• Sonuç bulunamadı

HULEFA-İ RAŞİDİN DÖNEMİNDE HİLAFET VE SEÇİM Hilafet Nedir?

Belgede ŞÂH-I VELÂYET Hz. ALİ (RA) (sayfa 191-200)

Hilafet, peygamberimizden sonra yerine geçerek dini ve dünyevi vazifeleri yaptırma görevidir. Peygamberimiz (sav) “Halife kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur” (Müslim, İmare, H. No: 1841) buyurmuşlardır. Bu hadisten anladığımız halifenin idareci olduğudur.

Nitekim Hz. Ebubekir (ra) peygamberimizin (sav) vefatından sonra Benî Saide de toplanan sahabelere “Peygamberimiz (sav) vefat etti. Bu dini ve dünyayı ayakta tutacak ve adaleti ikame edecek bir idareciye ihtiyaç vardır” buyurdu ve kimse itiraz etmedi. Hep beraber Hz.

Ebubekir’e (ra) biat edip itaat ettiler.

Peygamberimiz (sav) “Kim Allah’a itaatten elini çekerse, kıyamet gününde lehinde hiçbir delil bulunmadığı halde Allah’a kavuşmuş olur. Kim de boynunda halifeye biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur” (Müslim, İmare, H. No: 1851)

Peygamberimiz (sav) yine “Benden sonra sizi bir takım idareciler gelecektir. Takvalı takvası ile faciri de fücuru ile yönetecektir. Hakka uygun olan hususlarda onlara itaat edin.

Onlar size iyilik yaparlarsa bu size ve kendilerine iyilik yapmış olurlar. Kötülük yaparlarsa bu sizin lehinize onların aleyhine olur” buyurmuşlardır.

Peygamberimiz (sav) “Benî İsrail Nebiler tarafından idare ediliyorlardı. Bir nebi vefat edince Allah yeni bir nebi gönderiyordu. Benden sonra Nebi yoktur. Ancak bir çok halifeler olacaktır” buyurdular. Orada bulunanlar “Yâ Resulallah bize neyi emredersin?” diye sordular.

Peygamberimiz (sav) “İlk olarak biat ettiğiniz halifeye itaat ediniz ve vefa gösteriniz. Ona karşı vazifelerinizi yerine getiriniz. Muhakkak ki Allah onlara da size karşı vazifelerini yapıp yapmadıklarını soracaktır” buyurdular. (Müslim, İmare, 10, H. No: 1842)

Abdullah b. Abbas (ra) peygamberimizin (sav) “Kim idarecisinde hoşuna gitmeyen bir şey görürse sabretsin, isyan etmesin. Çünkü insanlardan kim olursa olsun sultandan bir karış uzaklaşırsa cahiliye ölümü ile ölür” (Müslim, İmare, H. No: 1847, 1849) buyurduğunu haber vermiştir.

Halkın idarecisini seçmesi bir hak ve vazife olduğu gibi seçtiği idareciye itaat etmesi de idarecinin hakkı ve seçmenlerin de idareciye karşı görevidir. “Kim bir imama biat edip elini tuttuktan sonra gücünün yettiği kadar itaat etsin. Şayet ikilik çıkaran ikinci birisi çıkarsa bu kişinin boynunu vurun” (Müslim, İmare, 10, H. No: 1844) buyurmuşlardır.

Halifenin birinci görevi adaletle hükmetmektir. Nitekim yüce Allah “Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet, insanların hevalarına uyma” (Maide, 48-49) ferman etmiştir.

İnananlara da “Ey İman edenler! Allaha itaat edin, Resulüne ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin” (Nisa, 4:59) ferman ederek itaati farz kılmıştır.

