• Sonuç bulunamadı

İlk Dönem: Devleti Kurtarma Çabaları 145

B. M AVERDİ ’ NİN K ISA H AYAT S ERÜVENİ 9

B.1. Eserleri 10

7. MAVERDİ SONRASI İSLAM DÜNYASI’NDA DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ 136

7.3. Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesinde Din-Devlet İlişkisi 144

7.3.1. İlk Dönem: Devleti Kurtarma Çabaları 145

Çağdaş İslam Siyaset Düşüncesinin ilk döneminde, Cemaleddin Afgani (1838-1897), Seyyid Ahmet Han (1817-1898), Ali Suavi (1839-1878), Muhammed Abduh (1849-1905),

Reşid Rıza (1865-1935), Said Halim Paşa (1863-1921), Ziya Gökalp (1875-1924), Seyyid Bey (1873-1925), Ali Abdurrazık (1883-1967), Mustafa Sabri Efendi (1869-1954) gibi düşünürler fikir üretmişlerdir. Bu dönemde İslam Siyaset düşüncesini temel problemi; devleti kurtarma yollarını aramak olmuştur. Bunun için dönemdeki bazı aydınlar; Küçük Kaynarca’dan sonra devletin yerine kullanılmaya başlayan hilafetin yeniden güçlenmesi ve mutlak gerekliliği üzerinde dururken, bazı aydınlar da; Müslümanların selameti için hilafetin kaldırılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu dönemde; ilk defa ciddiye alınmaya başlayan, Batılı değerlerle karşılaşan İslam Siyaset Düşüncesi, yenilmişlik psikolojisi ile batılı değerlere tepkisel bir tavır almış, Batı karşısında yaşanan yenilgilere çözüm aramış ve çözümün “öze dönüş” olduğu sonucuna varmıştır (Atalar, 2006:27).

Geleneksel kaynakları reddedip temel kaynaklara dönmek, Tanzimat ve Islahat Fermanları’nda denenen ve başarı elde edilemeyen Batı taklitçiliğini terk etmek, temel kaynaklar baz alınarak ıslahat yapmak, Batılı güçlerin sömürge işgallerine karşı direnmek, akla ve bilime değer vermek, İslam Birliğini korumak; Osmanlı tecrübesinden etkilenip önemli sonuçlar çıkaran bu dönem İslam Siyaset Düşüncesi’nin temel argümanları olmuştur. Bu dönemde; saltanat, mülk, hilafet, imamet gibi siyasi kavramlar yerine, adalet, meşveret, ehliyet, eşitlik, maslahat gibi siyasi kavramların öne çıktığı görülmektedir.

Birinci dönem düşünürleri arasında, devleti ve hilafeti kurtarmak olarak belirlenen problemi çözme yöntemleri konusunda farklılaşmalar ortaya çıkmış; Cemaleddin Afgani, öze dönüş için acil tedbirler alınarak ıslah programlarının uygulamaya geçmesini önermiş (Fahri, 1998:337-344; Mahzumi, 2006:222-225) ve bu amaçla Urvetu’l-Vüska gibi direnişçi bir teşkilatlanma kurmuştur. Seyyid Ahmed Han ve Afgani’nin öğrencisi Muhammed Abduh ise; ıslah sürecinin acil bir şekilde gerçekleşemeyeceğini, bunun eğitimle ve tedrici bir şekilde yapılabileceğini söylemişlerdir. Bu amaçla; Seyyid Ahmet Han Aligarh Koleji gibi eğitim kurumlarının açılmasını önermiştir. Bu metot farkının bütün modern İslam siyaset düşüncesi boyunca var olduğu görülmektedir. İkinci dönemde; birinci metodu kullanmayı seçen Seyit Kutup ve Mevdudi gibi şahsiyetler bulunurken üçüncü dönemde; Fazlurrahman, Turabi, Gannuşi gibi ikinci metodu benimseyen kişiler bulunmaktadır. Genellikle bu iki metodun kullanıldığı modern İslam siyaset düşüncesinde; Ali Abdurrazık’ta olduğu gibi laiklik savunuculuğuna veya Reşid Rıza’da olduğu gibi selefi gelenekçiliğe kayıldığı da olmuştur (Eliaçık, 2011:312).

