• Sonuç bulunamadı

2.2.2. Din ve Eğitim Görevlileri, Dînî Kimlikler

2.2.3.8. Gavvâs

Dalgıç anlamına gelen gavvâs, şinâver olarak da bilinir. Gavvâs, denizden inci ve bunun gibi kıymetli şeyler çıkaran kişidir. Divan şiirinde âşığın gönlü bu sebeple gavvâs olarak tasvir edilir. Şairler, kendilerini mana incilerini çıkaran bir dalgıca benzetirler (Pala 2000: 148).

Birlik denizine dalgıç gibi dalan âşık, bu denizden eşsiz bir cevher çıkarma arzusundadır:

Ṭalmışuz baḥr-i muḥìṭ-i vaḥdete ġavvāṣvār Rūḥiyā bir gevher-i nā-yāb peydāsındayuz

2.2.3.9. Haddâd (Demirci)

Demir ocağının başında demir işleyen ustayı resmeden şair, usta at binicisi vezir Sinan Paşa’nın atının nalını yapmak için feleğin demircisinin bir parça demir alarak paşanın atına nal hazırladığını söyler:

Ol şeh-süvär esbine yä naúl düzmege Ḥaddäd-ı çarḫ almış ele päre-i ḥadìd

s. 103

2.2.3.10. Hakîm (Âlim, Filozof)

Kıyamet gününde güneşin ve ayın gökyüzünde olmadığı, herkesin dehşet içinde kendi ameliyle baş başa kaldığı o günde kişinin dünyada yapmış olduğu mesleğin kıymeti olmayacaktır:

úᾹlem-i bì-meh ü ḫurşìd ü felekde hergiz Ne mühendis ne müneccim ne ḥakìm isterler G 417/4

2.2.3.11. Hakkâk

Oyma sanatı olan hakkâklık, maden ve şimşir gibi malzemeler üzerine çelik kalemle yazı, resim ve farklı şekilleri oymak suretiyle yapılan bir meslektir. Bir ağaç üzerine kabartma şeklinde süsleme yapılacağı gibi, madenler kazılarak içine maden doldurma şeklinde tezyinat da yapılmaktadır. Mühür yapmak için de hakketmek deyimi kullanılır. Eskiden yazı bilsin bilmesin herkes mühür kullandığı için hakkâklık kârlı sanatlardandı. Bu sebeple çok sayıda hakkâk yetişmiştir (Yaman 2008: 66-67, Pakalın 1983a: 706).

Gözler, tıpkı hakkâk gibi kirpiklerle gözyaşı incisini delmektedir. Şair, hakkâklık gibi o dönem için son derece canlı ve önemli bir meslek ile örneklendirerek bu düşüncesini ifade etmektedir:

Müjgänlar üzre ḳaṭre-i eşk ile gözlerüm Ḥakkäkdur bi-úaynihi mi§ḳabla dür deler

G 290/2

2.2.3.12. Hammâr (Meyhaneci)

Hammâr, şarap yapıp satan kişiye denilmektedir. Çok içki içen ve içiren kişiler için de kullanılır (Pala 2000: 170).

Şair, her şeye “yuh” çekerken şarap satıcısını da (hammâr) unutmaz: Bir úayş ki mevḳūf ola keyfiyyet-i ḫamra

úAyyäşına yuf ḫamrına ḫammärına hem yuf s. 194

Hammâr, aynı zamanda ilahi aşk şarabını sunan mürşit anlamında da kullanılmaktadır:

Ḫırḳa vü täcın ṣatup mey-ḫˇäreye beẕl itmege Kūy-ı ḫammära bugün züõn-nūn ile Edhem gider

G 406/5

2.2.3.13. Hayyâl (At Yetiştiren, At Terbiyecisi)

Osmanlı toplumunda haberleşme ve taşımacılıkta önemli bir yere sahip olan atlar, savaşlarda ve haberleşmedeki değeri sebebiyle nakliye işlerinde yaygın olarak kullanılmamıştır. Osmanlılarda at neslinin korunması ve daha iyi atlar yetiştirmek için çiftlikler (hara) kurulmuştur. Osmanlı sarayı içinde de atların bakımını üstlenen ve at yetiştiren Istabl-ı Âmire veya Has Ahur denilen müesseseler kurulmuştur. Atlara son derece önem veren padişahlar biniciliğe önem vermişler, usta binicileri teşvik etmiş ve övmüşlerdir (Halaçoğlu 1991a: 30).