Peygamberimiz (sav) “Sizin idarecilerinizin hayırlıları siz onları seversiniz, onlar da sizi severler. Sizler onlara dua edersiniz, onlar da sizin için dua ederler. İdarecilerinizin şerlileri ise siz onlardan nefret edersiniz, onlar sizden nefret ederler. Siz onlara lanet edersiniz, onlar da size lanet ederler.” Sahabelerden birisi sordu: “Ya Resulallah! Biz onlara kılıçlarımızla karşı çıkalım mı?” peygamberimiz (sav) cevap verdi: “İçinizde namazı ikame ettikleri ve sizin ibadetlerinize karışmadıkları sürece hayır!” (Müslim, İmare, 17, H. No: 1855)

Hilâfet, peygamberden sonra insanları idare etme ve onları hayra ve iyiye sevk etmek demektir. Lügat manası peygamberden sonra gelen idareci, peygamberin temsil ettiği idarî görevleri yapmak demektir. Hukuk terimi olarak da İslam toplumunu idare eden devlet başkanlığını ifade eder. İmaret ve imamet kelimeleri de bu manayı ifade etmektedir.

Sahabeler peygamberimizin (sav) vefatından sonra bu makama Hz. Ebubekir’i (ra) layık görmüş ve seçimle onu idareye getirerek kendisine samimi bir şekilde biat ve itaat etmişlerdir.

İdareci verdiği hükümlerle dini ve dünyayı ikame etmeli, yani ayakta tutmalıdır.

İdarecinin koruması gereken “Ahkâm” denen hükümler üçe ayrılır:

Birincisi “İtikadî Hükümler” Bu dinin iman ve inançlarını korumak ve imana ait hükümlere aykırı hüküm vermemektir. Bu inanç hürriyetini korumakla sağlanır. İdareci İslam inancına aykırı olan hususlara insanları zorlamamalı ve iman konusunda insanları hür bırakmalıdır. Bu da “Din ve Vicdan Hürriyetini” sağlamakla uygulanabilir.

İkincisi, ibadete ait hükümlerdir. İbadet ise Farzları yapmak, haramlardan sakındırmaktır. İbadet hürriyeti, eğitim hürriyeti ve muamelatta adaleti sağlamayı gerekli kılar. Bu da idarecinin “Adalet” ilkesini hayata geçirmekle uygulanabilir.

Üçüncüsü, Ahlâkî hükümlerdir ki, fertlerin doğruluk, sadakat, iffet, haya, sevgi, saygı, merhamet, emniyet ve güven gibi değerleri hayata geçirmektir. Bu da “Fıtrata uygun eğitim”

ile hayata geçirilir. Bu da peygamberin ahlakını ve sünnetini ikame etmekle korunur.

İdareci bu hükümleri toplumda hâkim kıldığı ölçüde başarılı ve adil olabilir. Bunları ihlal eden idareciler toplumun da fesada gitmesine sebep olurlar. Yüce Allah bu görevleri sadece idareciye yüklememiş, her insanı sorumluluğunu taşıdığı kimselere halife olmak için yaratmıştır. (Bakara, 2:30) Sorumluluğu bütün insanlara yaymıştır. (En'âm: 6:165; A'râf: 7:69, 74; Yûnus: 9:14, 73)

Kur’an-ı Kerime göre her insan yeryüzünün halifesidir. Bunun anlamı her insan öncelikli olarak nefsinde Allah’ın hükümlerini uygulamakla mükellef olduğu gibi, kendisinin hâkimiyet ve idare alanında Allah adına ve onun namına adaletle ve Allah’a hesap verecek şekilde hareket etmekle mükelleftir. Ailesinde, sahip olduğu mülkünde ve idaresi altına aldığı ve sorumluluk yüklendiği alanlarda adaleti ve doğruluğu hâkim kılmak, farzları yapıp haramlardan kaçmakla mükelleftir. Elbette insanları idare etmek için seçilen bir yöneticinin de adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre hareket etmesi zorunludur. İnsan her ne kadar hür ise de yine Abdullah, yani Allah’ın kuludur. Sonuçta her hususta Allah’a hesap verme durumundadır.

