• Sonuç bulunamadı

GARİP ŞİİR AKIMINA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

Vezinli, kafiyeli, sık sık teşbih, mecaz, istiare, mübalağa gibi söz sanatlarına başvurulan, sanatkarane bir dile sahip, belli bir kültür ve zevk seviyesine hitap eden, bazen resim ve musikiye yaslanan, çok defa beyit bütünlüğüne dayanan, kimi zaman "bir şiirde bir tek berceste mısranın kifayetine inanan" ve genel olarak güzel olduğuna inanılan geleneksel Türk şiiri (Kaplan 2001: 131); Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet’ten oluşan Garip Hareketi ile yerle bir edilir. Eski şiirin tamamen yıkılmasını hedefleyen bu hareket, anlayışları yüzünden olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri alır. Garip öncesi dönemde yadırganan hatta zaman zaman alaya alınan Garipçiler, hareketin ilk ürünleri ile eleştiri oklarını üzerlerine çeker.

Garipçilerden ilk olarak Nurullah Ataç bahseder. Garip şiirlerini bir devrimden ziyade bir çeşitlilik olarak tanımlayan Ataç, özellikle aruz ve hecenin şiirden atılamayacağını savunur. Bir zaman sonra bu fikirlerinden vazgeçen Ataç; Garipçilerin anlayışını bir devrim olarak kabul eder (Sazyek 2006: 348). Ataç'ın bu fikrinden vazgeçmesi Garip şiirinin doğal yönünü daha da benimsemesiyle olur. Garip'e kadar uyak ve vezinle boğuşan formel şiirin alternatifi olan bu yeni şiir, Nurullah Ataç'ın bir nevi himayesiyle edebiyat ve sanat dünyasının baş tartışma konusu olur.

Garip şiiri üzerine yazı yazan ikinci eleştirmen Orhan Seyfi Orhon'dur. Akbaba dergisindeki yazısında hareketi gayet alaycı bir dille eleştiren Orhon, genç şairleri vezin, kafiye, hayal, duygu ve tema gibi şiirin olmazsa olmaz kavramlarını yok saymakla

suçlar (Orhon 1938: 7). Hecenin beş şairinden biri olan Orhon, aslında biraz da gündemden düşme korkusuyla bu eleştiriyi yapar. Özellikle 1923'ten sonra Türk şiirinin tahtında oturan Orhon ve arkadaşları, bu yeni şiirin gündemi bu kadar meşgul etmesinden rahatsız olur.

Orhan Veli'nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” adlı şiiri bir anda tartışmaların odak noktasına oturur. Bu şiir üzerinden Orhan Veli'nin şiir anlayışını Nurettin Artam, ve Orhan Seyfi Orhon şiddetle eleştirirken Nurullah Ataç ve Şevket Rado Orhan Veli'yi savunur. Bu şiirle şiddetlenen tartışma, Yusuf Ziya Ortaç'ın Akbaba dergisinde kaleme aldığı yazı ile daha da alevlenir. Ortaç; “Vezin gitti, kafiye gitti, mana gitti… Türk şiirinin berceste mısraı diye (Yazık Oldu Süleyman Efendiye!) rezaletini alkışladılar… Göğüslerinde cehennemler yanan sanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şıkır şıkır oynadıklarını gördük! Sanatın darülacezesiyle tımarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular! (…) Ey Türk gençliği !... Sizi bu hayasızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum!” (Bezirci 1994: 62) sözleriyle sanat ve edebiyat dünyasını uçsuz bucaksız bir tartışmanın ortasına atar. Tıpkı Orhon gibi Ortaç'ın da bu yeni şiirle yıldızı barışmaz. Geleneksel kurgu içinde dilediği gibi at koşturan Beş Hececiler'in şiir dünyasındaki prestijini sarsacak olan bu yeni şiir ekolü hemen yerden yere vurulur. Kuşkusuz yeni şiire duyulan bu tepki objektif bir zihnin yansıması değildir.

Öztürk Emiroğlu bu şiiri “popülizm” olarak değerlendirir. Yazara göre bu popülizm İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan buhran ortamından kaynaklanmaktadır. Savaş sonrasında her şeyden bıkmış, zavallı, bitkin bir insan tipi söz konusudur ve bu yeni insan tipi de kendini “Kitabe-i Seng-i Mezar” gibi şiirlerde gösterecektir (Emiroğlu 2003: 137-138).

“Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye” ile bir anda ünlü olan Orhan Veli; Şevket Rado'ya yazdığı mektupta “Bu hususta benim bile aklımı karıştırdılar. Gel vazgeç bu sevdadan da sana sadece bir resmimi göndermekle yetineyim.” (Kanık 2002: 57) diyerek bu konunun daha fazla uzatılmasının gereksizliğini vurgulamış olur. Bu konuda dikkati çeken şey, Orhan veli'nin bile bunca meşhur olmaya hazırlıklı olmadığıdır.

Garip kitabıyla birlikte tartışmalar daha da alevlenir. Özellikle sağ kesim gelenek- milliyet bağlamında Garip'i şiddetle eleştirir. Toplumcu gerçekçi kesim ise halka açılma

bağlamında olumlu buldukları bu yeni şiire daha temkinli yaklaşır. Sağ kesimin şiddetli taarruzundan sonra Orhan Veli eleştirilere cevap verme gereği duyar. Veli, "Kim Suçlu?" adlı yazısında sanatçının yalnızlığını, anlaşılamamasını vurgulamak için şunları söyler: "Bir gün Yahya Kemal'le konuşuyordum. Bana apartmanları göstererek dedi ki: 'Köşkleri var, arabaları var, halayıkları var. Fakat hiçbir zaman bizim duyduklarımızı duyamıyorlar, bizim düşündüklerimizi düşünemiyorlar. Biz düşünüyoruz, düşünülmüş hâlde kendilerine anlatıyoruz; yine de anlamıyorlar.' Bu, adamcağızların sadece kendi kabahatleri değildi. Sadece, bizim uğraştığımız işleri umursamamaktan ileri gelmiyordu. Suç; analarına babalarına ve onları dünyaya o cümle-i asabiye ile getiren hadisata aitti" (Kanık 2014: 31). Şairin bu anısından anlaşıldığı kadarıyla sanatçı yalnızlığı denen kavram sadece Garipçilere özgü değildir. Başka bir ekolün kadim temsilcisi olan Yahya Kemal'in de aslında yalnız olduğu, tam anlamıyla anlaşılmadığı bir gerçektir.

Garip'in iddia ettiği "yeni şiir" hakkında Mehmet Kaplan "Şiir ve Tecrid" adlı yazısında şunları söyler: “Çoğu, hatıra defterinden veya bir mektuptan koparılmış satırlara benziyor. Bu şiir, hayatla kendi arasında, mutlak bırakması lazım gelen mesafeyi unutuyor. (…) O, bizzat hayat olmak istiyor. Fakat bizzat hayat alelâledir. Yalnız sanat eseri güzeldir ve bize hayatı sevdiren odur.” (Kaplan 1941: 98). Kaplan'ın yeni şiirin sadelik ve samimiyet tuzağına düştüğü fikri doğru bir fikirdir. Çünkü yeni şiirin temel felsefesi bu noktadır. Sade ve samimi olma iddiasıyla ortaya çıkan bir anlayışın zamanla tekdüze olma riski elbette vardır ancak Garipçiler hiçbir zaman bu tuzağa düşmez. Erdoğan Alkan, Garip Hareketi'nin ilgi görmesinin nedenini şiirlerindeki niteliğe değil, Türk şiirine ölçüsüz, uyaksız serbest mısraları sokmalarından kaynaklandığını iddia eder (Alkan 1995: 475). Alkan'ın iddiasının aksine Garip'in ilgi çeken şiirlerinde kuralsızlıkla derin anlamlar iç içedir. Bu bakımdan eleştirmenin "niteliksiz" dediği Garip şiiri, çağdaşı olan pek çok şiirden çok daha nitelikli ve anlaşılırdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Garip'in sanat anlayışının “şiirsiz şiir, edebiyatsız edebiyat, musıkisiz müzik” olduğunu iddia eder. Tanpınar; ciddi, üsluplu, aydın kesim eliyle gelişen sanatın son dönemde bayağılaştığını, şaka ve ironinin şiiri gerçek amacından uzaklaştırdığını düşünür. Batı edebiyatında özellikle Henry Miller, Virginia Woolf, Faulkner, Aldoux Huxley, Kafka gibi sanatçıları eliyle değerini koruyan sanatın, bizim

edebiyatımızda gitgide değer yitimine uğradığını, bu yitimde özellikle Orhan Veli'nin payının büyük olduğunu vurgular. Yazara göre bizim şiirimizde eksik olan şey filozofidir. Bu eksikliğin altında yatan temel neden de felsefi buhranların bizim sanat ve edebiyat dünyamızda olmayışıdır (Tanpınar 2002: 214-215). Tanpınar’ın bu eleştirisine katılmayan Mehmet Kaplan; Garip'in bu tutumu ile şâiraneliği tasfiye ettiğini ve “mutlak samimiyet, sadelik ve gerçeğe bağlılık” ilkesine uygun hareket ettiğini vurgular (Kaplan 2001: 121). Tanpınar'ın "filozofi" dediği şey, asırlarca süren divan şiirinde fazlasıyla vardır ancak şiir kitlelere uzaktır.

