• Sonuç bulunamadı

1.2. İŞ GÜVENCESİZLİĞİ

1.2.1. İş Güvencesi(zliği) Kavramının Doğuşu ve Tarihsel Gelişimi

İş güvencesi kavramı, temelinde geçimlerini emekleri ile sağlayan bağımlı çalışanların, haksız nedenlerle işlerine son verilmesi halinde, işverenin fesih işlemini sınırlayan ya da engelleyen, böylelikle iş sözleşmesinin işçi açısından zayıflığını gideren ve koruyucu yanı ağır basan normatif düzenlemeleri kapsamaktadır (Aktuğ, 2009). Kısaca, çalışma hakkının korunması anlamına gelen iş güvencesi, modern iş hukukunun gelişimine paralel olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu doğrultuda, iş hukukunun, dolayısıyla iş güvencesi kavramının ortaya çıkışını ve gelişimini farklı ekonomik ve sosyal değerlere yaslanan üç dönemin anlayışı içerisinde açıklamak mümkündür. Bunlardan ilki, sanayi devrimi ile ortaya çıkan liberal devlet anlayışı, ikincisi sosyal devlet anlayışı, üçüncüsü ise küreselleşme ile birlikte ortaya çıkan ve yeni liberal anlayış olarak adlandırabilecek dönemdir.

Sanayi Devrimi, 18. yüzyılın ikinci yarısında önce İngiltere’de başlayan, daha sonra Batı Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya yayılarak tüm dünyada 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüş olan teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel bir dönüşüm sürecidir. Bu sürecin en belirgin özellikleri çalışma yaşamında ortaya çıkmış ve bir önceki dönemin usta-çırak ilişkisine dayalı küçük çaplı üretim biçiminin yerini, büyük makinelerle donanmış ve çok sayıda işçinin bir arada çalıştığı fabrikalarda yapılan seri üretim almıştır (Ağer, 2006:9). Bu süreçte ortaya çıkan yeni üretim ilişkileri, bir yandan tarihte ilk defa işçi ve işveren sınıflarını ortaya çıkarırken, diğer yandan bu ilişkilerin bir düzene bağlanması gereğini doğurmuştur (Ekin, 2002). Ancak, bu dönemin yapısal ve düşünsel temelleri üzerinde gelişen klasik liberalizm, devlet müdahalesinden uzak serbest piyasa ekonomisini ve bireysel özgürlüklere dayalı

toplumsal bir düzeni öngörerek “homo economicus”u (ekonomik insan) ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesiyle doğal düzeni savunan klasik liberalizm, sınırlı ve sorumlu bir devlet anlayışını benimseyerek devleti, çalışma yaşamındaki bireyler arasındaki iş ilişkilerini düzenlemekle değil, çalışma özgürlüğünü güvence altına almak ile görevli görmüştür. Bu doğrultuda, işçi ve işveren arasında iş sözleşmesinin yapılıp yapılmamasında ve bu sözleşmenin sona erdirilmesinde tam bir serbestlik tanınmıştır (Özkoç ve Çalışkan, 2016). Bu durum ise uzun çalışma saatleri, yetersiz ücretler, sağlığa ve güvenliğe aykırı çalışma koşulları gibi işçi sınıfı adına birtakım olumsuzlukları da beraberinde gündeme getirerek sözleşme serbestisinin sorgulanmasına neden olmuştur.

Sanayi Devrimi döneminde ortaya çıkan liberal sistemin kuralları, insan emeğini bir “meta-mal” olarak değerlendirmiştir (Demir, 1991:31). Bu anlayış ise ortaçağın serflerine nazaran kişisel özgürlüğü olan, fakat yeni çalışma koşulları içinde büyük güvensizlik içinde bulunan yeni bir işçi sınıfını ortaya çıkarmıştır (Ekin, 1994:11). Ancak, yaşanan adaletsizlik ve dengesizliklerin büyük boyutlara varması, devleti ekonomik ve sosyal yaşama, dolayısıyla da çalışma yaşamına müdahale etmek zorunda bırakarak “sosyal devlet” kavramını ortaya çıkarmış ve devletin piyasayı düzenlemesi fikri ile çağdaş anlamda iş hukuku şekillenmeye başlamıştır. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki süreçte yaşanan 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile ortaya çıkan kitlesel işsizliğin sonucunda, sosyal güvenlik sisteminin yeterli olmadığı görülmüştür. Bu nedenle, sosyal devlet kavramının güçlenmesi gerektiği ve gündeme gelen güvencesiz ortamın, sosyal devletin bir dizi müdahalesi ile ortadan kaldırılabileceği öngörülmüştür.