Hâkimiyetin iki unsuru vardır. Birincisi mülk, ikincisi hükümdür. Malik olmayan hâkim de olamaz. Mülk bireyin sahip olduğu ve tasarrufunda hür olduğu mal varlığıdır. Veya kendi mülkü olmamakla beraber tasarrufuna verilen her şeydir. Hüküm ise malik olduğu ve tasarruf etmesinde hür olduğu varlıklarla ilgili verdiği talimatlar ve kararlarıdır. İnsan kendi bedeni dâhil tasarrufunda olduğu hiçbir şeyin hakiki sahibi ve maliki değildir. Allah gerek bedeni, gerekse eşyayı insana “temlik” suretinde değil, “emanet” olarak vermiştir. Asıl mülk sahibi Allah’tır. Bu nedenle insan hakiki sahibinin izni ve rızası dışında tasarruf edemez ve keyfî olarak hükmedemez. Mülkün sahibi namına ve hesabına tasarruf etmek ve hükmetmekle mükellef olduğu için insana “halife” denilmiştir. İnsanın bu konuda Allah’a hesap vereceğine dair pek çok ayet vardır. (Bakara: 2:107; Âl-i İmran: 3:26; Mâide: 5:18; İsrâ: 17:111; Hacc:

22:56; Mü'min: 40:29; Hadîd: 57:5; Âl-i İmrân: 3:79; Mâide: 5:43; En'âm: 6:57; Yûsuf:

12:40) Bu durumda insanın Allah’ın adil hükümleri ile hükmetmesi gerekir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah’ın inzal buyurduğu hükümlerle hükmetmeyenlerin

“kâfir, fasık ve zâlim” olduklarını açıkça ifade eder. Kişi Allah’ın inzal ettiği “İtikadi Hükümlere” göre hükmetmez, inancını düzeltmezse şirke ve küfre düşer ve kâfir olur.

Allah’ın inanamayan ve inkâr edenlere verdiği hükmü “Kafir” olmasıdır. Kâfirlerin ahiretteki durumu ise ebediyen cehennemde kalmalarıdır. Allah kâfirler için böyle hükmetmiştir. İtikadi hükümleri kabul etmeyenlerin sonucu budur. (Maide, 5:44)

İkincisi amelî hükümlerdir ki bunlar kişinin nefsine, çevresine ve toplumla olan ilişkilerinde adil olmaması, haksızlık ve zulüm yapmasıdır. Haksızlık ve adaletsizlik ise zulümdür ki Allah’ın adil ve hak olan hükümleri ile hükmetmemesidir. Hukuku ihlal ederek haksızlık yapanlara Allah’ın hükmü ise “Zulüm yapmak” şeklindedir. Zülüm yapanlara da zalim denir. Allah’ın zalimlere ahirette verdiği hükmü ise bu konudaki Allah’ın hükümlerini inkâr etmediği sürece günahkâr, isyankâr ve zalim olmak ve günahın cezasını çekmek için cehenneme girmesi, cezasını tamamlayınca veya şefaatle affa mazhar olunca, imanından dolayı cennete girmesidir. (Maide, 5:45)

Üçüncüsü, bireyin fiilî, ahlâkî, kalbî ve vicdanî olan davranış ve hükümleridir ki, ihlas- riya, sadakat-hıyanet, doğruluk-yalancılık, tevazu-kibir, merhamet-cevr, sevgi-nefret, güven-güvensizlik, iyi niyet-kötü niyet ve iffet-iffetsizlik gibi davranış ve düşünce ile ilgili hükümlerdir. Bu konuda Allah’ın indirdiği hükümlerle yani Ahlak-ı hasene ile değil de yasakladığı “Ahlak-ı Seyyie” ile hükmetmemek “Fısk ve safahettir.” Bunu yapanlara Allah’ın hükmü “fasık ve sefih” olmasıdır. Fasıkların ahiretteki durumu ise fısklarının cezasını kabirde, mahşerde ve cehennemde çektikten sonra affa mazhar olarak cennete girmeleridir.