Garip şiirinin tüm sıradanlığı yanında felsefi yanının da olmadığını iddia eden Tanpınar, genel şiir serüvenimiz açısından garip şiirini bir talihsizlik sayar ve Orhan Veli'nin gerçek şiire varma serüvenini de şöyle açıklar:“O, edebiyatın ve şiirin diliyle ve gayeleriyle değişmesini istiyordu. Ve bunun için etrafında döneceği insanı arıyordu. Süleyman Efendi bu arayışın ilk merhalesi oldu ve şiirden şiire onun çehresi değişti. Yalnızlığında mahpus insanın yerine bütün kibar modaların gafili, her türlü erişme hırsından mahrum, kendi hayatını, başka türlüsünü tasavvur edemeyecek kadar ciddiyetle kabul eden ve daha ziyade İstanbul külhanbeyi ile Anadolu efendisinin arasında bir halk çocuğuna benzeyen bir insan aldı… Şair ilk denemelerinde bir nevi muhakeme ile dıştan bir şey gibi kabul ettiği bu tipi yavaş yavaş içten de benimseyecek, ona temessül edecektir.(…) Filhakika onda daima murâhik bir taraf vardı. Bununla beraber Orhan Veli sadece bu şiirlerle kalmamış, İstanbul’u Dinliyorum gibi manzumelerinde ve daha doğrudan doğruya konuştuğu birkaç şiirde içten gelen türküyü hiçbir muakelenin bozmadığı asıl şiire varabilmiştir (Tanpınar 2002:116). Şiirin kime hitap etmesi gerektiğini Garip önsözünde açıklayan Orhan Veli, belli bir kitlenin oyuncağı olan bu kadim sanat dalının artık özgürleşip herkese ait olması gerektiğini savunur. Tanpınar'ın kendi üslubuyla çelişen bu tarzı elbette beğenmesi mümkün değildir. Tanpınar da birçokları gibi kapalı, imgelere yaslanan şiiri sever. Bu bakımdan Garipçilerle Tanpınar'ın şiir felsefelerinin örtüşmesi imkânsızdır.

Garip şiirinin gelenekle olan kavgasında sadece sanatın değil, toplumsal dinamiklerin de hedef alındığını vurgulayan Asım Bezirci; Garipçilerin inançlar, tarih, ideoloji vb. toplumsal dinamiklerle bağlarını koparmaya çalıştıklarını iddia eder ve şunları söyler: “Sanki boşlukta yapayalnız yaşıyorlardı. Öylesine çevreye yabancılaşmışlardı. Garipçiler yaşadıkları toplumu sevmiyorlar, fakat ne onu değiştirmenin yolunu

biliyorlar, ne de arıyorlardı. Geçmişi de geleceği de şimdilik düşünmüyorlardı" (Bezirci 1995: 72). Aynı konuda Hakan Sazyek farklı düşünür. Sazyek'e göre Garip üçlüsü hareketin ilk evresinden itibaren toplumun özellikle orta ve alt katmanlarını önemsemiş ve bunu zaman geçtikçe ilerletmiştir. Başlangıçta toplumu ve dertlerini işaret eden, sorunlarını dile getiren şairler daha sonra toplumun savunuculuğunu üstlenmişlerdir (Sazyek 2006: 347). Behçet Necatigil ise bu konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Bu şiirin belki zamanla değişebilecek, eskiyebilecek şekli yanında değişmeyecek, takdire değer bir tarafı var: O da insan ve hayatla bütün muhabbetini kullanarak meşgul olması, form içine gerçek bir muhteva koymasıdır" (Necatigil 1983: 577). Temelde Garipçilerin toplumsal dinamikleri yıkma gibi bir fikirlerinin olduğu asla söylenemez. Zaten iddia edildiği gibi sağlam bir toplumsal dinamikten de söz edilemez. Cumhuriyet'in yeni değerleri ile Osmanlı'dan kalma değerler arasında bocalayan bir toplumun Garip şiirleri ile daha da bozulacağı fikri doğru bir fikir değildir.

