• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM GEÇMĠġTEN GÜNÜMÜZE DEĞĠġEN KADINLIK OLGUSU

1.5. MODERN DÖNEMDE KADININ KONUMU

1.5.1. Fransız Devrimi‟nden Birinci Dünya SavaĢı‟na

Fransız Devrimi‟nin siyasi kültürü, devrim sonrası dönemde etkinliğini devam ettirmiĢ ve bütün Avrupa‟ya yayılmaya baĢlamıĢtır. Ancak devrim sonrası Fransa‟da yaĢananlar, devrimin siyasi kültürüyle bağlantısız Ģekilde ilerlemeye baĢlamıĢtır. 1799‟da Napolyon‟un baĢa geliĢiyle beraber Fransa askeri-teknokrat bir devlete dönüĢmüĢtür. Uzun bir çalıĢma sürecinden sonra 1804‟te Code Civil yürürlüğe girmiĢ, üç yıl sonra Code Napoléon olarak değiĢime uğramıĢtır. Napoleonik yasa feodal ayrıcalıkları geçersiz sayıp, Kilise ve devlet ayrımını ön plana koyarak gelenekle doğa yasası arasında bir uzlaĢma yakalamaya çalıĢmıĢtır. Bu yaklaĢım devrimci erkekleri memnun eden pek çok Ģeyi barındırırken kadınlar için aynı Ģartları taĢımamıĢtır. Kadınların devrim sırasında sözünü aldıkları –miras hakkı hariç- vaatlerden hiçbiri yerine getirilmemiĢtir. En baĢta kadınların siyasi hakları bulunmadığı için vatandaĢ sayılamayacakları düĢüncesi geçerli kılınmıĢtır (Bock, 2004: 75-77). Siyasi ve sivil haklara sahip olmak, yeniden erkeklere özgü bir durum olmuĢ ve kadınların siyasi haklara Avrupa genelinde kavuĢması 1980‟e kadar sürmüĢtür (Sineau, 2005: 461).

Devrimin ilk aĢaması ilham verici, sonrası ise ürkütücüdür. Kadının toplumdaki varlığı bütün Avrupa‟da yeniden muğlak bir hal almıĢtır. Napolyon‟a göre ailenin temel ilkesi koca otoritesidir. Koca otoritesi, iki bireyden oluĢan tek bir birey yaratmaktadır. Çünkü kadın doğanın kendine sunduğu niteliklerle, erkeğe özgü sorumlulukları paylaĢma yetisine sahip değildir. Koca karısını korumakla, kadın ise

ona itaat etmekle yükümlüdür. Böylesi bir söz hakkı sahipliği de bir cinsin diğerinden üstün olması sonucunu kaçınılmaz kılmaktadır (Portalis, 1988: 108-109). Napoleonik yasayla zina, çalıĢma, özel ve kamusal alan ayrımı, cinsellik ve boĢanma konularında eski geleneksel anlayıĢa geri dönülmüĢtür. Geleneksel modelde, erkek bütün ailenin kamuoyu ve siyasal temsiliyet hakkını üstlenirken, cumhuriyetçi geleneksel modelde, erkek yalnızca karısının haklarını temsil etmektedir (Bock, 2004: 76-77).

