• Sonuç bulunamadı

Güçlü Ekonomiye Geçişi Gerektiren Durumlar

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.1.1. Güçlü Ekonomiye Geçişi Gerektiren Durumlar

Türkiye, 2000 yılına kadar çok ciddi ekonomik dar boğazlardan geçmiştir. 1999 yılından beri IMF denetiminde uygulanan programlar Kasım 2000’de krize ilişkin sinyaller verse de alınan bir takım önlemlerle durumu yalnızca geçici olarak düzeltilmiştir. GEGP’nın ekonomik çerçevesi ilk olarak 24 Ocak kararları ile çizilmiştir. Bu tarih sonrasında ekonomiye yöneltilen en büyük eleştirilerden olan yolsuzluklar, kamu bankalarının görev zararları, hortumlamalar, rantlar artmış, mali sektörün taşıdığı kur ve faiz riski artmış ve emekten yana olan her şeyi ezen bir sistem oluşmuştur104. Tüm bu yaşanan olaylar sonucunda da krizler meydana gelmiştir. Ancak yaşanan son krizin, ekonomik krizin yanı sıra yönetim krizi de olduğu tespit edilmesine rağmen alternatif bir yöntemin bulunamaması nedeniyle ve de krizin daha da büyümesi ihtimaliyle herhangi bir değişikliğe mahal vermemiştir.

Ülkedeki krizin bu kez yalnızca ekonomik bir krizden ibaret olmaması nedeniyle, ne Kasım 2000’deki bankaların devletleştirilmesi ile ne de 5 Nisan 1994’de olduğu gibi devalüasyon esaslı paketlerle ekonomiyi düzene koymak mümkün olmamıştır. Ekonomik krizin yanı sıra uzlaştırıcı ve çözüm bulucu alanlarda da sorunlar olması sebebiyle, sınırları 28 Şubat ilkeleri ve güvenlik belgeleri ile belirlenen Ulusal Programın açıklanması, gerekli anayasal ve yasal değişikliklerin hızla yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır.

2001 yılında ülkemizde yaşanan bunalım, bu bozuk düzenin artık daha fazla devam edemeyeceğinin ve hızlı bir reformun şart olduğunun bir göstergesi olmuştur. Rant sağlama düşüncesinin ekonomi genelinde yaygınlaşması, kamu bankalarında zarar artışlarının olması, özel bankaların bir kısmında batma riskinin bulunması ve Türk ekonomisini derinden etkileyecek olması gibi nedenlerden dolayı bu düzenden kurtulmak istenilmiştir. Söz konusu düzenin oluşturulması ile hiç kimseye özel hakların sağlanmayacak, sanayiciler haksız rekabetle karşılaşmayacak, tüm güçleriyle üretim yapacak, verimliliği arttıracak ve istihdam yaratabileceklerdir. Đstihdam artışının da, işsizliğin azalması, milli gelirin artması gibi olumlu ekonomik etkenleri ve sosyal bir takım faydaları getireceği düşüncesi ile programın uygulamaya konulması gereğini ortaya koymuştur.

104 Nur Keyder, “Türkiye’de 2000-2001 Krizleri ve Đstikrar Programları”, Đktisat, Đşletme ve Finans, Yıl: 16,

3.1.1.1. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın Alınmasına Neden Olan Đç ve Dış Etkenler

Türkiye ekonomisi 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan aralıklarla ekonomik krizlerle karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu krizlerin başlıca nedenlerini iç ve dış etkenler olarak sınıflandırmak mümkündür. Đç etkenleri de kendi içerisinde sürdürülemez bir iç borç dinamiğinin oluşması, mali sistemdeki sağlıksız yapının ve diğer yapısal sorunların kalıcı bir çözüme kavuşturulamaması şeklinde sınıflandırarak incelemek mümkündür.