Garip'i Ahmet Kabaklı da eleştirir. Garip şiirindeki tipleri silik, kimsesiz ve refahsız kişiler olarak tanımlayan Kabaklı, “… yeni şiir de, Cumhuriyetin ilk yıllarında hemen her şeyde yapıldığı gibi şuurlu ya da şuursuz olarak yıkma ve yeniden kurma çabası göstermiştir. Zaten o güne kadarki şiirimizin inkârı ile başlamıştır. Bu inkârı araştırmasız ve tartışmasız yapmıştır. Belki hiçbir edebiyatta görülmeyen bir aşırılıkla hareket etmiştir. İnkâr edilen şey biçimi ve özüyle, 900 yıllık Türk şiiridir” (Kabaklı 2006: 36) sözleriyle hareketi, geleneksel olanı belli bir temele dayanmadan yıkmaya çalıştıkları için eleştirir. Konuyla ilgili olarak Hüseyin Tuncer, Orhan Veli'nin divan şiirini çok beğendiğini, divan şiirinden sonra kendilerine kadar Türkiye'de şiir yazılmadığını iddia ettiğini aktararak Veli'nin Garip öncesinde Mevlana ve Hayyam'dan rubailer çevirdiğini, hatta kendisinin de rubailer yazdığını söyler (Tuncer 1997: 34). Bu açıdan bakıldığında Kabaklı'nın yukarıdaki eleştirisinin temelsiz olduğu görülür. Çünkü Orhan Veli'nin eski şiiri gayet iyi bildiği, hatta rubailer bile yazdığı bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan Garipçilerin eski şiiri inkâr ederken "Bu inkârı araştırmasız ve tartışmasız yapmıştır." fikri temelsiz ve yanlış bir fikirdir.

Garip hareketi ile ilgili bir başka eleştiri de Nihat Sami Banarlı'ya aittir. Yazara göre Garip Hareketi genel anlamda yeni olsa da özellikle tarih bilincini baltaladıkları için sakıncalıdır. Garip önsözünde değinilen fikirleri eleştirirken o fikirlerin nasıl olması gerektiği hakkında bir açılım sağlamayan Banarlı, Garip şiirinin sadece yeni sözlerini ve

rindane mizahçılığını beğenir; "Bu yeniler gerek fikirleri, gerek bilgileri, gerek yeni bir dünya görüşleri ve nihayet, içinde kavruldukları buhranlı bir hayat devresinin tecrübeleriyle serpilişleri bakımından ne kadar dikkati çekmekte iseler, bütün bu söylenecek sözlerini rindâne bir mizahçılığın ve nükteli bir söyleyişin yeni çeşnisiyle birleştirmeleri bakımından da o derece ehemmiyetlidirler. Ancak bilerek veya bilmeyerek yabancı maksatlara da alet olmak istidadındaki bu yeni söyleyiş, Türk cemiyetinin yeniden oluşu ve geleceği bakımından bazı zararlı taraflara sahiptir. Bu söyleyişin mazideki şiir terennümlerinin her çeşit kıymetlerine dirsek dayaması, ne vezin, ne kafiye, ne şekil, ne dil, ne de millî zevk geleneklerine bağlı olmayı adeta arzu etmeyişi, bakımdan zararlıdır ki; bugün yeryüzünde milletleri millî imanlarından ve millî asalet, iftihar ve tarih kayıtlarından uzaklaştırmak isteyen gizli maksatlar vardır. Bu maksatların gizli sahipleri, bir milleti içinden yıkmak için, onun eski değerleriyle arasını açmak, ona eski ve tarihî değerlerini unutturmak isterler. Bir milletin dilini ve bu dilin asırlar boyu terennüm ettiği klasik söyleyişlerini, hele bu söyleyişleri yaratan ve yaşatan millî zevkini sarsmaya veya yıkmaya muvaffak oldunuz mu, ortada, tam bir millet değil; belki birbirleriyle lisan ve edebiyat vasıtasıyla anlaşmak ve sevişmek imkânlarını kaybeden, bilhassa geçmişteki sanat değerleriyle iftihar edemeyen bir topluluk kalır. Böyle bir topluluğa ise yeni, hatta en yabancı imanları kabul ettirmek, eskisi kadar güç değildir" (Banarlı 1997: 1258). Milliyetçi-gelenekçi pencereden bakarak Garip şiirini eleştiren Banarlı, yeni şiirin tüm iddialarını reddeder. Fakat yerine de herhangi bir alternatif sunmaz. Özellikle Garip'in eski ile olan bağları koparma fikrine karşı çıkarak bunun emperyalist güçlerin bir hedefi olduğunu, Garipçilerin de bilerek ya da bilmeyerek bu hedefe hizmet ettiklerini iddia eder. Yazara göre bir milleti içinden yıkmak için bu tür oyunlara başvurulur. Banarlı'nın Garipçileri zan altında bırakan bu fikirleri bazı açılardan öznel ve ideolojik bir yaklaşımı gösterir. Özellikle Tanzimat şiirinde Namık Kemal'in şiiri (biçimsel açıdan olmasa da) tamamen değiştirdiği ve bu değişikliğin toplumsal açıdan faydalı olduğu gün gibi ortadadır. Bu bağlamda gelenek ile her türlü bağı korumak milleti yarınlara taşır, bu bağlardan kopmak milletin geleceğini yok eder fikri doğru bir fikir değildir. Hatta, örnek verilecek olursa, Tevfik Fikret'in şiirdeki devrimi, Nazım Hikmet'in yenilikleri şiirin etki alanını daha da genişletir.