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kadınlık, düĢünsel olarak toplumun ebedi ironisi olmaya devam ederken diĢi öznenin temsili üç boyutta ele alınmıĢtır: Evlilik ve aile, türün devamlılığı, çalıĢma, özgürlük ve mülkiyet. Fichte, Kant, Hegel ve dönemin diğer filozofları, türün devamlılığı için kadının evlilik ve aile içinde bağımlı konumunun tekrar etmesi ve siyasetten dıĢlanması gerektiği fikrini savunmuĢlardır. Aksini savunan filozoflar azınlıktadır. Ancak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, kadının toplumsal kaderinden kurtularak bireysel kaderini belirlemeye baĢladığı bir devrim dönemi olmuĢtur. Pierre Leroux, Karl Marx ve John Stuart Mill gibi bazı filozoflar dönemin düĢünsel zeminini oluĢturmuĢtur. Siyasi ve felsefi tarihte insanla dünya arasında olduğu varsayılan genel kabuller, devrimci dönüĢümün insan türünü değiĢtirebileceği kabulüyle biçim değiĢtirmeye baĢlamıĢtır. Hem kadın hem de cinsel farklılık nosyonları hakkında özgün düĢünceler üretilmiĢtir. Kadınlıkla ilgili kalıplaĢmıĢ kavramsallaĢtırmalar ve zihin-beden iliĢkileri istikrarsızlaĢmıĢ, iliĢkiler “aynı ve öteki” ile “haklar ve doğa” bağlamında yeniden formüle edilmiĢtir. Söylem biçimi aĢk, arzu, aĢkınlık ya da farklılığın metafiziği etrafında Ģekil almıĢtır. Her iki cinsiyetin de rasyonel varlıklar olmaları dolayısıyla felsefi anlamda „özne‟ sayılmaları gerektiği fikri savunulmuĢtur. Sosyal baskılanma ve dini eleĢtirinin gündeme gelmesiyle türün devamlılığı nosyonu önemini yitirmeye baĢlamıĢtır. 1861‟de ise Bachofen‟in „analık hukuku‟ndan bahsetmesi üzerine, toplumun baĢından beri ataerkil olduğu yönündeki inanç sarsılmıĢ ve cinsiyetler arasındaki hiyerarĢide kırılmalar yaĢanmıĢtır. Yüzyılın sonuna doğru iki cinsin birbirini tamamladığına yönelik söylem geçerliliğini yitirmiĢ, cinsel eĢitlik düĢüncesi yerini farklılık düĢüncesine bırakmıĢtır. Genel kanı her iki cinsiyetin de atfedilen

normlardan bağımsız olarak kendi içinde özgün olduğu yönündedir (Fraisse, 2005: 52-56; 64-66;71-74).

Felsefi anlamda sağlanan iyileĢmeye rağmen on dokuzuncu yüzyılın hukuki söylemi simgesel bir düzenleme iĢlevi görerek, cinsiyetlerin sosyal normlarını, rollerini ve yaĢamsal sınırları belirlemeye devam etmiĢtir. Yüzyılın egemen hukuku özgür iradeye göre tanımlanmasına rağmen kadınların ikincil konumu değiĢmemiĢtir. Kadın nüfusunun büyük bölümünü alt sınıf kadınlar oluĢtururken yasalar yalnızca evli burjuva kadının haklarıyla ilgilenmekte ve yasaları onlar için hazırlamaktadır. Çünkü alt sınıf kadınlarının toplumsal anlamda bir görünürlükleri yoktur. Bekar kadın ise hangi sınıfa ait olduğu farketmeksizin yasalar dıĢında tutulmuĢtur. Bütün düzenlemelere rağmen cinsiyetler arasındaki hiyerarĢiden dolayı siyasi alan erkeklerin tekelinde olmaya devam etmiĢ ve kadınların siyasi kimlik kazanmalarını sağlayacak oy hakkına sahip olmaları yirminci yüzyıla kadar sürmüĢtür. Siyasetin dıĢında görülüp sadece anne oldukları için “sözde kutsallık” taĢımaları dıĢında herhangi bir siyasi-toplumsal görünürlükleri yoktur. Medeni kanunla hukuki statülerini kazandıklarında, çaresiz ve kırılgan görülmelerinin yanında kadınların güç kazanmasının toplumun sonunu getireceğine inananların düĢünceleri de yoğunluktadır. Kadınlar bu durumdan yola çıkarak öncelikle sosyal devrim ve evrensel oy hakkı için savaĢıma girmiĢlerdir (Arnaud-Duc, 2005: 80-83).

Kadınların eğitim alanındaki reformu ise, kültürel alanda önemli ilerlemeler kaydettikleri 1789-1848 arası dönemde gerçekleĢmiĢtir. Bu tarihler arasında geleneksel kadın eğitimini devam ettiren Katolik ülkelerin aksine, Protestan ülkelerde ve özellikle Almanya‟da geliĢen ve daha sonra bütün Avrupa‟ya yayılacak bir kültür yükseliĢi söz konusudur. Ancak Protestan görüĢ, kadınların eğitimini yalnızca teoride olanaklı kılmakta ve kadınların yükseköğrenime ulaĢmaları engellenmektedir. Kadınların ise engellemeler karĢısında kendilerini geliĢtirmelerine, okuma-yazma ve hayata bakıĢ pratiklerini değiĢtirmelerine olanak tanıyan üç temel etken vardır. Bunlar, pietizmin3 iç gözleme dayanan kültürleĢme süreci, okuyan kadınların güncel sorunları merak etmeye baĢlaması ve Fransız Devrimi‟nin tarihsel