19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve 20. yüzyıla damgasını vuran sosyal devlet anlayışı ile işçileri koruma ihtiyacının tanınması, kanun koyucuları; iş hukukunun diğer alanlarında olduğu gibi iş güvencesi alanında da işverenin bu alandaki serbestisini sınırlayan bir takım düzenlemelerin getirilmesine sevk etmiştir. Bu doğrultuda, ilk olarak kölelik anlamına gelebilecek “yaşam boyu iş sözleşmeleri” yasaklanmış, belirli süreli sözleşmenin bitimi ile belirsiz süreli sözleşmelerin ise sebep aranmaksızın sadece bildirimli fesih ile sona erdirilmesi imkânı tanınmıştır. Bu konudaki en önemli ve anayasal düzeydeki ilk düzenlemeleri ise işten çıkarmanın

geçerli sebeplere dayanması zorunluluğunu öngören, 1917 tarihli Meksika Anayasası, 1922 tarihli Sovyetler Birliği Anayasası ve 1934 tarihli Küba Anayasası oluşturmuştur (Alpagut, 2001:80). İki savaş arasında güçlenen sosyal devlet kavramı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise altın çağını yaşamıştır. Bu süreçte iş güvencesi hakkında koruyucu standartların düzenli olarak ulusal ve uluslararası düzenlemelere dâhil edilmesinin yanı sıra, işçilerin, işveren karşısında örgütlenme ve toplu pazarlık gücüne kavuşmalarını sağlayan sendikalar kurmasına da olanak sağlanmıştır. Dolayısıyla, sosyal devlet kavramının ortaya çıkması ve gelişmesi ile işçinin emeği bir meta olmaktan çıkmış ve işçi ile ailesinin yaşamını sürdürmesinde güvence altına alınması gereken bir kavrama dönüşmüştür.

Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu olumlu süreç, 1969- 1970 yıllarında ABD’de yaşanan durgunluk, 1971 yılında uluslararası para sisteminin çöküşü ve 1974-1975 yıllarında dünya ekonomisindeki ani daralma ile birlikte sona ermiştir (Müftüoğlu, 2001). 1970’li yılların ortasından itibaren içine girilen kriz, rekabette başarılı olmayı, küçülen pazarlar karşısında potansiyeli arttırmayı, değişen talep koşullarına uyum sağlamayı ve ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılmıştır (Çetik ve Akkaya, 1999). Bu durum ise bir yandan ekonomik kriz içindeki işletmeleri, artan dış rekabet ortamında varlıklarını sürdürebilmeleri için üretimde maliyet konusuna ağırlık vermeye iterken, diğer taraftan devletin ekonomiye müdahalesini azaltma yönündeki eğilimler de hız kazanmıştır. Diğer bir ifadeyle, yeniden liberal politikalara dönüş süreci başlamıştır (Koray ve Topçuoğlu, 1995) Bu dönüşümün çalışma yaşamına yansıması ise daha az kural, daha az mevzuat, buna karşılık daha çok esneklik ve serbesti arayışı olmuştur. Bir anlamda iş hukuku, rekabet hukukuna uyum sağlamak zorunda kalmıştır (Uçkan, 1998).

Ekonomik hayatın uluslararası düzeyde liberalleşmesi, küreselleşme, rekabetin iç pazardan ziyade dış pazara yönelik olarak ön plana çıkması, işletmelere bu değişime cevap verecek “esnek” düzenlemelere gitme yönünde baskı yapmıştır. Daha esnek, açık, yatay, otonom ve devamlı öğrenen işletme anlayışı, işgücü piyasasından talep edilen işgücünün niteliğinde de değişim yaratmıştır (Aktuğ, 2009:55). Bu doğrultuda, standart istihdam ilişkisinden farklı olarak ortaya çıkan “esnek işgücü” kavramı; kısmi süreli çalışma, geçici çalışma, belirli süreli çalışma, mevsimlik çalışma ve kendi hesabına çalışma gibi yeni istihdam biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Bu istihdam

biçimlerinin standart istihdama göre çok daha yüksek düzeyde istikrarsızlık, belirsizlik ve değişkenlik (Temiz, 2004:56) içermesinin ise iş güvencesizliğinin yaygınlaşmasına yol açtığı ifade edilebilir. Ayrıca, küreselleşme ile birlikte hizmet sektörüne yönelimin ileri teknoloji kullanımını zorunlu kılması, birçok çalışanın mevcut işlerinin istikrarına olan inancının değişmesine neden olarak, iş güvencesizliği yaşamalarına neden olmaktadır. Sonuç olarak, sosyal devlet anlayışından uzaklaşılmaya başlanmasıyla, hukuki yönü ağır basan iş güvencesi kavramının yerini, psikolojik bir boyutu bulunan iş güvencesizliği kavramına bıraktığı ifade edilebilir.