• Sonuç bulunamadı

Geleneklerine Bağlı Aileler

Gelenek, kuşaktan kuşağa aktarılarak belli bir norm hâline gelmiş uygulamalar bütünü olarak kabul edilir. İnsanoğlu, geçmişten bugüne gelirken atalarının yaşama biçimlerini, kültürlerini, inançlarını, törelerini vb. de geleceğe taşır. Ahmet Cevizci, gelenek kavramını bu bağlamda bir topluluğun, mevcut toplumsal yapısını ve değer sistemini çok büyük sarsıntılar yaşamadan koruyup devam ettirmek amacıyla kendinden önceki kuşaklardan devraldığı, belli bir dönüşüme uğratarak sonraki nesillere aktardığı; başta inançlar, düşünüşler ve kurumlar olmak üzere her türlü sosyal pratik olarak tarif eder (Cevizci, 1999: 373). Sosyolog Giddens da meseleye bu pencereden bakar ve geleneği “belirli bir etkinlik veya deneyimi, yinelenen toplumsal uygulamalarla yapılanmış olan geçmişin, bugünün ve geleceğin sürekliliği içine yerleştiren bir zaman ve uzam kullanma yolu” (Giddens, 2014: 42) şeklinde açıklar.

Gelenek, geçmişe bağlılığı ve kadim olanı temsil eder. “Değişmez ve değiştirilmemelidir. Olduğu gibi tutulursa sonsuz ömürlüdür (ebed-müddettir)” (Berkes, 2015b: 30). “Bir kültürün kendini koruma refleksi ve varlığını sürekli bir yenilenme şuuruyla devam ettirme gücüdür” (Ayvazoğlu, 2015: v). Bir uygulamanın gelenek olarak kabul edilebilmesi için kuşaktan kuşağa aktarılması ve kalıcı hâle gelmesi şarttır. Değişen toplumsal düzen içerisinde geleneklerin korunması ve idame ettirilmesi ise oldukça güç bir

durumdur. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumsal yapı, sürekli bir değişim içerisindedir. Bu değişim ve dönüşüm, geleneksel birçok uygulamayı da beraberinde yok eder. Türk toplumu, özellikle Batılılaşma ile birlikte Batı’yı küçümseyen ve yok sayan bir anlayışın yerine; Batı hayranı, taklitçi bir yapıya bürünmeye başlar. Bu yeni anlayış ile birlikte eski olandan ve gelenekten kopuş başlar. Bu da birçok olumsuzluğu beraberinde getirir. Çalışmanın konusu olan aile kurumundan örnekler vermek gerekirse; bu yeni anlayışla birlikte büyüklere saygı azalır, anne çalışma hayatına itilir ve çocuklar bakıcılar tarafından büyütülür. Ahlaki yozlaşmalarla birlikte aile içi sadakatsizliklerde artışlar görülür. Eskiden toplum baskısından çekinen birey, bu yeni anlayışla birlikte kendi başına kalır. Lale Devri ve Tanzimat’la başladığını düşündüğümüz bu hareket, günümüze kadar tüm hızıyla devam eder.

Batılılaşma ile birlikte aile içi değerlerin yitirildiği görülür. Böyle bir ortamda geleneklerinden kopmayan, atalarından gördüğü gibi yaşamayı tercih eden aileler de bulmak mümkündür. Bu ailelerin bir kısmı bilinçli olarak Batılılaşmaya ve yabancılaşmaya direnç gösterir. Diğer bir kısmı ise bilinçsizce de olsa geleneklerine bağlı olarak yaşar ve herhangi bir değişim ihtiyacı duymaz.

