• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM GEÇMĠġTEN GÜNÜMÜZE DEĞĠġEN KADINLIK OLGUSU

1.5. MODERN DÖNEMDE KADININ KONUMU

1.5.4. Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan Günümüze

Ġkinci Dünya SavaĢı‟nda, kadınlara tarihin bütün kriz dönemlerinde olduğundan daha fazla ihtiyaç duyulmuĢtur. Öyle ki kadınların ev ortamında çalıĢmaları tartıĢmalı bir konu olmuĢ, Almanya‟da çalıĢma önce propaganda yoluyla sağlanmıĢ daha sonrasında ise artan talep üzerine bir zorunluluk halini almıĢtır. Ġngiltere‟de ise 1942 ve 1943 yılları arasında aynı zorunluluğa ek olarak, kadınlara orduya kaydolma zorunluluğu getirilmiĢtir. 1942‟de kadınlar savaĢ muhabirliği, gemi kaptanlığı ve ordudaki yüksek kademeler dahil pek çok alanda çalıĢmaya baĢlamıĢlardır. Birinci Dünya SavaĢı‟yla kıyaslandığında çalıĢan kadın sayısı dramatik ölçüde fazla olmuĢ ve savaĢın doruğa ulaĢtığı 1943‟te sayı daha da artmıĢtır. Ofiste çalıĢmak bir kadın iĢi haline gelmiĢtir. Bu arada kadın hareketinin yarım yüzyıl kadar verdiği fuhuĢ karĢıtı mücadele, savaĢtaki erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karĢılaması için devre dıĢı bırakılmıĢ ve genelevler legal hale getirilmiĢtir (Bock, 2004, 253-258).

Yirminci yüzyılın ikinci yarısına, ilk yarısında yaĢanan olayların gölgesinde girilmiĢtir. YaĢananların toparlanması ise belli bir zaman alacaktır. Çünkü Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra “altın yirmiler” gibi bir dönem yaĢanmamıĢtır. Dolayısıyla

cinsiyetlerdeki dönüĢüm savaĢın taze anıları ve sonuçlarının üstesinden gelinmeden, ellili ve altmıĢlı yılların “ekonomi mucizesi” yaĢanmadan ve demokrasi sağlanmadan gerçekleĢmemiĢtir (Bock, 2004: 269-270). SavaĢ sonrasında kadınlara, birkaç yıl önce iĢ gücüne katılmalarının yurttaĢlık görevi olduğu söylendiği gibi eve dönmenin bir yurttaĢlık görevi olduğu fikri dayatılmıĢtır (Thébaud, 2005a: 19).

Kadınların ataerkilliğin son izlerini silmek ve on dokuzuncu yüzyılın bireysel erkek figürüne karĢı evrensel bireyselliğe zafer kazandırmak için verdikleri hak eĢitliği mücadelesi iki yüz yıl sürmüĢtür (Rigaux, 1980: 88). Bu doğrultuda gözle görülür biçimde yüzyılın ikinci yarısında gerçekleĢen devrimler, kadınların yarattıkları baskının bir ürünüdür. Reform hareketindeki esas belirlenimci etken ise kuĢak değiĢimi ve özel alanın hiyerarĢik olan üzerindeki devrimci yaklaĢımıdır. YaĢanan tüm çatıĢmalara rağmen kamuoyu büyük bir değiĢime uğramıĢtır (Bock, 2004: 291- 292).