3 Pietizm: Dinsel bir reform amaçlayarak, kiĢisel duyguyu dindarlığın temel ögesi varsayarak, kiĢisel

bilincidir. Önceden kaçıĢ için okunan romanlar, artık düĢünmenin ve irdelemenin itici gücü haline gelmiĢtir. Kadınlar erkeklere özgü sayılan alanlara edebiyat yoluyla dahil olmaya, siyasal ve sosyal konular hakkında düĢünmeye baĢlamıĢlardır. Ancak yüzyılın ortasına gelindiğinde reformun etkisi giderek azalmıĢ ve kadınların eğitimindeki ilerleyiĢi durmuĢtur (Hoock-Demarle, 2005: 140-148; 151; 155).

Avrupa‟nın on dokuzuncu yüzyıl egemen ideolojisi ve yönetim biçimi sömürgecilik üzerine kuruludur. Egemen sınıfın dıĢında görülen bütün bireyler üzerinde bir tür ayrımcılık uygulanmıĢ; Avrupalı beyaz erkek dıĢında kalan ırklar ve cinsiyetler „geliĢmiĢlik‟ ve „az geliĢmiĢlik‟ düzeylerine göre sınıflandırılmıĢtır. Bu doğrultuda Avrupa toplumundaki fahişeler, Yahudiler ve kadınlar hakkında pek çok bilimsel istatistik geliĢtirilmiĢtir (Oranlı, 2009: 346-347). Üstelik böylesi bir tutumun akla yatkın görünebilmesi için sömürgeci ve sömürülen arasındaki karĢıtlıklar belli bir sistemle ayrıĢtırılmıĢ, normalleĢtirilmiĢ ve meĢrulaĢtırılmıĢtır (Young, 2001: 270). Beyaz erkeğin üstünlüğünü meĢrulaĢtırmak için bilim, sanat, günlük veya süreli yayınlar etkili araçlar olarak kullanılmıĢtır. Çünkü Avrupalı beyaz erkeğin tahakküm kurması, ancak diğer sınıfları üstün olduğuna inandırmasıyla gerçekleĢebilecektir.

Yüzyılın geliĢimci biyolojisine göre, „az geliĢmiĢ‟ sınıflardan biri olan diĢi cins, toplumsal cinsiyetin alt tabakalarına ait görülmüĢ ve cinsel sapkınlıkla suçlanmıĢtır. Çünkü cinsel organın ve beynin bireyin davranıĢlarını doğrudan etkilediğine yönelik düĢünce, antropoloji, tıp ve biyoloji gibi pek çok bilim dalında genel geçer bir bilgi halini almıĢtır. 1850‟lere gelindiğinde kadın kafatasının incelenmesi frenolojinin (kafatası bilimi) özellikle ilgilendiği bir alan olmuĢtur. Verilere göre, kadınların beyinleri ilkel insanın beynine benzemekte ve bu nedenle entelektüel algı kapasiteleri düĢük olmaktadır (Stepan, 1986: 264;270).

Evli kadının yüceltildiği on dokuzuncu yüzyılda, evli olmayan kadınlar „saf‟ ya da „ahlaksız‟ karĢıtlığı içinde konumlandırılmıĢtır. Kadının doğası, beden-ruh ikiliği içinde tanımlanmakta ve aralarında doğrudan bir iliĢki kurulmaktadır. Çünkü dönemin bilimsel söylemi –cinsel organ ve beyin arasında olduğu gibi- beden ve ruh arasında bir paralellik kurarak, birbirlerini olumlu ya da olumsuz olarak etkileyebileceklerini savunmaktadır. “Saf” kadınlar, savunmasız ve her an baĢtan

çıkarılmaya hazır; “ahlaksız” kadınlarsa zaten çoktan baĢtan çıkarılmıĢ kadınlar olarak tanımlanmıĢtır. Bu söylemin kökeni ise -Aristotelesçi geleneğin bir yansıması olarak- kadının zayıf ve baĢtan çıkarılmaya müsait olduğu varsayımına dayanmaktadır (Oranlı, 2009: 340-341).

