• Sonuç bulunamadı

Şiddet ve Çatışma Üzerine: Önleyici Faktör Daha Fazla Diplomasi

BÖLÜM 3: TÜRKİYE’NİN STRATEJİK KÜLTÜRÜ (2002-2010) Türkiye’de son dönemde yaşanan dönüşüm yeni politika anlayışını da beraberinde

3.2. Türkiye’nin Stratejik Kültürünün Yapısı

3.2.1. Şiddet ve Çatışma Üzerine: Önleyici Faktör Daha Fazla Diplomasi

Türkiye geleneksel dış politikasında bekle-gör olarak tabir edilen durağan ve içe kapanık bir yaklaşım benimsemiştir. Bu dış politika tercihinin sonucu olarak dönemin şartlarının da etkisi ile tehdit algılamaları bölgesel ve küresel alanda sorunların ve muhtemel çatışmaların ön planda olduğu güvenliksiz bir şekilde belirlenmiştir. Belki de bu geleneksel dönemi ifade eden en önemli kurgu “üç yanı denizlerle, dört yanı düşmanlarla çevrili” söylemidir. Karar alcıların zihinsel arka planında yatan bu düşünce dış politika seçeneklerini daraltmış ve güvenlik eksenli bir tutum sergilenmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin dış politika geleneğine önemli ölçüde yön veren bu yaklaşım güvenlik temelli, sınır komşu ülkelerinin neredeyse tamamıyla güvenlik sorunlarının ve tehditlerin yaşandığı bir ortamı oluşturmuştur.

Ortaya çıkan bu stratejik düşüncenin doğal sonucu olarak dış politikada alan daralmış ve dış politikada en belirgin araç olarak askeri güç yer almıştır. Karar alma mekanizmasında bürokratik-elit bir yapı etkili olmuş ve toplumsal beklentilerin süreçte yer alma imkânı kalmamıştır. Türkiye’nin bu güvenlikleştirme hedefli tutumu yakın çevresel bölgesini kriz ve istikrarsızlık yapısı içeren bir alan olarak algılamış ve kurmuştur. Böylelikle bölgesel ve küresel sorunların çözümünde “müdahil olmama” anlayışı doğrultusunda içe dönük bir tarz benimsenmiştir. Örneğin yakın geçmiş döneminde yakın çevresinde yaşanan savaş ve kriz ortamlarında “tarafsızlık” politikasını yürüten Türkiye savaş ve çatışmaların öncesinde de sonrasında da tarafların hiçbirinin yanında olmama anlayışını devam ettirmiştir (Gözen, 2004a:275).

Son dönemde ise geleneksel dış politika anlayışı terk edilerek çok boyutlu ve aktif bir dış politika tercih edilmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımın en temel dinamiği Türkiye’nin stratejik kültürünün yeniden şekillenmeye başlamasıdır. Soğuk savaş döneminin sert ve kesin ayırımlarla oluşan tehdit algılaması yeniden ele alınmaya başlanmıştır. Türkiye’nin stratejik kültürü oluşumunda son dönemde vurgulanan en önemli norm barış ve istikrar vurgusudur. Muhtemel kriz ve çatışma alanları ve tehdit algılamaları kaçınılmaz, karşı konulması gerekli ve güç maksimizasyonuna dayalı bir strateji terk edilmeye başlanmıştır.

Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 22 Aralık 2003 tarihinde Dışişleri Bakanlığı Bütçesinin TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi vesilesiyle yaptığı konuşmada tehdit

algılamaları ve çatışma alanları konusunda zihinsel arka plandaki dönüşümün işaretlerini vermiştir.

“Yine, bu süre içinde, özellikle komşularımızla çok iyi ilişkiler kurulmuştur. Komşularımızla, sıfır problemli bir komşuluk ilişkisi hedeflenmiş ve bu çerçevede, bütün komşularımız, Bulgaristan, Yunanistan, İran, Suriye, Gürcistan, Azerbaycan hepsi ziyaret edilmiş ve bu ülkelerle ilişkilerimiz geçmişle mukayese edilemeyecek düzeylere ulaşmıştır. Türkiye, bölgeyi güvenli bir bölge yapma yolunda önemli adımlar atmıştır. Şuna inanıyoruz. ‘Çevremiz düşmanlarla çevrili’ varsayımına dayanan çatışma psikolojisinden hızla çıkarak, ‘çevremizle işbirliği ve diyalog ortamının kurucu aktörü’ psikolojisini benimsemek zorundayız. Büyük ülke ideali, ancak ve ancak böyle bir özgüven psikolojisiyle gerçekleştirilebilir diye düşünüyoruz ve bunun gereklerini yapma gayreti içinde bulunduk son bir yıl içinde”12 (Gül, 2007:56).

