• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 4: STRATEJİK KÜLTÜRÜN DIŞ POLİTİKAYA ETKİSİ Türkiye’nin dış politikası tarihsel süreçte pasif, reaktif ve düşük profilli bir eğilim

4.4. Stratejik Kültürün Dış Politikada Test Edilmesi: Örnek Olaylar

4.4.3. Güç Kullanımında Stratejik Tercih: Yumuşak Güç

Geleneksel strateji çalışmalarından güç eldeki mevcut askeri kapasite ile sayısal verilerin çokluğu ile birlikte değerlendirilmekte idi. Stratejide üstünlük kurmanın ve savaşları kazanmak için gücü maksimize etmek gerektiği görüşü ön plana çıkmıştır. Bu bağlamda uluslararası sistemde güç dengesi askeri kapasite ve materyal veriler üzerine kurgulanmıştır. İki dünya savaşı ve ardından Soğuk Savaş döneminde yaşanan silahlanma yarışı bu güç dengesi ve gücün yapısı hakkındaki kurgunun bir örneği olarak gösterilebilir.

Soğuk savaş döneminin ardından küreselleşme sürecinin de etkisi ile birlikte genelde askeri yöntem ve silahlanma yarışını ifade eden sert güç (hard power) kavramı yerine, diplomasi, özgürlük, insan hakları gibi değerleri ön plana çıkaran yumuşak güç (soft

power) kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Yumuşak güç tehdit ya da zorlama yerine

çekim gücü oluşturarak istenileni elde edebilme yeteneğidir. Sert güç ise bir ülkenin askeri gücünü genişleterek diğer ülkeleri tehdit edebilme yeteneğini ifade etmektedir. Yumuşak güç bir ülkenin kültürel ve siyasi politikalarının çekiciliğinden ortaya çıkar. Politikalar diğerlerinin gözünde meşrulaştığında yumuşak güç genişler (Nye, 2004:256).

“Bunların yanı sıra bir ülkenin [yumuşak] güç kapasitesini belirleyen en önemli unsurlardan biri de sahip olduğu siyasal sistemdir. Özgürlüklerin önünü açan, paylaşımcı, insan merkeze alan, adil, şeffaf ve demokratik bir siyasal düzen, bir ülkenin [yumuşak] güce sahip olmasını sağlayan unsurların başında gelir. Bu manada Türkiye’nin [yumuşak] gücünün temel dayanaklarından biri, onun demokrasi tecrübesidir. İnişli çıkışlı tarihine rağmen Türkiye’de demokrasinin her gün biraz daha kurumsallaşması ve halk arasındaki meşruiyetinin güçlenmesi, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olmasını sağlayan dinamiklerin başında gelmektedir” (Kalın, 2010a:54).

Türkiye geleneksel tehdit algılamaları, Soğuk Savaş döneminde uluslararası sistemdeki rolü ve bölgesindeki güvenlik sorunları nedeniyle reel politik bir güvenlik stratejisi benimsemiştir (Karaosmanoğlu, 2000:200). Bu stratejinin bir sonucu olarak Türkiye’nin stratejik düşüncesi ve davranışı sert gücü tercih etmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türkiye’nin güvenlik algısındaki temel endişe devletin varlığına yönelikti. Bu paralelde batılılaşma süreci en önemli güvenlik stratejisi olarak benimsendi. İkinci dünya savaşının ardından Türkiye’nin temel güvenlik kaygısı Sovyet tehdidine karşı sınır güvenliğini korumak oldu. Güvenliğin sağlanması için askeri kapasite genişletildi ve ardından Türkiye’nin NATO üyeliği gerçekleşti (Oğuzlu, 2007:84-85).

Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında yaşadığı güvenlik sorunları sert gücü tercih etmesinin nedeni olarak kabul edilebilir. Yunanistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Irak ve Suriye gibi ülkelerle ilişkilerde yaşanan güvenlik endişeleri sert gücün kullanılması yönünde eğilim belirlenmesine yol açmıştır (Oğuzlu 2007:86-87). Türkiye son dönemde yaşanan iç ve dış gelişmeler ve uluslararası sistemde artan önemi neticesinde yumuşak gücü tercih etmeye başlamıştır (Çandar, 2009:8). Türkiye son dönemde demokrasi ve insan hakları konusunda önemli gelişmeler

kaydederken, AB ile 2005 yılında başlatılan fiili müzakereler neticesinde önemli reformlar gerçekleştirmiştir. Dış politikada benimsenen çok boyutlu, kazan-kazan prensibine dayanan pro-aktif yaklaşım Türkiye’nin yumuşak gücünü ortaya çıkaran gelişmeler olarak kabul edilebilir (Oğuzlu: 2007:84).

Türkiye’nin gücün yapısı ve kullanımı konusunda yaşadığı bu dönüşüm stratejik kültürün ana paradigmasında güç kullanımına ilişkin benimsediği yaklaşımın pratikteki bir yansıması olarak kabul edilebilir. Türkiye’de son dönemde gerek iç politikada gerekse dış politika davranışında benimsenen yumuşak güç Davutoğlu’na göre demokratikleşmedir. Türkiye’nin demokratikleşme ve AB müzakereleri kapsamında ele aldığı reform hareketi stratejik kültüründe gücün yapısına ilişkin stratejik tercihlerin stratejik davranışı etkileyen en önemli yansımalarından biri olarak görülebilir.

Türkiye’de son dönemde demokratikleşme, insan hakları ve temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi iç politikadaki en temel norm olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda AB ile yürütülen müzakereler kapsamında idam cezasının ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, Türk Ceza Kanunu başta olmak üzere ceza yasalarında önemli değişiklikler yapılarak demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler ve açısından önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda askeri harcamaların kamu bütçesindeki payında da önemli değişiklikler yaşanmıştır. Milli Savunma Bakanlığının 2003 yılındaki bütçesi milli gelirin 2,3’ünü oluştururken, 2010 yılında 1,5 seviyelerine düşmüştür. Son dönemde ilk defa Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi merkezi yönetim bütçesinden en fazla pay alan bakanlık olmuştur.

Türkiye dış politika davranışında yumuşak gücünü 2003 yılındaki Irak krizinde göstermiştir. TBMM yapılan oylama sonucunda Türkiye’nin ABD’ye Irak’a müdahalede kendi topraklarının kullanılmasına ilişkin tezkereyi reddetmesinin ardından ABD-Türkiye ilişkilerinde “sadık müttefiklik” ilişkisi sorgulanmaya başlanmıştır. Türkiye gerek ABD’nin müdahalesi öncesi gerekse işgal sonrasında bölge ülkeleri yoğun diplomatik temas kurmuş savaşın önlenmesi ve sorunun barışçıl yollarla çözümüne önemli ölçüde çaba sarf etmiştir. Dönemin Başbakanı Abdullah Gül savaşın önlenmesine yönelik olarak bölge ülkelerine yaptığı gezi kapsamında İran’da yaptığı açıklamada “Amacımız barışı konuşmak. Şüphesiz her ülke kendini her tür senaryoya karşı hazırlayacaktır. Ama amacımız, bütün bu gayretler, giderek tehlikeli bir şekilde

tırmanan bu krizi savaşsız bir şekilde, askeri çatışmaya fırsat vermeden çözmektir” (Gül, 2003) diyerek Türkiye’nin tutumunu açıkça ifade etmiştir.

