri ‘modern’ içeriklerle tanımlayıp, “İslam Devleti” kavramını ortaya atması ve Seyyid Kutup’un; modernitenin bütün unsurlarından arınmış bir şekilde “İslam Devrimi’nin” temel ideolojisini oluşturan; “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabının yazarı Mevdudi’den etkilenerek, içinde bulunduğu toplumu “Cahiliye Toplumu” olarak nitelemesi; bu dönem ortaya konulmaya çalışılanlara örnek gösterilebilir (Kutup, 2011:116). Seyyid Kutub tarafından literatüre sokulan; “Cahiliye Toplumu” kavramı, hem modern dönemdeki toplumun Müslümanlığını

sorgulayarak yeni bir ‘toplum’ tanımlaması getirmekte, hem de mevcut siyasi yapıların meşruiyetini reddetmektedir. Yapılması gereken; Hz. Peygamberin Mekke şartlarında uyguladığı yöntem olan Rabbani yöntemi uygulayarak, cahiliyyeyi ortadan kaldırıp, ümmeti tesis etmektir. Önce “La ilahe İllallah” denilerek cahiliye reddedilmeli, daha sonra; içinde bulunulan cahili toplumdan ayrı bir örgütlenmeye gidilerek güç kazanılmalı ve Hz. Peygamber’in Medine’de yaptığı gibi Müslümanların iktidarı kurulmalıdır (Kutup, 2011:109). Yazarlarının soğuk savaş döneminin ideolojik ortamından etkilendiği aşikâr olan bu eserlerde; geleneksel form ve yapılar cahiliye dönemi kalıntıları olarak görülüp reddedilmekte, tevhid ve şirk kavramları dar çerçevede ele alınarak sloganik bir tavırla her olgu; bu iki kavramla sınıflanmaya çalışılmakta, “öze dönüş” amacıyla; 14 asırlık gelenek yok sayılmaktadır.

Çoğunlukla geleneksel uygulamalara atıflar yapsa da, İslam Devleti kuramı; devleti araç olarak gören İslam’ın aksine, ortaya çıktığı yüzyılın diğer ideolojileri gibi; devleti merkeze alan modern ideolojik bir akımdır. Geçtiğimiz yüzyılda sıklıkla tekrarlanan kapitalizm ve komünizm dışında İslâm’ın üçüncü bir yol olduğu tezi; bu iki ideoloji kadar İslam Devleti kuramının da modernite ile bağlantısını göstermektedir (Sargın, 2001:93). Her ne kadar İslami bir yöntemle kurulması planlanmış olsa da, bu dönemde ortaya atılan ve Batıya tepki olarak ortaya çıkan gruplar tarafından dillendirilen; “İslam Devleti” kavramı, Batı toplumunun geçirdiği tarihsel dönem olan modernitenin bir getirisi olan ulus devletin başına; “İslam” sıfatı eklenerek, İslam’ın dünyevi bir ideoloji haline getirilmesi anlamına gelmektedir.

Yukarıda bahsedilen kaynaklardan beslenerek, İslam’ı soğuk savaş dönemi şartları gereği bir ideoloji olarak gören İslami hareketler, soğuk savaş dönemi sona erinceye kadar çok popüler olmuş ve çokça taraftar bulmuşlardır. Ancak dindar insanların gelenekten gelen yaşamındaki dini hassasiyet ve değerlerini, modernliğin ve sekülarizmin lehine tasfiye eden bir rol üstlenmişler, tevhidilik ve “öze dönüş” adına; tüm İslami değerlerle ve geleneksel dini unsurlarla savaşarak, bu değerleri cahiliye ve hurafe diye adlandırarak tasfiye etmişlerdir. Bu hareketler; İslam’ı ekonomik, siyasal ve sosyal bir obje ve bir devlet ideolojisi olarak görüp; İslam’ın ferdi boyutunu, gayba imanı, İnsanın Allah’la ve diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen kısmını ve daha önemlisi ahiret boyutunu önemli ölçüde göz ardı etmişlerdir. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle de, diğer ideolojiler gibi İslami hareketler de; karşılaşılan yeni problemlere cevap üretemez olmuş ve sonları gelmiştir. İslamcı ideolojik

projelerin başarısızlığının; İslam’ın başarısızlığı gibi lanse edilmeye çalışılması ve İslam’ın iflas ettiği söylemi; dini, ideoloji haline getirmenin yanlışlığını gözler önüne sermiştir.