1a- Đç Etkenlerden Sürdürülemez Đç Borç Dinamiği

Yaşanılan sıkıntıların iç etkenlere bağlı nedenlerine bakıldığı zaman ilk ele alınacak olan konu; kamu sektörünün borç stokunun boyutu ve son yıllarda hızlı bir biçimde artan olumsuz borç dinamiği olmalıdır. Ekonomi için önem arz eden değerlerden biri olan Türkiye kamu borcunun milli gelire oranı incelendiği zaman, 1990’lı yıllarda %30’un altında gerçekleşen oranın 2000 yılı sonunda %60’a ulaştığı gözlenmektedir. Ayrıca net iç borç stokunun GSMH’ya oranı da 1990 yılında %6 iken 1999 yılında (kamu bankalarının görev zararları dahil) %42’ye çıkmıştır. Borç stokundaki bu önemli artış, dönemin ilk yarısında yüksek faiz dışı kamu açıklarından kaynaklanırken, ikinci yarısında ise yüksek reel faizlerin etkisi daha belirgin hale gelmiştir.

Borç dinamiğinde gözlenen bu olumsuz gidişat devletin yıllarca çok yüksek oranda faizle borçlanmasına ve borç sürecinin sürdürülemez boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Çıkmaza giren borç dinamiğinin temel nedenini ise, Türkiye’deki siyaset ile ekonomi ve devlet ile toplum arasındaki ilişkiler oluşturmuştur. Olumsuz havanın giderilebilmesi için birçok reform denenmesine rağmen ekonomide ve toplumsal yaşamda 1990’lı yıllarda rant kavgası devam etmiştir. Siyasetçiler asıl görevleri dışına çıkarak piyasanın işleyişine ve ekonomik kararların alınmasına müdahale ederek özel sektörün rant sağlama çabalarını desteklemişlerdir. Elde edilen bu rantlar, birçok sektörde yaşanan sorunların ve de yıllardır ekonomimizi saran yüksek enflasyonun devam etmesine, hızlı büyüme ve yüksek refah düzeyine ulaşamamamızda da temel etken olmuştur.

Yüksek kamu açıklarının yanı sıra 1994 yılından sonra kamu kesiminin net dış borç ödeyici durumunda olması, yeterince derin olmayan yurtiçi mali piyasalar üzerinde baskı oluşturmuş, buna bağlı olarak reel faiz oranlarının yüksek seviyede kalmasına yol açmıştır. Bu dönemde yüksek ve değişken enflasyon ortamı risk primini artırmak suretiyle reel faiz oranlarının yüksek seyretmesinde etken olan bir diğer unsur olmuştur. 1992-1999

döneminde yıllık ortalama GSMH büyüme hızı %4’ün altında kalırken, iç borçlanma reel faiz oranı %32 olmuştur. Yüksek reel faizler kamu kesiminin borçlanma ihtiyacını daha da artırmış ve her gün Türkiye’yi daha da içinden çıkılmaz bir duruma götüren bir borç-faiz kısır döngüsünü ortaya çıkarmıştır105. Program hazırlanırken de bu durumun makro dengeleri çok bozduğu ve bu yolla sürdürülemez iç borç dinamiğinin ortaya çıktığı belirtilmiştir106.

1b- Đç Etkenlerden Mali Sistemin Bozukluğu

Kamu bankalarına devlet tarafından verilen tarım kesimi ile küçük ve orta boy işletmeleri destekleme görevi sonucunda oluşan zararların zamanında ödenmemesinin yanı sıra, uzun yıllardır devam eden ve ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler ve kamu bankalarının yönetim sorunları bu bankaların mali yapılarını önemli ölçüde bozmuştur. Kriz ortamında kamu bankalarının devletten olan alacakları da aşırı ölçüde finansman ihtiyacına yani zararların gittikçe artmasına neden olmuştur. Oluşan istikrarsız ortam da faizlerin yüksek seviyelerde seyretmesine yol açmıştır. Sonuç olarak, kamu bankaları bankacılık işlevlerini yerine getiremez hale gelmişlerdir. Kamu kesimi borçlanma ihtiyacının yüksekliğine bağlı olarak özel bankalar da, reel ekonomiye kaynak sağlamaktan uzaklaşarak kamu açıklarını finanse etmeye yönelmişlerdir.