Türk-Amerikan ilişkilerinde iki ülkenin içinde bulunduğu stratejik çevrenin şartları ve iç/dış politika yaklaşımları iki ülke arasındaki stratejik ortaklık dönemini sona erdirmiştir. İki ülke arasındaki stratejik çevreye bakış açılarındaki farklılıklar nedeniyle stratejik ortaklığa dönüş pek mümkün görünmemektedir. Ancak yine de iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden inşası açısından iki ülkenin paylaştığı ortak çıkar ve ilgi alanları vardır. Türkiye-ABD ilişkilerinde dış dünyaya bakış açılarını yansıtan stratejik kültür perspektifinden fikir ayrılığından daha fazla uyum vardır. Her iki ülke de güvenlik meselelerinde azami dikkatli bir stratejik bakış açısına sahiptir. Örneğin enerji hatları, İran’ın Nükleer Programı, Rusya’nın Kafkasya ve Karadeniz’e etkisi, Kafkasya’daki ülkelerin geleceği, Pakistan-Afganistan arasındaki uzlaşma sağlanması, Afganistan’ın geleceği ve yeniden imarında Türkiye’nin rolü, Ortadoğu’daki mezhep çatışmaları, Fransa’nın yeniden NATO’nun askeri kanadına dönüşü gibi tek taraflı olmayan konularda Türkiye ve ABD’nin stratejik tercihlerinde bir yakınlık vardır (Aydın, 2009:139-140).

Türkiye’nin bu yaklaşımı komşu ülkeler ve Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği yumuşak güç politikasının bir sonucu olarak okunabilir. Türkiye Irak krizi ve sonrasında Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuş, Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi gibi uluslararası organizasyonlar düzenleyerek krizin çözümüne yönelik diplomatik inisiyatif üstlenmiştir. Zirve bu yönüyle Irak sorununun çözümüne askeri yöntemlerin kullanılmasına karşı bir tutum olarak ta görülebilir (Yeşiltaş, 2009:51). Türkiye’nin yeni bölgesel rolü ile birlikte stratejik karar alıcılar Türkiye’nin Irak’taki tüm aktörleri ve Irak’a komşu ülkelerle yapıcı ilişkiler geliştirebilecek tek ülkenin Türkiye olduğunu savunmuştur (Aras, 2009b:38). Irak’a müdahale sonrasında yaşanan hükümet kurma krizlerinde de benzer şekilde Irak’ta yaşayan farklı toplum kesimlerini bir araya getirme çabaları ile sert gücü öne çıkaran yaptırımlar yerine sorunun yumuşak gücü ön plana çıkaran diplomatik yöntemlerle çözülmesine taraf olmuştur. Türkiye bu tutumu ile Irak’taki tarafları bir araya getirebilen tek ülke olmuştur (Akyol, 2005).

Benzer şekilde İran’ın nükleer programı konusunda BM ve uluslararası kamuoyunda sorunun yaptırımlar ya da müdahaleler yerine diplomatik yöntemlerle çözümüne

yönelik başlatılan girişimler de Türkiye’nin stratejik kültüründe ortaya çıkan yumuşak güç anlayışının dış politika davranışına yansıması olarak okunabilir. Türkiye bu stratejik tercihin bir sonucu olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde İran’a uygulanacak yaptırımlar konusundaki oylamada hayır oyu kullanarak, yumuşak güç olan diplomatik yollarla sorunun çözülmesinden yana pozisyon belirlemiştir.

Türkiye’nin Irak krizi, İran’ın nükleer programı ve İsrail-Filistin sorunu gibi Ortadoğu politikasındaki yaklaşımı ile AB’nin bakış açısı benzerlik göstermektedir. Türkiye’nin yumuşak gücü AB’nin de dikkatini çekmiştir. Çoğu Avrupalılar artık Türkiye’yi Avrupa’da bir Ortadoğu ülkesi olmaktan ziyade Ortadoğu’da bir Avrupa ülkesi olarak görmeye başlamıştır (Oğuzlu, 2007:91).