Çatışma ve savaşların kaçınılmaz olduğu anlayışının kabul edilmediği stratejik düşüncesi paralelinde Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’nin yeni dış politikasının beş temel esasını vurguladığı makalesinde ikinci temel esas olarak tehdit üreten değil dost kazanan bir yaklaşımı vurgulamaktadır.

“[Yeni Türk dış politikasının] [i]kinci temel esas[ı] ise komşu ülkelerle sıfır problem ilişkisidir. Komşu ülkelerin tümüyle gelinecek sıfır problem noktası, aynı zamanda birinci esas ile de bütüncül bir noktaya ulaşmayı sağlayacaktır. Bu esas ‘Türkiye'nin etrafı sürekli düşmanlarla çevrilidir’ psikolojisinden ve buna bağlı gelişen defansif refleksten kurtulup, bütün komşuları ile ilişkilerini iyi düzeye getiren bir ülke olma üzerine kuruludur. Şu an ilişkilerimizin sıkıntılı seyrettiği iki komşu ülke vardır; Ermenistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Bu noktada açılımlara öncülük edecek şekilde, Türkiye'nin stratejik çıkarlarını, Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü ve Kıbrıs Türk halkının kültürel, siyasi ve ekonomik varlığını gözeterek, parametrelerini kendimizin belirleyerek oluşturacağımız Kafkas ve Kıbrıs politikası ile bu alanlarında problemli olmaktan çıkması ve komşu ülkelerle geleceğimiz sıfır problem noktası, bize dış politika yapımı anlamında olağanüstü bir manevra kabiliyeti kazandıracaktır” (Davutoğlu, 2004b).

Türkiye’nin İspanya ile başlattığı “Medeniyetler İttifakı” projesi de Huntington’un savunduğu medeniyetlerin çatışması tezine karşı uzlaşı temelli barış ve istikrar arayışının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Projenin sahibi iki ülkeden biri olarak uluslararası alanda muhtemel çatışma bölgesi olarak kabul edilen doğu ile batının kesişme noktasındaki coğrafyası ile kriz alanları çözüm çabaları ile fırsata dönüştürülmeye çalışılmıştır.

Uluslararası sistemde çatışmanın ve savaşların kaçınılmaz olduğu düşüncesi güvenlik kavramını stratejik kültürün sıfır-toplamlı doğasının merkezine yerleştirmektedir.

Devlet reel-politik yaklaşımın gereği olarak dış tehditleri bertaraf etmeyi en birincil görevi olarak kabul edecektir. Devletin bekası önceliğinde diğer başka alternatif ya da çözüm çabalarının önemi yok denecek kadar azdır. Buna karşılık çatışmaların önlenebilir olduğu düşüncesi hayli yüksek ekonomik ve siyasi maliyetinin de etkisi ile çözüm ve müzakere arayışlarını zorlayacaktır. Bu bağlamda ideal politik yaklaşım diplomasi ve diğer araçları devreye sokarak savaş ve çatışma ortamını en alt seviyeye indirme yolları arayacaktır.

Türkiye’nin yeni dönemde stratejik kültürü çatışma ve şiddetin önlenebilir olduğu düşüncesi temelinde şekillenmiştir. Stratejik karar alıcıların önemli üzerinde durdukları konu barış ve istikrar olmuştur. Kriz zamanlarında gerginliklerin tırmanmasını önlemek amacıyla inisiyatifler alınarak taraflar arası diplomatik kanallar açık tutulmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin bölge ülkeleri açısından güvenirliğinin artması bölgesel sorunların çözümüne olumlu katkı sağlamaktadır. ABD’nin 2003 yılındaki Irak müdahalesinin ardından Irak’ın sorunlarının çözümüne yönelik olarak İstanbul’da düzenlenen Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi, Rusya-Gürcistan krizinde bölge sorunlarının çözümüne yönelik olarak önerilen Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu gibi girişimler Türkiye’nin stratejik kültürünü uluslararası alanda çatışma ve savaşın istenmediği, önlenebilir olduğu fikriyle şekillendirmiştir.

Türkiye’nin bölge ülkeleri ile başlattığı girişimler Türkiye’yi komşu ülkelerin tüm kesimleri ile görüşebilen, tarafları bir araya getirebilen önemli bir aktör konumuna getirmiştir. Ahmet Davutoğlu bölgesel sorunların çözümü ve Türkiye’nin komşu ülkeleri ile olan ilişkilerinde güvenlik temelli ilişkilerin ötesinde kültürel ve ekonomik bağların da önemini vurgulayarak bölgeyi çatışma ve kriz alanı algısının tersine işbirliği ve diyalog zemini olarak görmektedir.