Yüksek enflasyon ortamı ve belirsizlikler tasarruf sahiplerini kısa vadeye yöneltmiştir. Bunların yanı sıra yüksek faizli banka kağıtları, mali yapıyı kur riskine duyarlı hale getirmiş ve mali sektörde ortaya çıkan bu yapı, krizlerin derinleşmesine neden olmuş ve uygulanan programların başarısını engellemiştir.

2- Dış Etkenler

Ekonomik krizlere neden olan dış etkenlerin başında küreselleşmenin olumsuz yönleri gelmektedir. Küreselleşme ticaret, sermaye, işgücü, hammadde vb. ekonomiye etki eden faktörlerin ülkeler arası değişimini kolaylaştıran avantajlar sunmasına karşın küreselleşmeye dahil olmuş ülkelerde oluşan krizlerin, bu ülkelerle ekonomik ilişki içerisinde bulunan ülkelere de kolaylıkla sıçramasına neden olmaktadır. Sayılan faktörlerden sermaye hareketleri küreselleşmenin önemli bir unsurudur ve özellikle bu alanda serbestleşmeye giden gelişme yolundaki ülkelerde başta gelir dağılımı olmak üzere

105 http://www.milliyet.com.trcontentdosyaprogram01.html, 04/10/2006.

106 Ahmet Gökçen, “Đstikrar Tedbirleri ve Ekonomik Kriz”, Yeni Türkiye Dergisi: Kriz Özel Sayısı I,

makro ekonomik dengelerin bozulmasına ve finans sistemindeki kırılganlığın artmasına yol açmaktadır.

Bununla birlikte krizler ile makro ekonomik dengesizlikler arasındaki bağıntı incelendiği zaman; kriz yaşayan gelişmekte olan ülkelerde parasal ve finansal krizlerin oldukça farklı makro ekonomik bozukluklardan meydana geldiği görülmektedir. Bu krizlere örnek olarak, büyük boyutlardaki cari açıkların neden olduğu Meksika ve Tayland krizlerinin Endonezya ve Rusya gibi ülkelerde de patlak vermesini göstermek mümkündür. Ticaret hadlerinde gözlenen büyük dalgalanmalar, yükselen piyasalarda kararsızlığın dışsal nedenlerinden biri olmaktadır. Gelişmiş ülkelere kıyasla daha az çeşitliliği olan küçük ekonomiler, tipik olarak ticaret hadlerinde genellikle büyük dalgalanmalar ile karşılaşmaktadırlar. Bu tip ülkeler bankacılık krizlerine karşı daha duyarlı olmaktadır107. Ülkemiz de gerek makro ekonomik dengelerdeki istikrarsızlıklar gerekse hortumlama, rant kavgalarının sıkça yaşandığı bir ülke olması nedeniyle bankacılık krizlerine açık bir ülkedir.

Bunların yanı sıra, büyüme olgusunun tamamıyla sermaye akımları ve yurt dışı borçlarla desteklenmeye çalışıldığı ülkelerde kriz kaçınılmaz bir hal almaktadır. Yaşanan son Güneydoğu Asya krizi ve Şubat 2001’de ülkemizde yaşanan krizi bunun en iyi göstergelerinden biri olarak yorumlamak mümkündür.