Ahlaksız kadının en belirgin örneği fahişeliktir. Fahişe, on dokuzuncu yüzyılda cadı figürünün yerini almıĢtır. Kadın saf, temiz ve kurban konumundan „femme fatale‟ bir karaktere dönüĢmüĢtür. Fahişeler fiziksel özellikleri, cinsel organları ve doğurma kapasitelerine göre sınıflandırılmıĢ ve cinsel yolla bulaĢan hastalıkların kaynağı olarak görülmüĢlerdir. Ayrıca mental ve fizyolojik olguları olumsuz yönde etkileyerek insan ırkını tehdit etmektedir (Gilman, 1985: 221-226). Dönemin fahişe anlayıĢını en iyi yansıtan figürlerden biri Medusa‟dır. Medusa elinde bir kafatası tutar ve bu, kadının frengi taĢıyan cinsel organını ve frengi sonrası ölümü simgeler. Bu temsil biçimi, kadını hem kurban hem de suçlu ilan etmektedir (Oranlı, 2009: 341-342).

Kadının toplumun onayıyla kamusal alanda yer alması ve çalıĢma hayatına girmesi ise, on dokuzuncu yüzyıl sanayileĢmesinin kaçınılmaz bir parçası olmuĢtur. Gilman‟a göre, kadın artık evde oturmak zorunda olan bir varlık değildir. Kadının erkek tarafından baskılanması, korunması, yönlendirilmesi ya da engellenmesi yaĢanan toplumsal evrim süreciyle değiĢime uğramıĢtır. Kadın, yeteneklerini ve kapasitesini yükselterek artık kendisi üzerinde söz söyleme hakkına eriĢmiĢtir (Gilman, 1904: 277). ÇalıĢmak artık yalnızca para kazanmanın bir aracı değil kadınların kendilerini ifade etmelerinin ve kiĢisel açıdan tatmin sağlayabilmelerinin bir aracı olmuĢtur. Bir kadının üretmesi, sadece zevk verme iĢlevini değil, ona her açıdan sağlıklı bir hayat sunma iĢlevini de yerine getirmektedir (Gilman, 1908: 157).

Viktoryen dönem kadınları, herhangi bir Ģehveti ya da cinsel isteği bulunmayan saf birer tanrısal varlık olarak kabul edilmiĢ ve „evdeki melekler‟ olarak tanımlanmıĢlardır. Masum gelinler ve ahlaklı evli kadınların cinsiyetsizliği üzerine kurulan ideolojiler hem dönemin romanlarında hem de tıp literatüründe desteklenmiĢtir. Dönemin önde gelen doktorlarından William Acton‟a göre, en iyi anneler, eĢler ve ev idarecileri cinsel zevkler hakkında oldukça az Ģey bilen ve

nadiren cinsel istekte bulunandır. Hissettikleri en yoğun duygu yuvalarına ve çocuklarına karĢı besledikleri görev bilinci ve sevgidir (1875: 213).

Dönemin ahlak anlayıĢı cinsel iliĢkinin zevk üzerine yapılmasını hala onaylamamaktadır. 1840 ve 1860 arasında geliĢen ovoloji bilimi, kadın orgazmının üremede herhangi bir rolü olmadığını ileri sürmüĢtür. Kadının cinsellikten zevk almak yerine sadece üremek için pasif bir cinsel birleĢme yaĢaması gerektiği vurgulanmıĢ, kadın cinselliğine duyulan korku ve düĢmanlık artmıĢtır. Bu doğrultuda kadın cinselliğini iĢlevsiz kılmak ve mastürbasyonu ortadan kaldırmak için, klitorisin cinsellikte payının olmadığı sonucuna varan sayısız araĢtırma yapılmıĢtır (Perrot, 1990: 495; Ellis, 1942: 276-277). Diğer taraftan kadının iĢlevsiz bir cinselliği olduğu üzerine söylenen görüĢlerin aksine Edward B. Foote doğum kontrolünü destekleyerek kadın cinselliği konusunda araĢtırmalar yapmıĢ, üremede, cinsel birleĢmede ve kadının hamile kalmasında klitorisin büyük bir önem taĢıdığını dile getirmiĢtir (1896: 490-491).