“Türkiye’nin bölgesel anlamda daha büyük ölçekli dış politika ufuklarına açılması öncelikle yakın kara havzası ile irtibatını sağlayan sınır komşuları ile olan ilişkilerini yeniden düzenlemesine bağlıdır. Yakın sınır komşuları ile sürekli bunalımlar yaşayan bir ülkenin bu sınırları aşan bölgesel ve küresel politikalar üretebilmesi imkansızdır” (Davutoğlu, 2009a:146).

“Türkiye bölgede etkin olmak istiyorsa komşuları ile arasında elektronik nitelikteki Berlin Duvarı oluşturmak yerine var olan duvarları da aşabilen politikalar üretmelidir. Türkiye’nin yakın komşuları ile olan ilişkilerinin sürekli gergin tutulması da, bu sınırların kâh Kuzey Irak’ta olduğu gibi iç savaşla, kâh İran’la olan ilişkilerde olduğu gibi ideolojik gerekçelerle, kâh Suriye örneğinde olduğu gibi

arızî bunalımların kronikleştirilmesi suretiyle istikrarsızlaştırılması da aslında dolaylı olarak Türkiye’yi sınırlarına hapsederek kontrol altında tutmaya yöneliktir. Yapılması gereken, bu korkuları aşarak Türkiye’yi kendi komşuları ile rasyonel ilişkiler kurabilen sınır ötesi ittifaklarla da bölgesel etkinliğini artırabilen bir konuma getirmektir.

Komşularımızdan kaynaklanan dış politika riskinin azaltılması için karşılıklı bağımlılık düzeyini yükseltecek adımlar atılması belli bir hareket alanı sağlayacaktır. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi, dış politika projeksiyonu tutarlı olan ülkelerin lehine işleyen mekanizmalar üretir.

Ekonomik ve kültürel nitelikli bu mekanizmalar siyasi merkezlerden kaynaklanan gerginliklerin tansiyonunu düşürür ve Türkiye gibi bölgesel güçlere alternatif politikalar oluşturma şansı sağlar. Ulaşım imkanlarının genişletilmesi, sınır ticaretinin yaygınlaştırılması, karşılıklı kültürel mübadele programlarının artırılması, iş emek ve sermaye transferinin kolaylaştırılması gibi araçlar özellikle otoriter rejimlerin hakim olduğu bölgemizdeki merkezi elit kaynaklı problemlerin aşılmasında büyük kolaylıklar sağlar. Mesela ulaşım, sınır ticareti gibi araçlarla Halep merkezli Kuzey Suriye’nin, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta patlama gösteren sanayi ile GAP’ın tarımına entegre olan bir yapıya kavuşturulması, sınır boyunun büyük masraflarla elektronik donanımla kontrol altında tutulmasından daha etkin bir yoldur. Türkiye ve Suriye arasındaki düzlüklerden geçen sınır, bölgesel entegrasyonların ve liberal ekonomik politikaların ağırlık taşıdığı günümüz ekonomi-politiğinde terörün ve ekonomik bunalımın belini askeri yöntemlerden daha etkili bir şekilde kırabilir” (Davutoğlu, 2009a:146).

Davutoğlu bu ifadeleri ile Türkiye açısından bölgesel ve küresel sorunların geleneksel yapısının aksine kaçınılmaz ve doğal çatışma ortamı oluşturan kriz alanları yerine sorunların çözümüne müdahil olma alışagelmiş askeri yöntemlerin yerine sosyal, kültürel ve ekonomi temelli diplomatik araçların kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır.

Türkiye yeni dönemde oluşan stratejik kültüründe savaş ve çatışmaları beklenen, kaçınılmaz bir olgu olarak algılamamakta, sorunların daha fazla diplomatik seçenekler kullanarak önlenmesi seçeneği benimsenmektedir. Türkiye’nin stratejik kültüründe çatışmaların önlenmesi ve barış ve istikrarın sağlanmasının en temel argümanı diplomasi seçeneği olduğu görülmektedir. Aktörler ve stratejik karar alıcılar dış politika enstrümanlarını daha aktif kullanmayı tercih ederken askeri güç zor kullanma seçeneği en son şık olarak kabul görmektedir. Algıdaki bu değişikliğin oluşumunu etkileyen sebeplerden biri de tehdit olgusu hakkında geleneklerin aşılarak korku ve kaygıların yerini işbirliği ve diyalog ortamına bırakmasıdır. Bu yapı çatışma ve savaşların kaçınılmaz bir son olduğu düşüncesini zayıflatarak zamanla meşruiyet zemininin de kaybolmasına yol açacaktır.

Ahmet Davutoğlu’nun savaşların doğasına yönelik şu tespitleri stratejik kültürün savaş ve çatışmaya dair algılamasının ipuçlarını vermektedir.

“Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ise ontolojik güvenlik arayışına yönelik beklentileri temelinden sarsmıştır. Savaş teknolojisinin tahripkâr özelliğinden sonra, insani kendisinin dünyevî bir cennetten çok, insanoğlunun topyekun varoluşunu tehdit eden kıyametvarî bir cehenneme daha yakın olduğunu hisseder olmuştur.