(Maide, 5:47)

Allah’ın hükümleri sadece yargıyı değil, imanı, ameli ve ahlakın tüm boyutlarını içine almaktadır. İnanç konusunda Allah’ın hükmünden sapmak küfre, adalet tevziinde ve beşeri münasebetlerde hak ve adaletten ayrılmak zulüm ve haksızlığa; ahlakî hususlarda Allah’ın rızasına aykırı davrananalar fıska ve sefahete girmiş olurlar.

“Ehl-i Hal ve’l-Akd” Kimlerdir?

İslam bilginleri haifeyi seçenlerin “Ehl-i hal ve’l-akd” olduğunu söylemişlerdir. Ancak

“ehl-i hal ve akdin” kimlerden oluşacağı konusunda fazla bir açıklama getirmemişlerdir. Hz.

Ebubekir’i (ra) seçenler Medine’de 33.000 sahabe olduğuna göre “ehl-i hal ve akd” tüm seçmenler olur. Hz. Ömer’i (ra) Hz. Ebubekir (ra) aday göstermiş Medine halkı kabul etmiş ve biat etmiştir. Bu durumda “Ehl-i hal ve akd” yine Medine halkı olur. Hz. Ömer (ra) ise aday belirleme işini “Aşere-i Mübeşşere”den altı sahabeye bırakmıştır. Bu altı sahabe halife adayını belirlemişler, seçme işini yine Medine halkına bırakmıştır. Her üç durumda da “Ehl-i hal ve’l-akd” seçmenlerin tümü olmuştur.

Seçmenlerin sadece bir şehirde değil de ülke çapında olduğunu düşündüğümüz zaman tüm halkın halifeye biat ederek seçmesi elbette zordur. Bu durumda halk halifeyi seçecek temsilcisini çoğunluk esasına göre seçer. Seçilen temsilciler de halkın temsilcisi olarak parlamentoda yani Temsilciler Meclisinde kendi içlerinden birisini halife, yani devlet başkanı olarak seçerler. Bu durumda ise “Ehl-i Hal ve’l-Akd” halkın temsilcilerinden oluşan milletvekilleri ve meclisin tamamı olur. Bu da zamanın ve zeminin şartlarına göre değişiklik gösterebilir.

Hilafet ile saltanat arasındaki fark nedir?

Saltanat hâkimiyetin kaynağının ve temsilin bir kişide toplanmasıdır. O da seçimle ve halkın rızası ile değil, kendi gücü ile iktidara gelir veya iktidarı zorla ele geçirir, ölene kadar iktidarda kalır. Kendisinden sonra da yerine geçecek olanı yine kendisi belirler.

Hilafette ise, idarecinin kalbinde Allah korkusu hâkimdir. Seçimle iktidara gelir, yine seçimle gider. Cumhurun yani toplumun ekseriyetinin rızası, yani biatı ile yönetime geçer.

Adalet ve hakkaniyetle hükmeder. Zulme ve haksızlığa müsaade etmez. Saltanatla halkı idare eden adil padişahlar da olabilir; ancak onlar seçimle gelmedikleri için halife sayılmazlar.

Nitekim peygamberimiz (sav) “Hilafet benden sonra otuz senedir” buyurarak seçimin hilafetin şartı olduğunu vurgulamıştır. Daha sonra gelecek adil padişahların halife olmayacağını belirtmiştir. Onlara verilen “halife” unvanı sadece bir şeref unvanıdır.

Padişahlar iktidarlarını güçlendirmek için Kur’ân-ı Kerimde “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 2:30) ayetinden iktibasla kendilerine “Halifetullah” yani Allah’ın halifesi unvanını bir şeref unvanı olarak vermişlerdir.