2009 yılında Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında “Gazze Orta Doğu İçin Model” konulu oturumda Başbakan Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile yaşanan gerginliğin ardından Türkiye-İsrail ilişkilerindeki önemli değişimler yaşanmıştır. Söz konusu oturumda Başbakan Erdoğan’ın İsrail’in Filistin’de uyguladığı şiddet yanlısı tutumları sert bir dille eleştirmesinin ardından toplantıyı terk etmesi ve ardından İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon ile Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol arasında yaşanan “alçak koltuk krizi” ile ilişkiler önemi ölçüde hasara uğramıştır. İsrail’in resmi özrünün ardından bir ölçüde yumuşayan ilişkiler 31 Mayıs 2010 tarihinde İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH)’nın organize ettiği Gazze’ye insani yardım malzemesi taşıyan Mavi Marmara adlı geminin uluslararası sularda İsrail askerleri tarafından işgal edilmesi ve mürettebatta bulunan dokuz sivilin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi Türkiye-İsrail ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir.

Saldırının yaşandığı sırada Şili’de resmi temaslarda bulunan Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu saldırıya ilişkin ilk açıklamalarında İsrail’in insani yardım malzemesi taşıyan bir gemiye uluslararası sularda müdahalede bulunmasından dolayı “uluslararası hukukun çiğnendiğini” vurgulamıştır. Tartışma bu boyutuyla BM çatısına taşınmış ve Türkiye BM Güvenlik Konseyini acil olarak toplantıya çağırmıştır. Davutoğlu saldırı için “Uluslararası hukuk açısından hiçbir meşruiyeti yoktur. Hiçbir ülkenin bunu yapmaya hakkı yoktur. Hiçbir ülke de uluslararası hukuk karşısında bu hukukun üstünde değildir” diyerek Türkiye’nin tepkisini dile getirmiştir (“Türkiye

şimdi ne yapacak?”, Bugün, 31 Mayıs 2010). Davutoğlu aynı zamanda Türkiye’nin İsrail’e diplomatik tepki olarak büyükelçisini geri çektiğini açıklamıştır. Davutoğlu İsrail’in Türkiye’den özür dilemesini uluslararası tarafsız bir araştırma komisyonu kurulmasını kabul etmesini halde Türkiye’nin İsrail ile diplomatik ilişkileri keseceğini duyurmuştur (Black, 2010).

Başbakan Vekili Bülent Arınç Türkiye’nin saldırıya ilişkin tutumunu şu sözlerle belirtmiştir;

“Biz bir devletiz. Herkesin aklına estiğini yapacağı bir yerde değiliz. İsrail’i yaptığı bu eyleminden dolayı ne kadar kınıyorsak, bunun ne kadar yanlış olduğunu söylüyorsak, buna karşılık tüm çareyi hukuk ve diplomasi içerisinde bulacağız. Hiç kimse bizden bu olay sebebiyle İsrail’e savaş ilan etmemizi beklemesin. Böyle birşey olmaz. Mümkün de değil, doğru da değil” (“Türkiye şimdi ne yapacak?”, Bugün, 31 Mayıs 2010).

Benzer şekilde Davutoğlu da BM Güvenlik Konseyi toplantısı için gittiği ABD’nin New Jersey eyaletindeki Teterboro havalimanında gazetecilere yaptığı açıklamada bir gazetecinin “askeri seçeneğin masada olup olmadığı” sorusuna “Şu anda biz uluslararası hukukun bize verdiği bütün imkanları kullanıyoruz, kullanmaya devam edeceğiz” diyerek Türkiye’nin tutumunu ifade etmiştir (“Bu Uluslararası Ciddi Bir Meseledir”, Yenişafak, 31 Mayıs 2010). Davutoğlu BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada da benzer ifadeler kullanmıştır.