Garip Hareketi'ne tarihi süreci hatırlatarak eleştiri getiren Hikmet Dizdaroğlu; yeni şiirin ölçü ve uyak karşıtlığını doğru bulmaz. Çünkü Yunus Emre'den Yahya Kemal'e değin engin bir şiir birikimini tamamen yok saymak doğru da değildir gerçekçi de. Ayrıca her şeyin şiire konu olamayacağını savunan Dizdaroğlu; şiir dili konusunda da hareketin söylemlerini eleştirir. Yazara göre “Şiire girecek sözcükler seçilmedikçe ya da bu sözcükler şiirde özel bir atmosfer yaratacak şekilde kullanılmadıkça, şiir, dilin ‘özünü, kokusunu, lezzetini ve musıkisini' asla duyurmayacaktır" (Özçelebi 2003: 82- 83). Dizdaroğlu'nun bahsettiği ölçüsüz ve uyaksız şiiri Garip'ten önce Nazım Hikmet denemiş ve başarılı da olmuştur. Bu tarz geniş kitlelerin beğenisi ile karşılaşmamış olsa zaten Nazım başarısız olurdu. Bu bağlamda sanki ilk kez Garipçiler bu işi yaptı gibi bir anlayışla onları eleştirmek yersizdir. Çünkü Garip'e gelene kadar Türk şiirinde zaten birçok yenilik yapılır. Bu yenilikler, Garipçilerin fikirleri ile birleşerek sistematik bir hâle gelir.

Garip Hareketi'ne getirilen en büyük eleştirilerden biri olan "halktan kopuk olma" meselesine değinen Orhan Veli, bu eleştirilerin yersiz olduğunun, özellikle kendisinin temel hedeflerinden birinin "halka doğru" olduğunu vurgular. Zaten Garip önsözünde de edebiyatın artık yaşamak için çalışmak zorunda olmayan sınıfların değil de hayatı boyunca çalışmak zorunda olan kesimler için var olacağını iddia eder: “bugünkü dünyada çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da onların edebiyatı olacaktır. Kahramanını onun içinden seçecek, hayatını o hayatın içinden alacaktır" (Bezirci 1995: 66). Bu bağlamda yeni şiirin sesleneceği kitleyi bir daha anımsatan Orhan Veli, şiirlerinde sucu, şoför karısı, montör, memur, işsiz vb. birçok tipi anlatır. Oktay Rifat, bahsi geçen hedef kitle meselesiyle ilgili olarak şunları söyler: “Yeni şiir, eski şiirin kaybettiği veya kendisine kari yapmaya muvaffak olamadığı geniş kitlenin zevki üzerinde kurulacaktır (Özcan 2005: 98). Şaire göre hareketin toplumcu yönü "güzel" kavramıyla ilgilidir. Güzel, her toplumda farklı algılandığı için hareketin bu yönünün unutulmaması gerektiğini vurgular (Sazyek 2006: 36). Oktay Rifat'ın Garipçilerin genel tezini yansıtan bu görüşleri Garip şiirleriyle birebir örtüşür. Eski şiirin umursamadığı hatta betimlemekten çekindiği kalabalıklar artık şiirin öznesi olacak, yeni şiir bu kalabalıklar etrafında örgütlenecektir.