Geleneklerine bağlı aile örnekleri ile ilk romanlarımızdan itibaren karşılaşmamız mümkündür. Örneğin Halit Ziya Uşaklıgil’in Ferdi ve Şürekâsı romanındaki Ferdi Bey, geleneklerine bağlı bir aile reisidir ve gelenekler çerçevesinde hareket ederek henüz on üç yaşında olan kızının erkeklerle görüşmesini yasaklar. Aşk-ı Memnu romanındaki Adnan Bey, ne kadar hoşgörülü olsa da bazı geleneklerden taviz vermez. Belli bir yaştan sonra çocukları Nihal ile Bülent’in odalarını ayırır, sonrasında ise Nihal’in çarşaf giyinmesini sağlar. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Nadide romanındaki Ali Bey ve Nadide çiftinin konağındaki eşyalar, tamamen yerlidir. Nadide’nin annesiyle yaşadığı konak, haremlik ve selamlık kısımlarından oluşmaktadır. Konakta yer alan halayıklar ve konağın dış dünyaya kapalı oluşu da geleneksel anlayışın bir uzantısıdır (Kanter, 2009: 37, 42). Tez sınırlarımız içerisinde ise incelenen yüz yirmi (120) romandan yirmi birinde geleneklerine bağlı aile örnekleri ile karşılaştık.

Abbas Sayar’ın 1974’te yayımlanan Dik Bayır romanı, köy romanı hüviyeti taşır. Eserde birçok ailenin yaşam tarzı ataerkil bir yapıyı örnekler. Ataerkil toplumlarda, ailenin en büyük erkeği otorite olarak görülür ve ailenin diğer bireyleri bu otoriteye saygı duymaya mecburdur. Roman karakterlerinden Müslim Ağa; hanesinde iki gelini, çocukları ve torunlarıyla beraber ikamet eder. Ailenin en büyük erkek ferdidir ve hanesinin otoritesi

konumundadır. Evdeki herkes, gelenekler icabı olarak Müslim Ağa’ya büyük saygı duyar, onun yanında hâl ve hareketlerine özen gösterir. Geleneksel köy yaşamı gereği evin erkeği, otorite konumundaki babasının yanında eşi ve çocuklarıyla muhabbet edemez. Müslim Ağa’nın oğulları da babalarının yanında çocuklarına sarılmaktan ve eşleriyle muhabbet etmekten çekinir. Müslim Ağa’nın oğlu Raşit’in Almanya’ya işçi olarak uğurlanışı esnasında bu durum çok dramatik bir şekilde görülür. Kocasını uğurlamaya giden Halime, Raşit’in iki adım gerisinden yürür ve kocasını sadece gözleriyle uğurlayabilir. Raşit de babasının yanında olduğu için ne karısıyla konuşabilir ne de oğlunu öpebilir (Sayar, 2002b: 96).

Raşit’in Almanya’ya gidişinden sonra da durum değişmez. Raşit, babasına gönderdiği mektuplarda tüm aile bireylerinin tek tek hatırını sorar; fakat karısından ve oğlundan söz etmeyi ayıp olarak görür. Raşit’in mektubundaki hâl hatır sorma faslı şu şekilde olur: “Hatun anamın hatırını suval ederim. Ellerinden hasretle öperim. Kuççük ağamın hatırını suval edip, ellerinden öperim. Gelin yengemin hatırını suval eder, yeğenlerimin gözlerinden öperim. Bacıma, hane halkına selam ederim” (Sayar, 2002b: 98). Görüldüğü gibi Raşit, yengesinin ve yeğenlerinin bile hâl hatırını sormuş; fakat kendi eşi ve çocuğuyla ilgili tek söz edememiştir. Sadece “hane halkına selam” ifadesiyle eşine ve çocuğuna gizli bir göndermede bulunabilmiştir. Nitekim Raşit’in eşi Halime, bu duruma daha fazla dayanamaz ve kocasına gizlice bir mektup gönderir. Mektubunda kocasına niçin kendisiyle ilgilenmediğini sorar, naz ve işve makamında kocasından şikâyetçi olur. Raşit ise karısına cevaben yazdığı mektupta “Hani sen de eyi bilirsin. Örf derler, âdet derler. Evlat, babasının yanında helali ile konuşamaz. Yavrusunu gucaklayıp koklayamaz. Emme doğru, emme eğri. Biz böyle yetiştik. Senin babaevinde de sürdürülen usul bu” (Sayar, 2002b: 112) sözleriyle kendisini savunur. Raşit bu tutumuyla büyüklerinden gördüğü şekilde hareket eden, geleneklerine bağlı bir aile babasını örnekler.