Hilafetin bir şartı da “İstişare” ve “Şura” ile yönetmesidir. Hükümdarlar ise başkalarına danışmaya ihtiyaç duymazlar. Bununla beraber onlar da bir “Encümen-i Şura” teşkil ederek şura ile devlet işlerini yönetseler de yine halife olamazlar. Çünkü hilafetin olmazsa olmaz şartı “seçim”dir.

Günümüzde hilafet adını değiştirmiş “Demokrasi” adını almıştır. Zira demokraside “hür seçim” vardır. Halk temsilcilerinden oluşan “Şura Meclisi” vardır. Devlet başkanı ya

doğrudan seçimle gelir veya meclis tarafından meşveretle seçilir. Hürriyet ve Adaleti sağlamaya çalıştığı sürece tam bir hilafetten başka bir şey olmaz. Şayet seçenler ve seçilenler dindar, yani Allah korkusu taşıyan insanlar olurlarsa bu tam bir “hilafet” sayılır.

Halife adayında ne gibi şartlar aranır?

Herhangi bir işin başına geçecek olan kim olursa olsun o işi hakkıyla yapabilecek liyakate sahip olması gerekir. Devlet idaresi ve halk yönetimi de böyledir. Bu nedenle halife adayında her şeyden önce yönetim becerisi ve liyakat şarttır.

Liyakat şartları ise İslam bilginlerine göre, Hz. Ebubekir’in (ra) seçimi esas alınarak şöyle sıralanmıştır: Müslüman olmak, mükellef yani akıl baliğ olmak, erkek olmak, içtihat yapabilecek seviyede, (yeni durumlarda hukuka aykırı, adalete münafi hüküm vermemek için) müçtehit seviyesinde ilim sahibi olmak, düşmanları defetmek için cesaret sahibi olmak, geleceği görecek ve dünyanın gidişatını tespit edecek akıl ve zekaya sahip olmak, azaları sağlam olmak ve adil olmaktır.

İlk Halife Nasıl Seçilmiştir?

Peygamberimizin (sav) vefat ettiği gün Hz. Ali (ra) Hz. Zübeyir (ra) ve Hz. Talha (ra) Resulullah’ın teçhiz ve tekfin işi ile meşguldü. Hz. Ebubekir (ra) Sunh’taki evindeydi ve peygamberimizin (sav) vefat haberini duyar duymaz koşarak gelmişti. Müslümanların bir kısmı şaşkındı. Hz. Ebubekir (ra) veciz bir konuşma yaparak onları teskin etti. Ensar (Evs ve Hazrecliler) Sa’d b. Ubade’nin (ra) ev sahibi olduğu Benî Saide’de kendi aralarında toplanmışlar ve “Bundan sonra ne olacak?” “bu dinin temsilciliğini ve peygamberimizin (sav) halifeliğini kim yapacak?” diye konuşuyorlardı. Ensar da ikiye ayrılmıştı. Hazrecliler “biz bu işe daha layıkız” derken Evs’liler “Hazrec bu işte liderliği alırsa biz Evslilere hiçbir hak tanınmaz” diye eski düşmanlıkların ortaya çıkacağından endişe ediyorlardı. Ehl-i Beyt ve Haşimiler ise cenaze işi ile meşguldüler ve “Biz Resulullah’ın yakınlarıyız, müslümalar bize danışmadan hiçbir işe teşebbüs etmezler” diye düşünüyorlardı.

Hz. Ali (ra) Hz. Abbas (ra) Fadl b. Abbas ve Kusem b. Abbas (ra) ve Zeyd b. Sabit (ra) peygamberimizin (sav) cenaze işleri ile meşguldüler. Hz. Ömer (ra) ve muhacirlerden bir grup Hz. Ebubekir’in (ra) etrafında ve Hz. Fatıma’nın evinde toplanmışlardı.