Garip Hareketi üzerine önemle eğilen Cemal Süreya, Garipçilerin yıkmaya çalıştıkları eski edebiyatı gayet iyi bildiklerini ve “Osmanlıca üstüne kesin izlenimler” taşıdıklarını; özellikle Orhan Veli’nin eski edebiyata karşı –en azından belli bir döneme kadar- büyük tepkisi olduğunu vurgular. Süreya; Orhan Veli'nin eskiyi sürekli alaya almasına rağmen şiirlerinin temelinin eski şiir olduğunu vurgular: “Orhan Veli şiirlerinde, şenlikli ve alçakgönüllü bir günlük yazarı niteliğinde iken, girdiği serüvende en çok korktuğu şeye, eski şiire takılıp kaldı; eski şiirin geleneğinden negatif parodiler çıkarmaya çalıştı." (Süreya 2000: 115-116). Yine Süreya; eski şiire topyekün savaş açan Garipçilerin, sırf eski şiirde var diye mısra, ölçü, müzikalite, imge, metafizik, dram vb. birçok unsura karşı çıktıklarını; ayrıca Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet'in sokaktaki adamın şiirine yönelerek şiiri insan içine çıkardıklarını, şiire kasket giydirip elma yemeyi öğrettiklerini ifade eder (Süreya 2000: 319). Süreya'nın betimlediği bu tipi Garipçilerden önce aslında Nazım Hikmet şiirinde buluruz. Özellikle toplumcu gerçekçi ideolojinin bir yansıması olan işçiler, köylüler, garibanlar Nazım Hikmet'in şiirlerinde kendilerine yer bulur. Bu tiplerle birlikte avare, işsiz güçsüz hatta serseri denebilecek tipleri şiire sokan Garipçiler, yeni şiirin kitlelerin şiiri olduğunu savunur.

İnci Enginün, Garip ile birlikte şiirin halkın malı, halktan biri olduğunu ve “şiirin günlük tartışmalar arasına” girmesinin bunun en güzel ispatı olduğunu vurgular. Yazara göre “Bir süre toplumda şiir, herkesin konuştuğu ortak bir konu olur" (Enginün 2005: 84). Enginün'ün bahsettiği toplumun ortak konusu olma, şiir için büyük bir iştir. Çünkü onca kargaşanın içinde hâlâ şiirin konuşuluyor olması Garip'in başarısı olarak görülmelidir.

Vedi Aşkaroğlu'na göre gittikçe modernleşen, yalnızlaşan, sosyal ilişkileri kopan çağımız insanı için, soylu sorgulamalar, asil davranışlar, insanlıkla ilgili evrensel kaygılar yerini bencilleşmiş, toplum yerine sadece yaşamsal / geçimsel kaygılar yaşayan, daha edilgen, nesneleşmiş, aidiyet duygusunu, evrensel değerlerini ve adalet duygusunu yitirmiş birey tipine bırakmıştır. İşte günümüzün ülküsüzleşen, değersizleşen, her an her tür bencil eylem içinde tutarsız eylemsellikte görebileceğimiz insan tipini Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” adlı şiirinde işlediği Süleyman Efendi'de bulmak mümkündür. Bu insan kendi eylemlerinin sonucu olarak bu duruma gelmiş değildir. Sıradanlaşmak, çağımız sosyal ekonomik ve teknolojik gelişmelerin bir sonucudur. İnsanın tabiatına aykırı olarak ortaya çıkan bu durum, günümüz insanının

trajik konumunu oluşturan ana motiftir (Aşkaroğlu 2012: 164). Aşkaroğlu'nun "Süleyman Efendi" için yaptığı tespit, Orhan Veli'nin şiirlerindeki birçok tip için geçerlidir. Yeni şiire karşı yapılan temel eleştiri noktalarından biri de sıradan insandır. Eleştirenler açısından şaşkınlık yaratan hatta tepkiye neden olan şey bu sıradan insanın şiirde kendine nasıl yer bulduğudur. Oysa esas yadırganması gereken nokta bu tipin niçin bu kadar bencil, aymaz, umursamaz, vurdumduymaz hatta cahil oluşudur. Bu insan tipini yaratan faktörlerin irdelenmesi daha doğru ve tutarlı bir eleştiri noktası