Avrupa ülkelerinin çoğunda kadınların yurttaĢlığı ve siyaseti bir güç olarak kullanmaya baĢlaması, yaĢadıkları deneyimlerin bir sonucu olarak geliĢmiĢtir. Kadın nüfusunun yoğunlukta olduğu bölgelerde kadın oylarının yönü, maruz kaldıkları eĢitsizliğin farkındalık düzeyine paralel olarak değiĢmiĢtir. Artık oy veren ve oy alan bütün kadınlar sahip oldukları gücün ve yaratabilecekleri değiĢimin farkına varmıĢ durumdadır. Pek çok kadın muhafazakar partilerden ayrılıp, daha muhalif görüĢler etrafında toplanmaya baĢlamıĢtır. Bu durumda kadınlar, sadece siyasal düzeni ve erkeklerin tekelini tehdit ettikleri için değil, siyasi gücün farkına vardıkları için tehdit sayılmaktadır. Bu nedenle uzun yıllar boyunca erkekler dıĢiĢleri, adalet, savunma, ekonomi gibi devletin kritik alanlarında görev alırken; kadınlara gözlerden uzak, ailevi ve kültürel alanlarda görevler verilmiĢtir. Böylesi pasif konumlar, -erkekler için- kadınları siyasi alana dahil etme yanlıĢını gidermenin en iyi yollarından biridir. Ancak değiĢim umutlarının taĢıyıcısı olan kadınlar, taĢıdıkları tarihsel geçmiĢ ve deneyimlerle, toplumun gerçekliğine daha yakındırlar. Kadın politikacılar iktidar konumunda olabileceklerini vurgulamıĢ, geçmiĢ siyasi eğilimlerin yararsızlığını dile getirmiĢ ve yeni alternatifler sunmuĢlardır (Sineau, 2005: 468-469; 477-480).

Kadının ezilen ve baskı gören bir cins olmasına sebep olan bütün yasaların temelini eski Roma kanunları oluĢturmuĢtur. Roma yasaları ise insanı sadece sahip olduğu mülk kadarıyla insan saymıĢ ve kadın yakın bir zamana kadar mülkiyet hakkına sahip olmamıĢtır. Diğer taraftan kadının yararına gibi görünen Germanik yasalar da Roma yasalarından farklı değildir. Bu doğrultuda Roma yasalarının izlerini barındıran Napoleonik yasa, Ġkinci Dünya SavaĢı‟ndan sonra ortaya çıkan yasa modellerini köklü biçimde etkilemiĢtir (Bebel, 1977: 131-133).

SavaĢ sonunda totaliter rejimin demokrasiye mağlup olmasıyla bireysel haklara vurgu yapılmaya baĢlanmıĢtır. Kadınlara verilen haklar, yaĢadıkları coğrafyaya ve 1960‟lardaki reform rüzgarlarına göre Ģekil almıĢtır. Karı-kocanın eĢitliği ve erkeğin “evin reisi” olmadığı düĢüncesi, ilk olarak Amerikan ve Ġngiliz hukukuna etki etmiĢtir. Batılı ülkelerin –Ġngiltere‟nin ardından- Fransız Devrimi‟nden yaklaĢık yüz elli yıl sonra eĢitlik ibaresine yasalarında yer vermesiyle –Fransa 1946, Ġtalya 1947, Batı Almanya 1949-, eĢitlikçi ilkeler Batı Avrupa ülkelerinde ilk kez anayasalara girmeye baĢlamıĢtır. 1960‟lardaki hareketler, evlilik ve siyasal toplum üzerinde etki eden “atadan kalma” gelenekleri ortadan kaldırmıĢ, karı-kocanın özel hukuktaki eĢitliğini sağlama yolunda önemli bir adım atılmıĢtır. Hukuk artık kadının bireyselliğini ve farklı kadın rollerini tanımaktadır (Sineau, 2005: 455-460; Thébaud, 2005a: 20). Diğer taraftan Odile Dhavernas'ın ifadesiyle, geleneksel tutumun kadını doğayla, erkeği kültürle buluĢturduğu ülkelerde hukuk ve gelenek arasındaki sıkı bağ var olmaya devam etmiĢtir (1988: 391). SavaĢtan sonra, Napoleonik yasaya, Katolik dine ve faĢizme tabi olan ülkeler –Latin ülkeler-, daha erken liberalleĢen Germanik hukuka tâbi ülkelere kıyasla eĢitlikçi ilkeleri devreye sokmakta geç kalmıĢlardır. Öyle ki Ġskandinav kadınlar Birinci Dünya SavaĢı ve öncesinde siyasal hakka kavuĢan ilk kadınlarken, Portekiz 1976, Liechtenstein ise 1980‟e kadar kadınlara eĢitlik hakkını tanımamıĢtır (Sineau, 2005: 461).