Raşit’in roman boyunca aile içi geleneklere bağlı olarak yaşamını sürdürdüğü görülür. Raşit, aile içi geleneklere bağlılığını sürdürürken sadece bir kez babalık sevgisine yenik düşer ve aile içi gelenekleri çiğner. Bu da roman kahramanının bir zaaf anına denk gelir. Raşit, Almanya’dan köyüne izne döner. Bu sırada Raşit’in oğlu Murat, koşarak babasının boynuna sarılır. Oğlunun bu sevgisi karşısında dayanamayan Raşit de oğlunu kucaklar ve babasının yanında öper (Sayar, 2002b: 288). Raşit, daha sonra yaptığı yanlışı fark eder; fakat artık iş işten geçtiği için bu davranışının üzerinde durmaz.

Eserde Raşit, toplumsal normları çiğnememek için kendini sınırlayan ve ailesine olan sevgisini gizlemek zorunda kalan bir aile reisi profili çizer. Çünkü özellikle kırsal bölgelerde erkeğin, babasının yanında karısıyla konuşması ve çocuklarını sevmesi geleneğe aykırı davranışlar olarak görülür (Kaplan, 1997: 551). Bu gelenek, toplumumuzda günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Uygulamanın temeli, aile içi sevgi gösteriminin bir otorite boşluğu oluşturacağı endişesine dayanmaktadır.

Attila İlhan’ın 1974’te yayımlanan Sırtlan Payı romanındaki Manastırlı Salih Paşa, geleneklerine bağlı bir aile reisidir. Konağında gelini ve hizmetçileri ile yaşar. Manastırlı Salih Paşa’nın oğlu İhsan, Birinci Dünya Savaşı’nda şehit düşer, gelini Ruhsâr ise oğlunun emaneti olarak ona kalır. Her türlü alafranga âdetine karşı olan Salih Paşa, hiçbir şekilde kendi değerlerinden ödün vermez. O bir Osmanlı paşasıdır ve kurtuluş mücadelesi verdiği düşmanlarına özenmeyi kendisine zül addeder. Anlatıcı, Salih Paşa’nın geleneklere olan bağlılığını şu sözlerle betimler:

Yemeği yer sofrasında yiyorlar. Manastırlı Salih Paşa, Kırım Savaşı’ndan bu yana, Osmanlı mülkünü sarmış her türlü frenk özentisine, oldum olası karşı durmuş bir adam. Konağında eski görenek sürüyor: selamlık hizmetçileri, önce sofra bezini serip, orta yerine alçak boylu kandil iskemlesini koyuyorlar, sonra onun üzerine büyük pirinç tepsiyi. Sofranın çevresindeki kuştüyü minderlere herkes bağdaş kurup oturunca, hizmetçiler tarafından peşkirleri, dizlerine rastlayacak bir biçimde atılıyor (İlhan, 2005: 354).