Savaşın tahripkârlığı tarihi gelişim içerisinde üç aşamada incelenebilir: 1) Meydan muharebeleri teknolojisi; 2) tahribatı, varolan nesille sınırlı olan savaşlar; 3) teknolojik seviyeye bağlı olarak tahribatı kalıcı olan savaşlar.

Geleneksel meydan muharebelerinin tahribatı, savaş alanlarının fizikî çevresi ile sınırlıydı. Meydan muharebeleri ister metalin kullanıldığı ilkel savaş teknolojisi dönemlerinde olsun, isterse barutun etkin bir şekilde kullanıldığı daha gelişmiş savaş teknolojisi dönemlerinde olsun genelde orduların karşılıklı ve doğrudan çarpışmalarını gerekli ve yeterli kılmıştır. Bilinen ilk yazılı anlaşma olan Kadeş Anlaşmasının imzalandığı Hitit-Mısır çatışmasından son derece kapsamlı Napolyon ve Amerikan iç savaşlarına kadar yaşanan savaşların hemen hemen tümünde bu özellik sürmüştür. Savaşın kapsam ve niceliği artmakla birlikte ordularla sınır tahrip niteliği radikal bir değişiklik göstermemiştir. Bu dönemin gayri insanî katliamları, savaş teknolojisinin kaçınılmaz neticelerinden ziyade ahlâkî bunalımın sonucuydu.

Geleneksel meydan muharebeleri teknolojisi yeni silahların gelişmesi ile radikal bir değişikliğe uğradı. Birinci Dünya Savaşı, bu yeni ve son derece yıkıcı savaş teknolojisi için bir başlangıç idi. Özellikle meydan savaşlarının sınırlarını aşan hava kuvvetlerinin kullanımı meydan savaşları dönemini sona erdirerek topyekun savaş dönemini başlatmıştır. Topyekun savaş, tarafların sadece silahlı güçlerini değil ekonomik ve kültürel varlıklarını da yok etmeyi gerektirdiği için savaşın tahrip gücü ve kapsamı hem nitelik hem de nicelik olarak belli bir zaman ve mekanın ötesinde bir nesli tümüyle kuşatan bir nitelik kazanmıştır. Savaşın tahribatının savaş alanlarının dışına taşınması ile orduların karşı karşıya geldiği meydan savaşlarının çok ötesinde bulunan insanlar ve şehirler de savaşın bütün yıkıcılığını hissetmeye başlamışlardır.

Ancak bu savaş bile süre ve zarar bakımından mevcut nesille sınırlıydı. İkinci Dünya Savaşı bu yıkıcı gücü, varolan zaman ve mekanın dışına da yaymıştır. Atom bombaları savaştan habersiz olan gelecek nesillerin ontolojik güvenliğini de etkilemeye başlamıştır. Bomba atmak gibi gayri insanî bir karar ise demokratik bir süreç içinde, liberal bir hükümet tarafından alınmış ve Fukuyama’nın Batı medeniyetinin üstünlüğünün temel aygıtı olarak övdüğü rasyonel bir örgüt tarafından da uygulanmıştır.

Bu çerçevede ne bu demokratik mekanizmayı ne de rasyonelliği kınıyoruz. Yapmak istediğimiz, insanın ontolojik güvenliğinin belli bir siyasî ya da ekonomik sistem tarafından garanti edilemeyeceğini vurgulamaktır. Ontolojik güvenlik meselesi bir sistem meselesi olmaktan çok bir zihniyet meselesidir. Dolayısıyla bu hedefe, uygun ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik öncüllerin ve sosyal mekanizmaların kaynaştığı bir dünya görüşü (Weltanschauung) ile ulaşılabilir. Ayrıca, birçok savaşın, liberal ekonominin rasyonel kâr-zarar mekanizması olarak

savaş sanayii lobileri tarafından kışkırtılmış olduğu da açıkır” (Davutoğlu, 2000:16-17).

Sonuç olarak yeni dönem Türk dış politikasında savaş ve çatışmaların önlenmesinde en çok tercih edilen aracın diplomasi olduğu söylenebilir. Ahmet Davutoğlu diplomasi ve aktörlerin geliştirdiği ikili ilişkiler beklenen savaş ve çatışmaya karşı bir refleks geliştirmek yerine kültürel, ekonomik ve diplomatik bağların güçlendirilmesi ile birlikte barış ve istikrar zemininin oluşturulması hedefi ön plana çıkmaktadır. Stratejik karar alıcıların düşünsel planında diplomasi ne kadar iyi işletilebilirse çatışma ve savaş ihtimalinin de o derecede azalacağı fikri ağırlık kazanmaktadır.