“Güç kullanımı uygun olmadığı gibi orantısızdı. Uluslararası hukuk, savaş zam[a]nında bile sivillere saldırılmaması ya da zarar verilmemesini öngörür. Kendini savunma doktrini, İsrailli güçlerin yaptığı eylemleri hiçbir şekilde meşrulaştıramaz. Açık deniz özgürlükleri uluslararası teamüller de dahil olmak üzere uluslararası deniz hukukun en temel haklarından birini oluşturur. Seyrüsefer özgürlüğü, yüzyıllar öncesine dayanan uluslararası normların en eski türlerinden biridir. Hiçbir deniz aracı kaptanının ya da bayrağını taşıdığı ülk[e]nin rızası olmadan durdurulamaz ya da yanaştırılamaz. Bu tarz eylemlere izin veren istisnai durumlar ise açık bir şekilde belirtilmiştir. Dahası, aracın bir bölümünde ya da mürettebatı tarafından hukukun ihlal edildiği yönünde oluşan kuşku, müdahale eden ülkenin uluslararası hukuk çerçevesindeki görevlerine ve sorumluluklarına halel getirmez. Insani yardım sevkıyatını düşmanca bir eylem, yardım görevlilerini muharip olarak görmek, hem bölgesel hem de küresel barış üzerinde olumsuz etki yaratacak tehlikeli bir akli durumun yansımasıdır. Dolayısıyla İsrail’in eylemleri ne yasal ne de meşru olarak görülebilir. Bu saldırıyı meşrulaştırmaya yönelik her türlü girişim nafiledir” (“Davutoğlu’nun Konuşmasının Tam Metni”, Hürriyet, 31 Mayıs 2010).

Stratejik aktörler bu söylemleri ile Türkiye’nin saldırı karşısında karşı sert gücü ortaya koyan karşı güç kullanımı gibi bir söylemin aksine sorunun çözümüne ilişkin savaş ya

da çatışma yoluyla değil uluslararası hukuk ve diplomatik çabalar gibi yumuşak gücü tercih ettiğini ortaya koymuştur. Türkiye’nin krizin yaşandığı andan itibaren başlattığı diplomatik girişimler ve uluslararası alanda saldırının kınanması çalışmaları ile aktörlerin “uluslararası hukuk ve diplomasi” temelli çözüm söylemleri Türkiye’nin stratejik kültüründe tercih ettiği yumuşak gücün dış politika davranışına yansımasına örnek olarak gösterilebilir.

“Yumuşak güç” kavramının bir başka anlamı da “güvenilir müttefik” ve “çekim merkezi” olmadır. Bu standartlara ulaşabilmek için siyasal istikrarı sağlaması, demokratik hukuk devleti standartlarının benimsenmesi, ekonomik olarak gelişmişlik ve sürdürülebilir bir kalkınmanın oluşturulabilmesi gereklidir. Bu bağlamda Türkiye’nin yumuşak güç politikasını sürdürebilmesi için komşu ülkeleri ile ekonomik ve ticari işbirliğinin artırılması, enerji ve ulaşım yolları ile toplumların güveninin sağlanması gerekmektedir (Dedeoğlu, 2010:57).

Türkiye’nin yeni dönemde var olan stratejik kültüründe yumuşak güç kullanımının sert güç kullanımından daha etkili olduğu fikri benimsenmiştir. Stratejik kültürün ana paradigmasında oluşan yumuşak dış politika davranışına da yansımıştır. Türkiye’nin AB üyelik sürecinde başlattığı insan hakları ve demokratikleşme hareketi, Irak harekatında ABD ile aynı eksende hareket etmeyerek kendi politikasını uygulaması, Irak, İran ve Suriye gibi yakın komşu ülkeleri ile ve bu ülkelerin diğer ülkeler ile olan ilişkilerinde ticari, ekonomik ve kültürel ilişkilerin güçlenerek yaşanan sorunların diplomasi ve uzlaşı ile çözüm arama çabaları ile İsrail ile yaşanan gemi krizinde stratejik aktörlerin krizi çözüm aracı olarak uluslararası hukuk normlarını çalıştırma çabaları ve uluslararası örgütler ve uluslararası kamuoyu nezdinde başlatılan diplomatik girişimler Türkiye’nin stratejik kültüründeki güç kullanımın etkisine ilişkin yumuşak güç stratejik tercihinin bir tezahürü olarak görülebilir.