Paşanın gazap ordularının at terbiyecisi, bu atların ayağına mehmuz denilen bir demir parçası taktığından feleğin atları daima mağlup olur:

Kendin yeñemez esb-i felek nice zamändur Ḫayyäl-ı cünūd-ı ġażabı uralı mehmūz s. 133

Saadet atına binen kişiye seslenen şair, at yetiştiricisinin bile savaş meydanında ne duruma düştüğünü görmesini isteyerek bu durumdan ders çıkarmasını ister:

Ey süvär-ı raḫş-ı devlet úäḳil iseñ ḥiṣṣe al Çarḫ gör nõitdi veġä meydänınuñ ḫayyälına

G 1021/5

2.2.3.14. Hayyât (Terzi)

Ezel terzisi sevgili için naz elbisesini dikerken, âşık için de ayıplanma elbisesini dikmiştir. Şair, kader-terzi ilişkisini bu şekilde açıklar:

Ezel ḫayyäṭı kim dikmiş ḳabä-yı näzı bäläña Melämet cämesini ben żaúìfüñ ḳaddine biçmiş

G 545/4

2.2.3.15. Helvacıbaşı

Osmanlı sarayında saray aşçılarının içinde tatlıcılar ayrı bir sınıf oluşturmaktadır. Mutfak eminine bağlı olarak çalışan tatlıcıların bulundukları daireye helva ocağı denilmektedir. Bu ocağın amirleri sırasıyla helvacıbaşı, çaşnigirbaşı ve hoşafçıbaşıdır (Gürsoy 2004: 98).

Şair, yazdığı mektupta helvacıbaşının nasıl olduğunu sormaktadır: Bilür ol bezme gelen niúmeti ḥäżır ḥelvä

Ḥelvacıbaşı olan äfet-i devrän eyüdür s. 164

Rûhî, Bağdat’ta Mehmed Ağa adlı tatlı dilli birinin helvacılık yaptığını belirtmektedir:

Cän-ı şìrìn gibi Ḥelväcı Meḥemmed Aġa Ṭatlu söyler mi o şehd ü şeker-i kän nicedür

s. 154

2.2.3.16. Hokka-bâz

Eski Türk seyirlik oyunlarından olan hokka-bâzlık, diğer geleneksel sanatlarla birleşerek dramatik öğeler kazanmış bir gösteridir. Pişekâr denilen hokka-bâz ustası, elinde şakşak ile çıkar ve yanında daima yardımcıları bulunur. Yardımcılar, çeşitli maskaralıklarla izleyicinin dikkatini dağıtır, böylece hokka-bâz da hünerlerini sergiler (Düzgün 2004a: 304).

Gece-gündüz olaylarına hayretle bakan şair, dünya hokka-bâzının bazen güneşi, bazen de yıldızları bir ortaya çıkarıp bir yok ettiğini söyler:

Ᾱferìn ol ḥoḳḳa-bäz-ı dehre kim ṣubḥ u mesä Mihre var eyler nücūm-ı äsumänı var yoḳ

G 599/3

Hokka-bâz konumundaki felek ise, istek ve arzular üzerine karar kılmış, ayrılık karanlığını kavuşma güneşine çevirmiştir:

Döndi maḳṣūdumuz üzre felek-i şuúbede-bäz Ṭoġdı vuṣlat güneşi gitdi ẓaläm-ı fürḳat

2.2.3.17. Kahvehaneci

Şair, Necef Şah adında birinin Bağdat’ta kahvehanecilik yaptığını belirtmektedir. Şam’dan Bağdat’a yazmış olduğu mektupta Necef’in kahvehaneciliğe devam edip etmediğini sorar:

Necef Şähuñ gelüp de ḳahve-ḫäne açduġın söyle Kemäkän úarż ḳıl manẓūrı olduġını yäränuñ

s. 157 Säḳì mi ḳahvesinde yine gül gibi Necef Zemzemleyüp virür mi ki fincän ne demdedür

s. 161

2.2.3.18. Kasap (Kassâb)

Âşık, sevgilinin elinin kırmızı olmasını eline kına yakması olarak yorumlamış, sevgili ise tıpkı kasabın eli gibi elinin kırmızı olmasının doğal olduğunu belirtmiştir. Sevgilinin çok kan dökücü olduğu bu şekilde açıklanmıştır:

Didüm engüştüñ ḥınädan läle-reng olmış yine Didi ḳan dökmekden olmaz mı kef-i ḳaṣṣäb surḫ

G 115/3

2.2.3.19. Kehhâl

Göz hekimi anlamına gelen kehhâl, aynı zamanda göze ziyadesiyle sürme çeken kişiye de denilmektedir (Pakalın 1983b: 237).