Manastırlı Salih Paşa’nın konağında haremlik-selamlık uygulamasına yakın bir uygulama görülmektedir. Ev hanımları, misafire ikram dışında erkeklerin yanına pek çıkamaz. Salih Paşa’nın gelini Ruhsâr, konağa misafir olarak gelen roman başkişisi Ferid Bey’in yanına sadece çay veya yemek ikramları için çıkabilir. Ferid Bey’in konağın müdavimi hâline gelmesi ve hane halkından sayılmaya başlamasıyla durum biraz yumuşar. Fakat yine de geleneklerden taviz verilmez. Ferid Bey’in konakta bulunduğu bir gece, Salih Paşa uyumak istediğini belirterek istirahate çekilir. Ruhsâr ile Ferid Bey’in yalnız başlarına kalmaları geleneklere uygun olmadığı için de onlara evin hizmetçisi refakat eder: “Çok geçmeden Ruhsâr, gülümseyen bir yüzle dönüyor, ama yalnız değil, belki konağın göreneği gerektirdiğinden, belki Salih Paşa böylesini uygun gördüğünden, yanında gözlerinin akı simsiyah suratında şirin şirin ağaran, yürüyüşü paytak bir zenci dadıyla” (İlhan, 2005: 357).

Eserde Manastırlı Salih Paşa ve ailesi yozlaşmamış, geleneklerine bağlı bir Osmanlı ailesini temsil eder. Ayrıca gelenek ile dinin bütünleştiği görülmektedir. Çünkü İslam inancına göre birbirlerine mahrem olan bireylerin baş başa kalmaları caiz değildir. Bir hadis-i şerifte “(Yabancı) bir kadınla yalnız kalmayın, çünkü onların üçüncüsü mutlaka

şeytandır” (Canan, 1988a: 493) ifadesi kullanılır. Türk aile yapısı da İslam inancının bu emri doğrultusunda şekillenmiş ve birbirlerine mahrem kadın ve erkeklerin bir araya gelmeleri hoş karşılanmamıştır. Haremlik selamlık uygulaması, günümüzde de varlığını sürdüren bir gelenektir.

Roman başkişisi Ferid Bey’in halasının ailesi de geleneklerine bağlı bir ailedir. Ferid’in halasının kocası Halûk Bey, mâbeynde kâtip olarak çalışmaktadır. Sarayda oldukça önemli bir konumdadır. Bu yüzden Ferid’in halasına “Saraylı Hala” unvanı layık görülmüştür. Halûk Bey’in konağında, Manastırlı Salih Paşa’nın konağında olduğu kadar olmasa da geleneklere uyulur. Konaktaki bayanlar, erkeklerden kaçar (İlhan, 2005: 25). Saraylı Hala, Kurban Bayramında yeğenlerine harçlık dağıtır ve geleneklerinden şaşmaz: “Halasının hafif gülsuyu ve sabun kokan tombul elini yutkunarak öpüp başına koydu, armağanını alırken utancından kızardı: işlemeli bir deste ipek mendil, üç altın, başlı başına bir servet!” (İlhan, 2005: 25). Görüldüğü gibi Saraylı Hala, büyüklerinden gördüğü şekilde yeğenlerine ipek mendil ve yüklü bahşişler verir. Mâbeyn kâtibi Halûk Bey’in ailesi, Osmanlı gelenek ve göreneklerine göre yaşamını sürdüren bir aileyi örnekler.

Çetin Altan’ın 1978’de yayımlanan Küçük Bahçe romanında vakanın bir kısmı şehirde, diğer bir kısmı ise köyde geçer. Köydeki evliliklerde, önce aile bireylerinden büyüklerin evlenmesi esastır. Evde büyük kız dururken küçük kız evlendirilmez. Roman karakterlerinden Hafız Osman’ın ailesi de köyün bu geleneğine uyar. Hafız Osman’ın kızı Pembe, evlenmek ister. Fakat Pembe’nin evlenebilmesi için önce ablası Hanife’nin evlenmesi şarttır. Pembe de “Kör olası Hanife bir kısmeti çıkmıyordu ki cehennem olup gitsin evden” (Altan, 1998b: 58) sözleriyle ablasının talibinin çıkmamasından yakınır.