Birinci dönem olarak nitelediğimiz zaman zarfında oluşan fikirlerin genel bir değerlendirmesini yaptıktan sonra; bu dönem içerisinde değerlendirebileceğimiz Osmanlı aydınlarının, hilafetle ilgili görüşlerine ve savundukları yönetim şekline bakmak; din-devlet ilişkisi ile ilgili görüşlerini ortaya koyacaktır. Bu dönemde fikir üreten ve İstanbul’da Şehzadebaşı Camii’nde verdiği vaazları ile ün kazanan Osmanlı aydınlarından Ali Suavi’nin (1839-1878), hilafetle ilgili yaklaşımları, din-devlet ilişkisine; din adamı hüviyetine sahip bir kişinin bakış açılarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Meşruti bir yönetim sistemi öneren Ali Suavi, Osmanlıcılık ideolojisine karşı Türkçülüğü, dini yönetim şekli yerine laikliği, monarşiye karşı cumhuriyeti savunmuş ve Hz. Peygamberin, yerine halife diye bir vekil bırakmadığını, onun için de hiç kimsenin böyle bir vekillik iddiasında bulunamayacağını söylemiştir (Ülken, 1966: I/104-105). Onun hilafetle ilgili görüşleri; hilafet kaldırılmadan, hilafetin meşruluğunun din adamları tarafından bile tartışmaya açıldığının bir göstergesidir.

Batı ile İslâm dünyasını siyasal ve toplumsal yönden kıyaslayan ve iki toplumun da, farklı yönlerden birbirinden üstün olduğu tespitini yapan dönem aydınlarından Sait Halim Paşa (1863-1921), İslam’a göre yönetim metodunu şu şekilde açıklamıştır; İslam toplumunun şeriatın uygulanması amacıyla Müslümanların birliğini temin edecek ve aralarında dayanışmanın oluşmasını sağlayacak bir meclise ihtiyacı vardır. Bu meclis, gücünü milletten almalıdır ve kurulacak olan hükümeti denetlemekle görevli olmalıdır. Sait Halim Paşa, meşruti bir yönetimi desteklemiş, aynı zamanda güçlü iktidar için yetkilerin tek bir şahısta toplanması gerektiğini söylemiş, yetkileri elinde tutacak devlet başkanının da millet iradesi ile seçilmesi gerektiğine vurgu yaparak monarşiye karşı olduğunu açıkça ortaya koymuştur (Halim Paşa, 1991:223-291). Bu görüşleriyle Sait Halim Paşa’nın İslam’a en uygun yönetim şekli olarak millet iradesine dayanan cumhuriyeti gördüğü anlaşılmaktadır.

Monarşiye karşı olmakla birlikte, Hilafetin gerekliliği üzerinde duran Ziya Gökalp (1875-1924), halifeliğin devamı için monarşiye gerek olmadığını söyleyerek; milletleşme sürecine girmiş İslam ümmetinin hilafeti, İslâm milletleri arasında oluşturulacak bir birlikle devam ettirebileceğini ifade ederek, halifenin belli periyotlarla İslam milletleri arasından seçilebileceği önerisini getirmiştir (Gökalp, ty:44-45). Ziya Gökalp’ın; ulus devlet şeklinde örgütlenmenin artık kaçınılmaz olduğunun farkına vardığı ve bu realite karşısında İslam ümmetin bir arada tutulabilmesi için yapılması gerekeni araştırdığı, bu görüşlerinde, ortaya çıkmaktadır.