Beni Saide’de toplanan Ensar kendilerinin İslam’a büyük hayırları olduğunu söyleyerek hilafetin kendilerinde olması gerektiğini düşünerek hemen harekete geçmişler ve Evsliler Usyd b. Hudayr’ı (ra) Hazrecliler de Sa’d b. Ubade’yi halife adayı gösterdiler. Bu durumu gören Muğire b. Şube (ra) hemen Hz. Ömer’e (ra) koştu ve “Ensar Saideoğullarının avlusunda toplanarak halife seçimini konuşuyorlar. Kendi kendilerine karar verirlerse aramızda savaş çıkar” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) Hz. Ebubekir (ra) ve Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) ile beraber Benisaide avlusuna koştular. Baktılar ki tartışma devam ediyor, Sa’d b. Ubade (ra) konuşma yapıyordu.

Önce Hz. Ebubekir (ra) sonra Hz. Ömer (ra) birer konuşma yaptılar. “Peygamberden sonra ihtilaf çıkarsa İslam’ın geleceği tehlikeye girer” dediler. Bu nedenle “seçilecek halifenin birliği sağlayacak, fitneleri def edecek ve Kur’an’ın hâkimiyetini sağlayacak” birisi olması gerektiğini hatırlattılar. Bunun üzerine Ensar’dan Hubab b. Münzir (ra) “Öyle ise Ensar’dan bir emir, muhacirlerden de bir emir olsun” teklifini ortaya attı. Ancak Hz. Ömer (ra) buna şiddetle karşı çıktı. “Bir kında iki kılıç, bir beldede iki idareci olmaz” dedi. Ebu Ubeyde b.

Cerrah (ra) da “Ey Ensar! İslam’a ilk yardım eden sizler oldunuz; sakın ilk bozgunculuk çıkaran da sizler olmayasınız” dedi.

Hz. Ebubekir (ra) ortalığı yumuşatmak amacı ile çok yumuşak bir üslup kullanarak şöyle dedi: “Ey Ensar topluluğu! Gerek Hz. Muhammed’i (sav) gerekse biz muhacirleri sizler himaye ettiniz. Ancak Araplar içinde soyca ve sayıca çok olup daima onlara liderlik eden Kureyş olmuştur. Bedeviler ancak Kureyş’e itaat eder, onların arkasından giderler. Bu

nedenle Müslümanların birliğini de ancak Kureyş sağlayabilir. Söz konusu olan liderlik sadece Medine ve çevresi ile sınırlı değildir. Ben peygamberimize (sav) bu konuyu açtığım zaman bana ‘İmamlar Kureyştendir’ buyurdular. Bunun için bizlerin kureşten olan bir lider seçmemiz daha uygun olur” dedi. Bu konuşma ortalığın yatışmasını sağladı.

Sonra Hz. Ebubekir (ra) şöyle devam etti: “Bizler emirleriz, sizler ise vezirlersiniz. Biz sizlere danışmadan hiçbir şey yapmayız” dedi. Sonra Sa’d b. Ubade’ye (ra) döndü ve “Ey Sa’d! Biz beraber Hz. Resulullah’ın huzurunda oturduğumuz bir gün bize ‘İmamlar Kureyştendir. Kureyşliler yöneticileridir. Bundan sonra da böyle olacaktır. İnsanların iyileri Kureyşin iyilerine, kötüleri de kötülerine tabidirler’ demişti, hatırlar mısın?” diye sordu. Hz.

Sa’d b. Ubade (ra) “Evet yâ Ebabekir! Doğru söylüyorsun. Sizler idareci, bizler de vezirleriz”

dedi.

Beşir b. Saad (ra) “Sizden bir idareci, bizden de bir idareci olsun” görüşünde idi. Bu konuşmayı dinleyince söz aldı ve “Biz dinimiz için müşriklerle savaştık. Muhacirleri koruduk.