Göz hekiminden, şifa olarak kabul edilen sevgilinin ayağının izinin tozunu elde ederek a’mâ olan gözlere sürmesi istenir:

Evvel izüñ tozını keḥḥäl peydä eylesün Ṣoñra varsun günde biñ aúmäyı bìnä eylesün

2.2.3.20. Kennâs (Temizlikçi)

Lügat manası süpürücü olup, Mevlevî tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine denilmektedir (Pakalın 1983b: 242).

Şair, Sinan Paşa için yazmış olduğu kasidenin nesib bölümünde, kişinin ilahi aşk şarabını dağıtan mürşidin dergâhına intisab edip orada “kennâs” (temizlikçi) görevini yürütmesini ister:

Düşer mi ġayret-i İsläma bir ḳadeḥ mey içün Der-i muġända muḳìm olup olasın kennäs

s. 90

2.2.3.21. Köle

Osmanlı toplumunda köleler; varlıklı ailelerin ev hizmeti, çocuk bakımı, cariyelik ve bunun gibi işlerinde kullanılırdı. Küçük yaşlardan itibaren yeteneklerine göre yetiştirilen köleler, yüksek fiyatla satılır; genelde saray ve konaklara alınırdı. İslamiyet, sosyal bir gerçeklik olan köleliğin ıslahı ve zaman içerisinde tasfiyesi için kölelerin azat edilmesini teşvik etmiştir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de köle azat etmenin sevabına nail olmak için de köle satın alınabilirdi. Saraya alınan köleler arasından seçilenler ise, Babüssaade Ağası gibi padişaha yakın ve önemli görevlere getirilirdi. Genel olarak köleliğin kaynağı savaşlardır. Hür olmalarına rağmen zorla kaçırılarak hürriyetleri ellerinden alınanlar, köle soyundan gelenler ve borçları sebebiyle köleleştirilenler de vardı. Ucuz emek gücü olarak kölelerden yararlanılmış, tersane hizmetlerinde, kadırgalarda kürekçi hizmetinde forsa olarak istihdam edilmişlerdir. Aynı zamanda kölelerin kulağına halka takmaları da âdettir (Özbilgen 2007: 440, Ünal 2012: 37-40, Paçacı 2006h: 383-384, Onay 2009: 217).

Şair; elleri bağlı olarak ayakta edeple duran kölelerden bahsetmektedir:

Ayaḳ üstinde dururlar mı muḳābilde yine

Elleri baġlu mı ādāb ile ġılmān nicedür s. 153

Âşık; sevgilinin saçıyla boynu bağlı, kulağı küpeli bir köle olarak kendini tavsîf eder. Bu sebeple padişah olan sevgilinin kendisine karşı ilgisiz olmasının doğal olduğunu söyler:

úAceb mi mültefit olmazsa ḥälüñe Rūḥì O şäh u muḥteşem ü sen ġuläm-ı ḥalḳa-be-gūş

G 549/7

Rūḥiye āzādelik daúvāsı düşmez itmesün Boynı baġlu bende itmişdür anı gìsūlaruñ

G 661/5

Güzellikte Hz. Yusuf’a benzeyen sevgilinin bu güzelliğini kim görse onun kölesi olacağı söylenir:

Ḥüsnüñe kimdür esìr olmaz ki dehrüñ Yūsufı Ol cemāl-i bā-kemāli görse olurdı ġulām

G 771/3

2.2.3.22. Meddâh

Çok metheden, çok öven anlamlarına gelen meddâh, bir seyirci topluluğu karşısında hikâye anlatan ve anlattıklarını canlandıran kişidir. Meddâhlığın, hikâyecilik ve seyirlik sanat yönleri vardır. Başlangıçta Hz. Peygamber (s.a.v) ve ailesini övenlere meddâh denilirken, sonraları her türden kahramanlık hikâyelerini anlatan kişilere meddâh veya kıssahân denilmiştir (Düzgün 2004c: 316-317).