Medeni kanunda yapılan değiĢikliklerle evli kadın ve erkeğin eĢitliğine yönelik olarak iki savaĢ arasında atılan adımlar nihayete ermiĢtir. Bu doğrultuda, Fransa‟da erkeğin kadın üzerindeki vesayet hakkı 1965‟te kaldırılmıĢ, 1970‟te “aile reisi” ibaresi anayasadan silinmiĢ, baba otoritesi yerini anne ve baba otoritesine bırakmıĢ, zina suç olmaktan çıkmıĢ, boĢanma için karĢılıklı rıza koĢulu getirilmiĢ ve

kadının ev iĢleriyle ilgilenmesi 1975‟te zorunluluk olmaktan çıkarılmıĢtır. Ayrıca aile mülkiyeti üzerindeki idare hakkında kadın ve erkek eĢit hak sahibi olmuĢtur. Batı Almanya‟da ise malların eĢit paylaĢımı ilkesi, baba otoritesini ve evlilikteki diğer hakları karı-koca arasında eĢit kılmaya yetmiĢtir. 1976‟da ise ev içindeki iĢ bölümü kadın ve erkeğin kararına bırakılmıĢtır. 1991‟de ise kadınlara evlendikten sonra da evlenmeden önceki soyadlarını kullanma yetkisi verilmiĢtir. Evli kadınlar, ellili yılların sonunda Hollanda, Ġrlanda ve Belçika‟da; yetmiĢli yıllarda Lüksemburg, Ġspanya ve Portekiz‟de medeni kanunun kendilerine sunduğu özerkliğe kavuĢmuĢlardır (Bock, 2004: 285-286).

Fransa ve Almanya örneğinde de görüldüğü gibi tarihin akıĢında, dinin, bilimin, sanayinin, yasaların ilerleyiĢi ve değiĢimi içinde, aile eski fonksiyonunu tamamlamıĢ ve dönüĢümün bir gereği olarak form değiĢtirmiĢtir (Bebel, 1977: 114- 117). Hukukta yapılan genel düzenlemelerle evlilik artık hiyerarĢik değil iki baĢlı hale gelmiĢtir. Kadının ve çocukların yetkisini doğrudan erkeğe devreden patria potestas kavramı ortadan kalkmıĢtır. Cinsel eĢitlik ve karı-kocanın bağımsızlığı ilkesi hukukun köklü yapısı halini almıĢtır. Böylece evlilik kiĢisel doyum ve karĢılıklı özverinin yaĢandığı, liberal, laik ve bireysel bir birlikteliğe dönüĢmüĢtür. Bunlara rağmen evliliğin halen varlığını korumasının sebebi, sağlanan haklar, maddi avantajlar ve çocukların vesayeti olmuĢtur. 1980‟lere gelindiğinde ataerkillik Avrupa‟da geçmiĢin bir kalıntısı haline gelmiĢtir. Kısaca bireysellik, ataerkil ailenin önüne geçmiĢtir (Bock, 2004: 292-294; Sineau, 2005: 465).

Modern feminizm ise elde edilen bütün bu hakların dıĢında geliĢmiĢtir. Çünkü 1970‟lerin feminizmi radikal bir üslupla, “devrim içinde bir devrim” isteyerek, önerilen ve gerçekleĢtirilen bütün yasaları değersiz görme ve sistemi tamamen reddetme eğilimindedir. Talepleri, elde edilen kazanımların çok daha ötesindedir. Yasalar, yararsız ve gereksiz görülmektedir. Sistem tümden bir değiĢime ihtiyaç duymaktadır. Kadınları, kocaları önünde medeni eĢitliğe götüren yasa, feministlerin ilgisini dahi çekmeden yürürlüğe konmuĢtur (Sineau, 2005: 466). Çünkü erkeklerle yasal eĢitlik talebi onlar için bir küçümseme sebebi olmuĢtur. Hareketin amacı, eĢitlik değil, özgürlüktür (Bock, 2004: 276).Ancak bir süre sonra yasa karĢıtlığı son

bulmuĢ ve tecavüz, Ģiddet, cinsel taciz gibi cinsel ayrımcılığa özgü yeni yasa talepleri feministlerce gündeme getirilmiĢtir (Sineau, 2005: 466).

Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki bir diğer önemli ilerleme ise eğitim alanında olmuĢtur. Üniversite okuyan kadınların sayısı çoğu Avrupa ülkesinde altmıĢlı yıllardan itibaren artmıĢtır. Böylece eğitim mücadelesinde yeni bir evreye girilmiĢtir. Salt bir ev kadını olmak artık demode bulunan bir durum haline gelmiĢtir. Kadınlar erkeklere özgü sayılan bütün alanlarda eğitim almaya baĢlamıĢtır. Ancak kadınların varlığını bütün boyutlarıyla ele alması bakımından belki de en kritik alan tarihtir. Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasına kadar üniversitelerde tarih okumak erkeklerin tekelindeyken, yetmiĢli yıllarda tarih öğrencilerinin yarısını kadınlar oluĢturmaktadır. Artık kadınların tarihi keĢfedilmiĢ ve kadın tarihi yoğun olarak araĢtırılmaya baĢlanmıĢtır. Tarih araĢtırmaları, öncelikle Descartes‟in beden ve zihni birbirinden ayırdığı ratio kavramı etrafında Ģekillenir. Zihnin cinsiyetinin olmadığı düĢüncesi birçok on dokuzuncu yüzyıl kadını tarafından kabul edilmiĢtir. Tarih araĢtırmaları sırasında keĢfedilen bir diğer konu da feminist seslerin, -feminizm kavramının kabul edilmesinden önce- cinsiyetlerle ilgili konularda otoritelere baĢkaldırmıĢ olmasıdır. Böylece “on dokuz ve yirminci yüzyılın bir ürünü olarak kabul edilen feminist sesler, daha önce de varsa neden bunun keĢfedilmesi üç yüz yıl sürmüĢtür?” sorusu gündeme gelmiĢtir (Bock, 2004: 295-298).

Bunun nedenlerinden biri, kendilerinden önceki kadın hareketlerinden miras alabilecekleri bir geleneğin olmayıĢıdır. Çünkü kadınların genel olarak eğitimden, bilgi ve kaynaklara eriĢimden yoksun olmaları, fikirlerini geliĢtirseler bile onları aktarmaktan yoksun bırakmıĢtır. Kadınların aksine erkekler yazılı tarihi yaratmıĢlar ve bir kuĢaktan diğerine bilgileri aktararak büyük bir ilerleme sağlamıĢlardır. Böylece düĢüncelerini sonraki jenerasyona en üst düzeyde iletebilmiĢlerdir. Oysa kadınlar ataerkil düĢünceye karĢı bir otoriteyi savunmalarına rağmen tekrar tekrar tekerleği baĢtan icat etmek zorunda kalmıĢlardır (Lerner, 1993: 166). Ġkinci neden, bütün kadınların aynı tarihi arka plana ait olmamalarıdır. Kadınların tarihi en az erkeklerin tarihi kadar karmaĢıktır. Kadın cinsi, tekil değil çoğul bir varlık olarak toplumdaki yerini bulmuĢtur. Ancak kadının tanımı ve ne olduğu zamana ve mekana göre değiĢkenlik göstermektedir. Bu haliyle tanımının belirgin bir sürekliliği yoktur

ve bu tarih yazımında istikrarsızlığa neden olmuĢtur (Riley, 1988: 1). Tarih yazımının tekerleği yeniden dönmeye baĢladığından bu yana kadınların kültür ve tarih tarafından oluĢturulmuĢ bir kimliğe ve niteliğe sahip olduğu ortaya çıkmıĢtır. Kadın tarihçiler, dil ve anlam değiĢimleri üzerine yoğunlaĢmıĢlardır (Bock, 2004: 300-301).