Amacımız Allah rızasını ve Resulullah’a itaat faziletini kazanmaktı. Hiçbir zaman dünyanın fani malını ve metaını kazanmayı düşünmedik. Biliyoruz ki Muhammed (sav) Kureyş kabilesinden idi. Kavmi de bu işe en layık olan kavimdir. Ben bu konuda asla bir tartışma içinde bulunmak istemem. Bu nedenle ey Ensar! Allah’tan korkun ve hilafet meselesinde muhacirlerle çekişmeyin!” dedi. Bunun üzerine halife adayı olarak adı geçen Hubab b.

Münzir (ra) “Sen amcaoğlun olan bana haset ediyorsun!” dedi. Beşir (ra) “Hayır vallahi! Ben bu işin Kureyş’e ait olduğunu düşünüyorum ve onların hakkına tecavüz etmek istemiyorum”

diye cevap verdi.

Durumdan Hz. Abbas’ın (ra) haberi oldu. Hz. Abbas (ra) Hz. Ali’nin (ra) yanına gitti.

Zübeyir b. Avvam (ra) Mikdad b. Esved (ra) Selman-ı Farisi (ra) Ebu Zerr-i Gıfari (ra) Ammar b. Yasir (ra) ve Ubey b. Kaab (ra) Hz. Ali’nin yanında oturuyorlardı. Hz. Abbas (ra) Hz. Ali’ye sordu: “Resulullah (sav) hilafet için sana veya bir başkasına vasiyet ettiğine dair bir şey biliyor musun?” dedi. Hz. Ali (ra) cevap verdi: “Vallahi hayır! Bu hususta hiçbir şey bilmiyorum!” dedi. Hz. Abbas (ra) oradan ayrıldı Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) yanına gitti. “Peygamberimizin (sav) kendisinden sonra yerine geçmesi ve halife olarak halkı idare etmesi konusunda herhangi bir vasiyeti olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Onlar da aynı şekilde “Vallahi bu konuda Resulullah’ın herhangi bir sözünü ve işaretini bilmiyoruz” dediler.

Diğer sahabelere de sordu. Onlar da aynı cevabı verdiler.

Hz. Abbas (ra) oradan ayrıldı doğru Hz. Ali’nin (ra) yanına gitti. “Yâ Ali! Uzat elini ben sana biat edeceğim. Halk Abbas Ali’ye biat etti derler de sana biat ederler” dedi. Hz. Ali (ra) bunu reddetti ve “Allah iyiliğini versin amca! Bize sormadan bu işe kim karar verir!” dedi.

Hz. Abbas (ra) “Zannım odur ki bu olacaktır!” diye cevap verdi.1

Beni Saide de toplananların tartışmaları uzayıp gidiyordu ki bunun fitneye sebep olmasını önlemek için Hz. Ebubekir (ra) Hz. Ömer’i ve Hz. Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın (ra) elini tutarak “Bu ikisinden birisine biat edin!” dedi. Ensar’ın ileri gelenlerinde olan Ubey b.

Kaab (ra) Hz. Abbas’ın (ra) soruları ile “Hilafetin kimseye vasiyet edilmediğini” öğrenip gördükten sonra Ensar’a hitaben “Ey Ensar! Vallahi halifelik işinde hiçbir hakkınız yoktur”

dedi ve Hz. Ebubekir (ra) ile Hz. Ömer’i (ra) göstererek “Bu iş bu ikisine aittir” dedi.2

Hz. Ömer (ra) erken davrandı ve Hz. Ebubekir’in (ra) elini tuttu “Uzat elini ben sana biat ediyorum” dedi. Arkasından Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) biat etti. Hemen arkasında Ensar’dan Beşir b. Saad (ra) ve Ubeyy b. Kaab (ra) Hz. Ebubekir’e biat ettiler. Sonra Beni Saide’de bulunan sahabelerin tümü Hz. Ebubekir’e (ra) biat ettiler. Yalnız Sa’d b. Ubade (ra) biat etmedi. Daha sonra Hz. Ömer (ra) onun biatını almak istedi ise de oğlu Kays (ra) “O ölür de biat etmez. Zorlarsanız Evs ile Hazrec arasında bozgunculuk yeniden başlar. Onu kendi

1 İbn-i Saad, Tabakat, 2:246; Taberi, Tarih, 3:207-209

2 Taberi, Tarih, 209

haline bırakın” diyince Hz. Ömer (ra) üzerine gitmedi. Nitekim Hz. Ebubekir’in hilafetini kabul etmeyen Sa’d b. Ubade (ra) Medine’yi terk etmiş ve Suriye’ye giderek oraya yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.