Hilafetin kaldırıldığı dönemde Adliye Vekili olan, Usul-i Fıkıh-Medhal’ın yazarı Seyyid Bey’in, hilafetin kaldırılması tartışmaları sırasında Mecliste din adamı hüviyeti ile yaptığı konuşma; hilafetin kaldırılmasına karşı olan muhalefetin direncinin kırılmasına neden olmuştur. Konuşmasına; siyasi değil dini izahlar yapacağını belirterek başlayan Seyyid Bey, hilafetin hükümet demek olduğunu ve İslam’da hilafet diye bir yönetim tarzının olmadığını söylemiştir. Hz. Peygamberin de yönetim işini kendisinden sonrakilere bıraktığına dikkat çeken Seyyid Bey, İslam’ın yönetimle ilgili iki düsturu olduğuna vurgu yapmıştır. “Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Biri bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şura) kaidesidir ki, bunu Kur’an bize 1300 sene evvel ortaya koymuştur. O da “Onların işleri kendi aralarındaki şura iledir.” (Şura:38) Kur’an’da zikredilen ikinci düstur da ulu’l-emre (devlet başkanına) itaattir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir (idare) sahibi olanlara itaat ediniz.” (Nisa:59), buyrulmaktadır. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ortadan kaldırmak ve uzaklaştırmak içindir...” diyen Seyyid Bey; hilafetin kaldırılmasında şer’an bir mahzur olmadığını vurgulamıştır. Seyyid Bey; dini ve dünyevi otorite farklılığına işaret etmiş, Hulefâ- i Raşidîn’den sonra iş başına gelenlerin “halife” olarak anılmalarına rağmen dini otoriteye sahip olmadığını savunarak; mevcut hilafetin kaldırılması gerektiğini söylemiştir (Seyyid Bey, ty:174).

Hilafetin ilgasında etkili olmasına rağmen, çok fazla tepki almayan bu görüşlerin benzeri; kısa süre sonra Ezherli âlim Ali Abdurrazık tarafından, Mısır’da, 1925 yılında kaleme alınmış ve çok fazla tepki alarak; müellifinin yargılanmasına, ulemalık payesinin elinden alınmasına neden olmuştur. Ömer Rıza Doğrul tarafından “İslam’da İktidarın Temelleri” adıyla Türkçeye çevrilen el-İslâm ve Usûlü’l-Hükm adlı neserinde Ali Abdurrazık; İslam’ın tamamen manevi alanla ilgilenen, dünya işlerine ait hüküm ve icralarla hiçbir alakası olmayan bir din olduğunu, Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları devlet yöneticisi sıfatıyla ve hükümdarlık uğruna yaptığını, bu savaşların dini tebliğle ilgisinin olmadığını söylemenin; dini yönden bir sakınca içermediğini, Hz. Peygamber dönemine ait devlet ve yönetim sistemiyle ilgili açık ve kesin hiç bir bilgi ve hükmün olmadığını aksine kapalılık, tutarsızlık, eksiklik ve boşluğun olduğunu, Hz. Peygamber’in vazifesinin; yönetme değil yalnızca dini tebliğ ve öğretmekten ibaret olduğunu, halife seçmenin ümmetin dini borcu olduğunu ortaya koyan bir sahabe icmasının olmadığını, kazanın (adalet dağıtımı) dini bir vazife olmadığını,

Hz. Peygamberden sonra gelen halifelerin yetkilerini dinden ve Allah’tan almalarının söz konusu olmadığını iddia etmiştir (Bkz.; Abdurrazık, 1995).

Hilafetin ilgasını destekler mahiyetteki bu görüşlere yönelik bazı tepkiler de ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın son Şeyhü’l-islam’ı Mustafa Sabri Efendi, “Hilafetin İlgasının Arkaplanı” adıyla neşredilen eserinde; hilafet kavramının hilafet-saltanat diye ayrılamayacağını, bunun Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan din-devlet ayırımına neden olacağını, bu durumun da; dini otoritenin, yani dinin, siyasi hayattan soyutlanması sonucunu beraberinde getireceğini söylemiştir. Mustafa Sabri Efendi’ye göre hilafetin kaldırılmasıyla varılmaya çalışılan hedef; laikliktir ve laiklik de dinsizlik demektir. Mustafa Sabri Efendi’nin, hilafet konusunda, kendisine Maverdi’yi dayanak alarak; sadece Hulefa-i Raşidin dönemindeki hilafeti değil, sonraki dönemlerde uygulamada olan hilafeti de meşru kabul ettiği görülmektedir (Sabri Efendi, 1996:98-99, 112-115, 121 vd, 160-161).