Şair; Ehl-i Beyt meddâhı olan Nakdî isimli birinden bahsetmekte, onun halini merak etmektedir:

Gül gibi Naḳdi mädiḥ-i Ᾱl-i Resūl mi Ol derdmend-i zär u perìşän ne demdedür

2.2.3.23. Mehterbaşı

Padişaha mahsus Mehterhane’yi (askerî mızıka takımı) idare eden kişiye Mehterbaşı denilmektedir. Kendisi İstanbul’da bulunan bütün mehterlerin âmiri olup, musikînin de üstâdıdır (Kepecioğlu 1999: 245-247).

Şair; fakirlere yardımlarda bulunan bir mehterbaşından bahsetmekte, bu kişinin kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir:

Çäre-säz-ı fuḳarä yaúni ki Mehterbaşı Herkese luṭf maḳämındadur ol cän eyüdür

s. 164

2.2.3.24. Mersiye-hân

Ölen kişinin meziyetlerini, fazlını takdir eden veya ona karşı duyulan sevgiyle ondan ayrılmanın vermiş olduğu acıyı duyan şairin söylediği hüzünlü şiirlere mersiye, mersiye okuyan kişiye de mersiye-hân denilmektedir. İslamiyet, ölen kişinin ardından feryat etmeyi emretmediği gibi kesin olarak böyle bir davranışı yasaklamıştır. Ölen kişiye duyulan sevginin doğurduğu bir sonuç olan ağlamayı ve hüzünlenmeyi ise yasaklamamıştır. Doğuş mahsulü Ehl-i Beyt sevgisini telkin eden mersiyeler tekkelerde icra edilmiş, bu vesileyle pek çok mersiye-hân yetişmiştir. Muharrem ayında aşure pişirilmesi, kurbanların kesilmesi, yemek yedirilmesi ve özellikle Muharrem ayının onuncu gününde mersiye-hânlara mersiye okutulması âdet haline gelmiştir (Pakalın 1983b: 484-486).

Bağdatlı Rûhî’nin Ehl-i Beyt’e olan sevgisinin bir tezahürü olarak İmam Hz. Hüseyin için yazmış olduğu mersiyesinde, Muharrem ayının onuncu gününde olan bu hüzünlü olaya işaret etmekte, bu hüznü anlatan gezici mersiye-hânların olduğunu ifade etmektedir:

Ḳopar bir demde ġavġä-yı ḳıyämet lìk úäşūruñ Dem-i mätemde her rūz evc-i nevbet-i ḳıyämetdür

Yatur gül gibi gülgūn perdesinde ravżanuñ ol gül Gezen mer§iye-ḫˇänlar bülbülän-ı bäġ-ı ḥayretdür s. 169

2.2.3.25. Meşşâta ve Âyinedâr

Meşşâta; özellikle gelinin süslenmesi ve başının bağlanması işini yapan kişidir. Başlık, saç tuvaleti, kaş ve göz makyajı, yüz boyama, ben düzenleme, serpuş bağlama, hotoz giydirme, mücevher takma ve yerine göre sürme çekme gibi hizmetleri sunar. Gayr-ı resmî bir meslek olan meşşâtalık, gayr-ı Müslim ve özellikle Rum kadınlara inhisar etmiştir. Çoğunlukla sosyeteye hizmet vermişler, mahrem konakların ve harem dairelerinin insanı olarak kadınlar arasında şöhret kazanmışlardır. Daimi adresleri hamamlar olup, hamamlara ün kattıkları da olmuştur. Âyinedâr ise, usta-kalfa-çırak silsilesinde olduğu gibi meşşâtanın yardımcısı olup müstakbel meşşâtadır. Meşşâta çalışırken ayna tutma görevini yapar (Pala 2004: 367- 368).