Evin büyük kızı dururken küçüğünün evlendirilmemesi geleneği, günümüze kadar devam eden bir gelenektir. Bu gelenek, büyük kızın korunmasını amaçlayan bir gelenek olarak görülebilir. Çünkü önce küçük kızın evlendirilmesi, büyük kızın çirkinliğine ve evde kalmışlığına delalet edebilir. Geleneğine bağlı aileler de büyük kızlarının “evde kalmış kız” damgası yememesi için evlilikte önceliği büyük kıza verir.

Dursun Akçam’ın 1975’te yayımlanan Kanlıdere’nin Kurtları romanında günümüz Türkiyesinde batıl inanç olarak görülebilecek birçok uygulama görülmektedir. Köylüler, arzularının gerçekleşmesi için Evliyatepesi’nde kurban kesmeyi şart olarak görürler. Onlara göre kurban kesilmeden yapılan bir dua, makbul bir dua değildir. Köyde susuzluk baş gösterdiğinde bazı köylüler yağmur duasına çıkar; fakat Evliyatepesi’nde kurban kesmez. Köylülerden Emoş, Maviş ve Cenkçi ise bu duruma şu şekilde tepki gösterir:

“Veresiye dua kabul olur mu? Evliya Hazretleri demez mi hani kurban? Demez mi ne tükürdünüz avucuma onu çalayım yüzünüze, demez mi? Benden ne yüzle yağmur istersiniz, demez mi?” (Akçam, 2013: 9). Görüldüğü gibi köylülerin birçoğuna göre duanın kabul edilmesinin temel şartı, Evliyatepesi’nde kurban kesilmesidir.

Bu gelenek, dini inanışların yozlaşmış bir hâli olarak değerlendirilebilir. İslam inancına göre kurban, Allah’ın insanlara “bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi” (Diyanet İşleri Başkanlığı [DİB], 2010: 388) olarak kesilir. Fakat gelenekte bu inanç yozlaştırılmış ve bir nevi kul ile Allah arasındaki bir ticarete dönüşmüştür. Gelenek, kurban kesildikten sonra yapılan duayı makbul olarak görür; fakat kurbansız yapılan bir duayı kabul edilebilir olarak görmez. Bu da zenginin duasının kabul olacağı, fakirin duasının ise kabul olmayacağı gibi yanlış bir sonuç doğurur. Köydeki bir başka gelenek ise yeni açılan mezarların toprağında ateş yakılmasıdır. Töreye göre “itler, tilkiler, daha başka hayvanlar toprağı eşmesinler, ölüyü yemesinler diye” (Akçam, 2013: 198) yeni mezarın ham toprağı yakılır. Roman karakterlerinden Abdullah’ın ölümünden sonra karısı ve çocukları bu geleneğe uyar ve mezarlığın başında birkaç gece ateş yakar.

Sadece bir romanda karşılaşılan bu gelenek, fiziki koşulların doğurduğu bir gelenek olarak görülebilir. Özellikle karasal iklimin yaşandığı bölgelerde aç kalan yabani hayvanlar, mezarlıklara dadanarak ölülerin etlerini yemeye çalışır. Toplum da ölülerini korumak için toprağı yakmayı ve toprağın tazeliğini örtmeyi zamanla bir töre hâline getirmiştir.

Erhan Bener’in 1980’de yayımlanan Elif’in Öyküsü romanında, roman başkişisi Elif’e Çankırı’dan Hacali adında biri talip olur. Hacali’nin ailesi, geleneklerine bağlıdır. Geleneğe göre gelin, aile içerisinde kayınbabasının ve kaynanasının yanına çıkamaz. Hacali’nin ablası, roman başkişisi Elif’e geleneklerini şu sözlerle aktarır: “Sen şimdi konuksun, ama Hacali ile nişanlandıktan sonra, kaynatanın, kaynananın yanına çıkamazsın, onların yanında konuşamazsın. Ayıp sayılır” (Bener, 1994: 215). Hacali’nin ailesindeki bir başka gelenek ise gelin adayının çarşı hamamına götürülmesidir. Gelin adayı, hamama götürülerek en ince ayrıntısına kadar incelenir. Böylece gelin adayının bir kusurunun olup olmadığı araştırılır. Hacali’nin ablası, bir bahane ile hamamda Elif’in peştamalını çıkartır ve her tarafını inceler. Asi bir kız olan Elif ise onların bu hareketine tepki olarak hiç kıpırdamaz ve karşısındakilerin gözlerinin içine bakar. Elif aslında işin eğlencesindedir, Hacali’yi görmüş ve beğenmemiştir. Kendisine yapılan uygulamanın aynısının damat