Meksika ve Asya örneklerinde olduğu gibi Türkiye’de de kriz öncesi yabancı sermaye hareketlerinde büyük artışlar gözlenmiştir. Bu sermaye hareketliliğinin içeriğinde ise kısa vadeli sermaye hareketlerinin ve portföy yatırımlarının ağırlıkta olduğu ortaya konulmuştur. Ayrıca, Meksika ve Güney Doğu Asya ülkelerinin kriz öncesindeki durumundan farklı olarak, 1999 yılında Türkiye’de enflasyon Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) %65’e, büyüme oranı %-6’ya, iç borç stokunun GSMH’ya oranı %29’a, cari işlemler açığı ise 1.36 milyar dolara (GSMH’nın yaklaşık %0.7’sine) ulaşmıştır108. Bahsi geçen iç ve dış etkenlerin neden olduğu krizlerden istikrarlı bir ekonomiye geçişi sağlamak üzere hazırlanan programa dair yapısal reformlar ve hedefler aşağıda belirtilmiştir.

107 Koray Duman, “Finansal Krizlerin Nedenleri, Etkileri ve Bankacılık Sektörüne Yansımaları”, Finans– Politik&Ekonomik Yorumlar, Yıl:42, Sayı: 490, Ocak 2005, s. 39-43.

108

3.1.1.2. Yapısal Reformlar

Dünya ve çağ ile entegrasyon için gerekli olan “yapısal uyum”dan vazgeçilemeyeceğinden Türkiye’nin yeniden istikrara sokulması için gerekli yapılandırmayı yapacak “yeniden yapılanma”dan sorumlu bir yönetici ithal edilmiştir; ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrı olduğu vurgulanmış, yürütmeden sorumlu seçilmişler ve atanmışlar onay makamına dönüştürülmüştür. Neticede “yeni” bir “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur109.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde öncelik verilerek hayata geçirilen yapısal reformların temel amacı, mal ve hizmetlerin üretim miktarları ile fiyatlarının piyasa kuralları kapsamında belirlenmesini ve böylece kıt kaynakların en etkin biçimde halkın önceliklerine göre kullanımını sağlamak olmuştur. Bir başka deyişle, ülkemizde büyümenin ve üretim faktörlerinin verimliliğinin artırılması amaçlanmaktadır. Ülke içi piyasalarda piyasa kurallarına dayalı ve rekabete açık bir üretim süreci oluşturulduğu takdirde, ekonomimizin gelişimi önünde uzun yıllardır büyük bir engel oluşturan enflasyon sorunundan da kurtulmuş olunacaktır. Kamu mali disiplinin sağlanması ile bu sürece ivme verilecek olup, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme için gerekli olan makroekonomik istikrar da sağlanmış olacaktır. Reformlar, globalleşen dünya ekonomisinde gelişmiş ve çağdaş ekonomilerin izlediği ve izlemekte olduğu yola paralel bir yapı arz etmektedir. Yine gelişmiş ve hızla gelişmekte olan ekonomileri bünyesinde toplayan AB’ye tam adaylık süreci içerisinde bulunan ülkemizin bu amacının gerçekleşebilmesi için uyması gereken Kopenhag Kriterleri'nin ekonomi ile ilgili bölümleri de böyle bir ekonomik yapılanmayı öngörmektedir110.

Geçmişte Türkiye’nin sürdürülebilir ve istikrarlı bir ekonomik yapıya kavuşamamasında, yaşanan makro istikrarsızlıklar ve bunu giderecek yapısal reformların hayata geçirilememesi önemli rol oynamıştır. Artık Türkiye’nin temel makro ekonomik dengelerini sürdürülebilir bir hale getirmesi gerekmektedir ki bu da ancak kalıcı tedbirlerle mümkündür. Kalıcı mali tedbirlerin alınmasında ise, yasal altyapının yeniden düzenlenmesi, yapısal reformların hayata geçirilmesi ve yapısal reformların uygulanma performansı büyük önem taşımaktadır. Söz konusu tedbirlerin alınması da gerçekleşme olasılığı mümkün görünen ve uygulanması neticesinde büyük reformlara yol açabilecek hedeflerin belirlenmesine bağlıdır.

109 http://www.sav.org.trSunus_2001.htm, 04/10/2006. 110