Nevruz bayramı meşşâtaya benzetilmekte, meşşâtanın yeryüzünü tıpkı bir gelin gibi süslediği ifade edilerek ilkbaharın geldiği belirtilmektedir:

Yine meşşäṭa-i úìd itdi cihänı tezyìn Bir zamän irdi ki gül gül açıla rūy-ı zemìn G 884/1

Çimen geline, su da ona her gün ayna tutan meşşâtanın yardımcısı âyinedâra benzetilmektedir:

úAks-i ḫurşìd degül cūda úarūs-ı çemene Ᾱb äyìne ṣunar her gün olup äyinedär

2.2.3.26. Muhattit

Nevruz bayramını bir ressam gözüyle müşahede eden şair, çimenin yeşil bir hat oluşturduğunu, şebnem taneciklerinin de bu hat üzerinde âdeta ben gibi göründüğünü belirtir. Şair bu benzetmeyle, bir ressamın resim yaparken tabiattan aldığı ilhamın kendi hayal dünyasına nasıl yansıdığını da ifade etmektedir:

Bir muḫaṭṭiṭ göz ile nõola idersem teşbìh Çemeni kõolmış aña sebze ḫaṭ u şebnem ḫäl

s. 127

2.2.3.27. Mücellid

Matbaa, Osmanlı kültürüne gelmeden önce birçok geleneksel sanat ürünlerinin kitaplarda bir araya gelmesine sebep olmuştur. Bu sanatlardan biri de cilt sanatıdır. Osmanlı’da yazma bir eserin hazırlanmasında birkaç esnaf görev yapar, kâtipler ve nakkaşlar tarafından yazılan kitaplar mücellitler tarafından ciltlenirdi (Yaman 2008: 40-41).

Bütün güzelliklerin sevgilide toplanması, güzel hat ile yazılmış bir kitabı hatırlatır. Mücellidin sadece kitabın cildini yapan kişi olmadığı, aynı zamanda bu kitabı yazan kişi olduğu görülmektedir:

Rūy-ı yärı ol iki zülf ü ḫaṭ-ı nev-ḫìz ile Bir mücellid ḥüsn-i ḫaṭla yazalı muṣḥaf belüñ

2.2.3.28. Mühendis

Mühendis, “yol, köprü, demiryolu, tünel, bina gibi inşaatların planlarını yapan veya elektrik, maden, makine işlerini iyi bilen kimse” (Parlatır 2006: 1167) olarak tanımlanmaktadır.

Mühendis, pek çok alanda bilgi sahibi olmasına rağmen, “hâl” bilgisine yabancıdır:

Rūḥì ġarażuñ ḥäl ise var pìr-i muġäna Zìrä ne mühendis bilür anı ne muḥaddi§ G 91/7

Âşık, bir mühendis gibi sevgilinin reyhan tüylerini rakama benzetir. Bu sebeple ona mühendis denilmesi uygundur:

Reyḥān ḫaṭuñuñ vaṣfını dāõim raḳam eyler Dinse nõola Rūḥì-i suḫan-sāza mühendis

G 532/5

2.2.3.29. Müneccim

Müneccim, yıldız ilmiyle uğraşan kişiye denilmektedir. Müneccimlik ve müneccimbaşılık teşkilatı saraylarda vardır. Eskiden yıldızların insan üzerinde etkili olduğu inancı yaygın ve kuvvetliydi. Müneccimlik ise, üstün bir mertebe ve seçkin bir görev olarak kabul edilirdi. Padişahların ve büyük komutanların yanında birer müneccim bulunur, bunlar hangi işin hangi saatte yapılması, savaşların başlatılıp başlatılmaması konusunda yıldızların uygun olup olmadıklarını araştırırlardı (Pala 2000: 300).

Yıldız ilmiyle uğraşan müneccimler, aya ve güneşe bakıp muhabbet ehliyle o yiğit padişahı görmelidir:

Müneccimler felek burcında mihr ü mähı görsünler Maḥabbet ehli görsünler ġażanfer şähı görsünler

Güneşin ve ayın çekildiği dehşetli kıyamet gününde müneccim olmak da tıpkı diğer sosyal statüler gibi kişiye fayda vermez:

úᾹlem-i bì-meh ü ḫurşìd ü felekde hergiz Ne mühendis ne müneccim ne ḥakìm isterler G 417/4