adayına niçin yapılmadığını ise ironik bir dille eleştirir. Ablasının kulağına “Bari ben de şu Hacali’yi görsem hamamda” (Bener, 1994: 217) diyerek geleneğin tek taraflı oluşuna ve sadece erkeğin seçici oluşuna tepki gösterir. Elif, bu aileye gelin olmayı kabul etmez. Bunun nedeni ailedeki gelenekler değil, damat adayının beğenilmemesidir.

Gelinin kaynana ve kayınbabasının yanında hâl ve hareketlerine dikkat etmesi, gelin adayının hamama götürülmesi yaygın ve günümüze kadar ulaşmış geleneklerdir. Hatta gelinin hamama götürülmesi olayı manilere bile konu olmuştur: “Saçını örmeyince / Döşünü dövmeyince / Bizde kızlar alınmaz / Hamamda görmeyince” (Artun, 2000: 232). Gelinin aile büyüklerinin arasında rahat hareket edememesi, ailede otoritenin bir sembolüdür. Buna göre gelin, aile büyüklerine mutlak bir itaatle bağlıdır ve onların sözünden hiçbir şekilde çıkamaz. Gelin adayının hamama götürülmesi ve fiziki muayeneden geçirilmesi ise daha çok kırsal bölgelerde karşılaşılan bir durumdur. Gelin ve damat adayının birbirlerini yeterince tanımadığı ve çoğunlukla görücü usulü olarak gerçekleşen bu tür evliliklerde, evliliğe evlenecek çiftler yerine aileler karar verir. Erkek tarafı da gelin adayını âdeta mal alır gibi kontrol eder.

Fakir Baykurt’un 1977’de yayımlanan Yayla adlı eseri, köy romanıdır. Köylülerin birçoğu babalarından gördükleri gibi geleneksel bir yaşam tarzı sürdürür. Köylüler, gelen misafirlere ikramda kusur etmez. Bostanlarından sebze ve meyveleri ücretsiz ikram eder. Köye çalışmak için gelen orman şefine ve arkeolojik araştırmalar yapan kazı ekibine kuzular kesilir. Roman karakterlerinden Hasan Çakır da hiçbir menfaat beklemeksizin kazı ekibine ikramlarda bulunur. Evinin bütün imkânlarını onlar için seferber eder. Bu misafirperverliklerin dışında köyde aile içi örf ve ananelere de rastlanır. Roman karakterlerinden Hasan Çakır’ın oğlu Şükrü, Hollanda’ya işçi olarak gider. Şükrü’nün karısı Zeke ve çocukları ise Hasan Çakır’la birlikte kalır. Zeke, örf ve âdetlerine sımsıkı bağlı bir gelin görünümündedir. Kaynanasının ve kayınbabasının yanında hâl ve hareketlerine dikkat eder, onların sözlerini bir emir olarak telakki eder. Öyle ki Zeke Hatun, kayınbabası Hasan Çakır’ın yanında çocuklarına uyarılarda bulunmayı bile ayıp olarak kabul eder (Baykurt, 2011b: 49). Köy âdetlerine göre bir kişinin, babasının yanında eşinden bahsetmesi doğru bir davranış değildir. Zeke Hatun’un kocası Şükrü de babasına mektup yazarken eşine selam yollamayı doğru bulmaz. Babasına gönderdiği mektuba “Kıymetli Babam, anam ve çocuklarım” (Baykurt, 2011b: 77) hitabıyla başlar ve mektupta eşi Zeke Hatun’dan bahsetmeyi doğru bulmaz. Şükrü’nüm, mektuptaki “çocuklarım” ifadesiyle karısına gizli bir göndermede bulunduğu ve karısına da böylece selam yolladığı