Meleksi kadın figürü yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürmüĢtür. Ancak cinsel iliĢkinin utanç tabusu yıkılmıĢtır. Karı-koca iliĢkisi bir görevden ziyade sevgi iliĢkisine dönüĢmüĢ ve kadın hazzı normal karĢılanmaya baĢlanmıĢtır. Koca artık efendi ya da sahip rolünde değildir. Annelikle ilgili normlar değiĢmiĢ ve çocuk yetiĢtirmek, doğurmaktan daha önemli hale gelmiĢtir (Knibiehler, 2005: 327). 1870 ve 1880‟lerde kadın sorununun daha çok ses getirmeye baĢlamasıyla da toplumsal olarak kadın cinselliğine verilen önem artmaya ve cinselliğin sadece üremeden ibaret olmadığı kabul edilmeye baĢlanmıĢtır. Yirminci yüzyıla girildiğindeyse bu yeni bakıĢ açısı giderek yaygınlaĢmıĢtır (Yalom, 2002: 293;297).

Yüzyılın sonunda boĢanma pek çok Avrupa ülkesinde olanaklı hale gelmiĢtir. Artık kadının boĢanma davası açabilmek için zinadan daha farklı sebepleri vardır. Kadının zina yapması ise sadece bir kusur statüsüne indirgenmiĢtir. Evlilik yerine yüksek eğitimi seçme hakkı üst sınıf kızlarına özgü bir durum olsa da yine de büyük bir geliĢmedir. Alt sınıf iĢçi ailelerin kadınları eskiye oranla daha çok aile bütçesi ve din arasında sıkıĢıp kalmıĢ durumdadır. Hem dıĢarda çalıĢıp hem de ev iĢlerini

halletmek zorundadırlar. Bu yüzden yüksek eğitime eriĢmeleri zor olmuĢtur. (Knibiehler, 2005: 343-344).

Bekar kadın, kadına karĢı duyulan bütün korkuların adeta Ģekil bulmuĢ halidir. Kadının entelektüel, ekonomik, cinsel ya da sosyal alandaki ilerleyiĢi, evlilik oranlarında azalmaya neden olmuĢ ve bekar kadının varlığı toplumun temeli sayılan aile üzerinde ciddi bir tehdit olarak görülmeye baĢlanmıĢtır. Bu nedenle bekar kadın daha önce hiç olmadığı kadar tartıĢmaya konu olmuĢtur. Bekarlığının nedenleri ve sonuçları antropolojiden tıp bilimine kadar pek çok alanda incelenmiĢtir. Evde kalmıĢ kız figürü edebiyatta sıkça yer almıĢ; kadınlar için yaĢlı, evde kalmıĢ, Ģirret, lezbiyen ya da orospu gibi aĢağılayıcı pek çok ifade kullanılmıĢtır (Dauphin, 1984: 207-214; Knibiehler, 1976: 834).

Birinci Dünya SavaĢı‟ndan önceki dönemde “kadın sorunu” toplumun en baĢta gelen sorunu olmuĢ ve oldukça çalkantılı bir dönem yaĢanmıĢtır. Kadınların toplumdaki yerini değiĢtirmek ve haklarını savunmak için pek çok hareket ortaya çıkmıĢtır. Bunlardan biri olan National Union of Women's Suffrage Societies kadın hakları için büyük adımlar atmaya hazırlanırken 1914 yılında savaĢ baĢlamıĢ ve cinsiyetleri yerlerine geri göndermiĢtir. Erkeklerin cepheye gitmesi, aile duygularını güçlendirmiĢ ve bir erkek kahraman imgesi ortaya çıkarmıĢtır. Öyle ki dönemin önde gelen feministleri de dahil bütün kadınlar, kendi hak savunularını askıya alarak, kendilerinden beklenen kadınlık görevlerini yerine getirmiĢ ve kurulan “ulusal ve kutsal birlik” dayanıĢmasına dahil olarak toplum tarafından yüceltilmeye baĢlamıĢtır (Thébaud, 1986: 33-36).