2.2.3.30. Nakkâş

Nakkâş, yağlı boya ile duvar süsleyen, resim yapan minyatürist anlamlarına gelmektedir. Göz ve kirpikler, âşığın gönlüne yaralar açtığından, nakkâş olarak kabul edilir. Saç da sevgilinin yüzü üzerinde gösterdiği değişik şekillerle nakkâşı andırır. Sevgilinin yüzü bu haliyle bir nakıştır. Allah’ın sıfatı olarak da kullanılan nakkâş, Nakkâş-ı Ezel ve Nakkâş-ı Sun’ tamlamalarıyla bu anlam kastedilir (Pala 2000: 306). Nakkâş’ın çizmiş olduğu resimler, hep cansız şekillerden oluşur. Sevgilinin boyunu çizmek, nakkâş için hiç de kolay değildir:

İdüp diḳḳat egerçi çekdi şeklin ol iki ḳaşuñ Çekince iki ḳat oldı beli ammä ki naḳḳäşuñ G 642/1 Hep ṣūret-i bì-cändur çekdükleri naḳḳäşuñ Ḳaddüñ gibi ḳädirse bir serv-i revän çeksün G 882/4

Ezel nakkâşı (Allah), bedenleri yaratmadan önce âşığın gönlünde sevgilinin resmini nakşetmiştir. Âşık, bedenler yaratılmadan önce sevgiliye âşıktır:

Ezel naḳḳäşı ṭarḥ itmezden evvel cism ü cän şeklin Göñül ḫäṭırda naḳş itmişdi ol şūḫ-ı cihän şeklin

2.2.3.31. Nâzır

Nâzır, “nezaret eden, bakan demektir. Eskiden bir vakfın umumî idaresiyle mükellef olana vakfın nâzırı denirdi” (Sertoğlu 1958: 222).

Şair, toplumda âhiret hayatını unutup dünyayı tercih eden meslek grupları içinde nâzırı da saymaktadır:

Ḳäḍi vü müftì müderris şeyḫ ü näẓır kimle var Terk idüp úuḳbäyı dünyä eylediler iḫtiyär Ḥaḳḳı örtüp itdiler ḳavl-i żaúìfi äşikär Ehl-i faḳr olan nice ḳılsun cihän içre ḳarär Gitdi ḥayfä ḳalmadı ehl-i kemäluñ raġbeti

s. 218

2.2.3.32. Peyk

Osmanlı’da habercilere ve padişahların atla sefere çıktıklarında yanlarında piyade olarak giden muhafızlarına denilmektedir. Giysileri ve uzun mesafeleri koşmaları yönüyle dikkat çeken peyklerin bellerinde balta vardır. Dizlerinin altındaki küçük zilleri sallayarak koşarlar. Yanlarında badem, gül suyu ve akide şekeri bulunur; hem kendisi yer, hem çevresindekilere gül suyu serpip şeker ikram eder. Peykler, kaybettikleri enerjilerini gül suyu içip şeker yiyerek giderirler (Kahraman 1995: 624, Onay 2009: 377).

Rüzgârın peyk görevinde olduğu görülmektedir. Seher vakti gelen sabâ rüzgârı, nevruzun geldiği haberini çimene süratle getiren peyke benzetilir:

Ḫaber-i maḳdemini virdi meger nevrūzuñ Çemene sürúat ile geldi seḥer bäd-ı şimäl

s. 127 Ḳatı sürúatle gelürsin der-i dildärumdan Yine ey bäd-ı ṣabä bir ḫaberüñ var gibi

Peyk, aynı zamanda bayram müjdesini veren kişidir: Çarḫuñ bu gice çaldı bir altun sebìkesin Peyk-i zamäne irgüricek úìddan nüvìd

s. 102

Peykler, önceleri padişahın iradelerini tebliğ etmek amacıyla kullanılmış, sonraları süslü elbise ve sorguçlarıyla saltanat şiârından addedilerek gösteriş ve debdebe vesilesi olarak görülmüştür. Padişah bir yere giderken alayın en önünde peykler gider, reisleri olan peykbaşı ise solakbaşı ile beraber padişahın rikâbında bulunurdu (Kepecioğlu 1999: 277).

Fetih ve nusret gibi kavramların peyklere benzetildiği şu beyitte, padişah sefere ne zaman çıkarsa o zaman önünde iki peyk olarak yer alması istenir:

Süvär olup ẓafer raḫşına ḳılduḳça sefer yä Rab İki peyk olup öñince yürisün fetḥ u nuṣretle G 965/9

Benzer Belgeler