değerlendirilebilir. Çünkü Anadolu toplumunda “çocuklarım” ifadesi eşleri de kapsayan bir ifade olarak kullanılmaktadır.

Kırsal ve erkek egemen bölgelerde “evlilik hayatı süresince kadından beklenen doğurgan olma ve soyun sürekliliğini sağlama, iyi huylu, geçimli, itaatkâr ve çalışkan olma, bereketi arttırma ve sürekli kılma, dayanıklılık ve sağlamlığı arttırma…” (Büyükokutan, 2013: 48) gibi özelliklerdir. Zeke’nin kaynanasının ve kayınbabasının yanında hâl ve hareketlerine dikkat etmesi ve kendini sınırlaması, aile büyüklerine olan saygısının bir göstergesidir. Bu gelenek, gelini kaynanasına ve kayınbabasına karşı mutlak bir itaate zorlar. Benzer bir biçimde bu tip kırsal ailelerde evin erkeği de anne ve babasına karşı mutlak bir saygı ve itaate mecburdur. Bu nedenle de evin erkeği, eşini ve çocuklarını ancak yalnız başına kaldığında sevebilir. Aile içerisinde karı kocanın birbirleriyle muhabbet etmesi bile hoş karşılanmaz, bu tür ilişkiler mahrem olarak görülür. Nitekim romandaki örnekte erkek, geleneğin bir sonucu olarak babasının yanında eşinden bahsetmeye bile cesaret edememiştir.

Füruzan’ın 1974’te yayımlanan Kırk Yedi’liler romanındaki Kiraz’ın ailesi köyde yaşar ve geleneklerine bağlı bir aileyi örnekler. On dört kişinin aynı çatı altında barındığı bu aile, oldukça fakirdir. Leylim Nine ise yiyecek ekmek bulmakta bile güçlük çeken bu ailenin en yaşlı bireyidir. Geleneklere göre bir kişi artık evine yük olmaya başladığında haneyi terk eder ve ailenin yükünü hafifletir. Leylim Nine, torunu Kiraz’a bu töreyi şu sözlerle aktarır: “Yoksulluğun töresidir. Yediği yaramaz yaşı olanı, doyması iliğini elini yararlı kılmayacak olanı biz tepmesek de, ulular töresi kendi teper. Tazeye yer açar. Hem de gönüllerine biricik kara düşmeden” (Füruzan, 2014: 153). Leylim Nine de töreye uyar ve köyünü terk ederek şehre doğru yol alır. Leylim Nine’nin oğlu ve gelini ise ona engel olmaz. Leylim Nine, şehirde bir müddet ekmek toplayarak, artık yemekler yiyerek yaşamını sürdürür ve Erzurum’un dondurucu gecelerinden birinde donarak vefat eder. Leylim Nine, hanesine yük olmamak, hanesinden bir boğazı eksiltebilmek için kendini feda etmiş ve töre gereği ailesini bir yükten kurtarmıştır.

Fakirliğin neden olduğu bu geleneğin olumlu ve olumsuz sonuçları bulunmaktadır. Yaşlanan birey sosyal statü ve rollerinin birçoğunu kaybeder. Yaşlı birey ile toplumun diğer birey, grup ve kurumları arasındaki bağ minimuma iner (Efe ve Aydemir, 2015: 195). Fakat ailede kocayan ve işe yaramayan ihtiyarların tasfiye edilmesi, aile kurumunu

Benzer Belgeler