Ertesi günü Salı günü idi. Salı günü mescitte umumi biat oldu. Bütün sahabeler bölk bölük gelerek Hz. Ebubekir’e biat ettiler ve hilafetini tebrik ettiler. Bu “Umumi Biat”te bulunmayan sahabeler “Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Zübeyir b. Avvam, Mikdad b.

Esved, Selman-ı Farisi, Ebu Zerr-i Gıfari, Ammar b. Yasir, Berae b. Azib (rae) ve bir kısım Haşimîler” olmuştur.

Hz. Ali’nin mescide gelmediğini gören Hz. Ömer (ra) ile Hz. Ebubekir (ra) bir grup Ensar ve Muhacir sahabe ile Hz. Ali’nin (ra) evine geldiler. Hz. Ali (ra) orada Hz. Ebubekir’e bu konuda Haşimilerin fikirlerinin alınmamasının kendilerini üzdüğünü söyledi. Bunun Resulullah’ın yakınları olarak kendilerinde bir hak olarak gördüğünü söyledi. Bu serzenişe önce Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) söz aldı ve “Ey amcaoğlu! Sen daha çok gençsin. Buradaki insanlar ise hep yaşlılardır. Sen onlar kadar tecrübeli değilsin. Ebu Bekir bu işte senden daha kuvvetli ve bu işe daha yakındır. Onun için bu işi Ebubekir’e teslim et. Çünkü senin önünde daha uzun bir ömür var, sonra sen ilmin, faziletin, soyun ve yakınlığın ile gelecekte bu işe daha layık olacaksın” dedi. Gerçekten de Hz. Ali (ra) o gün H.33/M.32 yaşında bulunuyordu.

Hz. Ebubekir (ra) söze girdi ve “Ya Ali! Senin bu işe muhalefet edip itiraz edeceğin hiç aklıma gelmemişti. Ben bu işin peşine koşmadım ve bunu talep de etmedim. Ama şu anda herkes bana biat etmiş durumdadır. Sen muhalefet edersen başkaları da sana destek olur ve bu durumda Müslümanlar bölünür. Ey Resulullah’ın amcasının oğlu ve damadı! Müslümanların bölünmesini ister misin?” dedi.

Hz. Ali (ra) “Yâ Ebabekir! Benim sizden bir şikâyetim ve size herhangi bir dargınlığım yoktur” dedi ve orada kendisine biat etti. Allame İbn-i Kesir der ki “Hz. Ali (ra) peygamberin vefatının ikinci gününde Hz. Ebubekir’e (ra) biat etmiştir. İşin aslı ve gerçeği budur. Hz. Ali (ra) hiçbir zaman Hz. Ebubekir’den ayrılmadı ve arkasında namaz kılmayı da terk etmedi.”1

Hz. Ali (ra) “Yâ Ebabekir! Benim sizden bir şikâyetim ve size herhangi bir dargınlığım yoktur” dedi ve orada kendisine biat etti. Allame İbn-i Kesir der ki “Hz. Ali (ra) peygamberin vefatının ikinci gününde Hz. Ebubekir’e (ra) biat etmiştir. İşin aslı ve gerçeği budur. Hz. Ali (ra) hiçbir zaman Hz. Ebubekir’den ayrılmadı ve arkasında namaz kılmayı da terk etmedi.”1

Belgede ŞÂH-I VELÂYET Hz. ALİ (RA) (sayfa 191-200)