Eğitim alanında kısaca geçmiĢe bakarsak, kadınlar düĢünsel yetenekleri olmayan varlıklar olarak görüldüklerinden, her türlü eğitim fırsatından yoksun yaĢamıĢlardır. Ancak her Ģeyden önce kadınlar kazanım elde etmek için önceki yüzyıllarda da erkeklerin kendilerine imkan sunmasını beklemeden harekete geçmiĢlerdir. Tarih kadınların sanıldığından daha zeki varlıklar olduğunu gösterecek kanıtlarla doludur. EĢit geliĢim Ģartlarına sahip olmamalarına rağmen krallıklarda bile çok sayıda kadının baĢarısı görülmüĢtür. Kastilla‟da İzabella ve Blanche, Ġngiltere‟de Elizabeth, Rusya‟da Katherina ve Maria Therese bunlara iyi birer örnektir. Bazılarına göre kadınlar erkeklerden daha iyi yöneticilik yeteneğine sahiptir. Öyle ki Kraliçe Viktoria öldüğünde Ġngiliz gazeteleri, kadınların daha iyi idareciler olduklarını söyleyerek baĢa yeniden bir kadının gelmesini istemiĢlerdir. Tabiatın vermiĢ olduğu yetileri geliĢtirme ve istediği ölçüde kullanma hakkının kadına tanınmaması, ataerkil yapının insanlığa sunduğu en büyük yoksunluktur (Bebel, 1977: 118-119).

Bu geliĢmelerin yanında kadınlar yine ikincil bir unsur olarak kullanılmaya yirminci yüzyılın ikinci yarısında da devam etmiĢtir. Örneğin; erkek siyasetçiler tıpkı devrim ve savaĢ dönemleri gibi olağanüstü hallerde baĢvurdukları „kadına yönelme‟ fırsatını unutmamıĢlardır. Fransa ve Ġtalya‟da Katolik propagandaya verilen komünist karĢı propagandada ve Soğuk SavaĢ‟ın Katolik sağ ve Marksist solun ideolojik mücadelesinde yine artı bir değer ve piyon olarak kullanılmıĢlardır. Ancak dinsel pratiğin gerilemesi ve küresel güç iliĢkilerinin değiĢmesiyle bu mücadeleler önemini yitirmiĢ ve kadınlar yine önemsiz sayılmaya baĢlamıĢtır. Diğer taraftan kadınlar artık kültürel açıdan değiĢmeye baĢlamıĢtır. SavaĢ, nükleer faaliyetler, diplomasi, dıĢ iliĢkiler, askeri güç kullanımı gibi olguların yararsızlığı hakkında fikir sunma kapasiteleri artmıĢtır. Ülkelerarası güç savaĢımına dahil olmaktansa daha insani varoluĢ noktalarına değinmenin yararını fark etmeleri, onlara daha geniĢ bir vizyon

sunmuĢtur. 1980‟lerin sonuna gelindiğinde kadınlar kendilerini daha iyi ifade etmeye baĢlamıĢlardır (Sineau, 2005: 470-473).

Batı Avrupalı kadınların çoğu 1980‟lerin sonuna doğru artık muhafazakar ideolojinin istediği yerin uzağındadır. ÇalıĢan kadın sayısında 1980‟e kadar belirgin bir artıĢ olmuĢtur. Bunun en önemli nedeni çalıĢma koĢulları ve ücretlerinin yirminci yüzyılın baĢına oranla ellili yıllardan itibaren iyileĢmesidir. Geleneksel public man ve private woman terimlerinin yerini artık public man ve public woman almıĢtır. Hizmet sektöründe çalıĢan kadınların sayısı savaĢ sonrasında artmıĢ, sanayi sektöründe çalıĢan kadın sayısı ise azalmıĢtır. Evli kadınlara ve annelere yarı zamanlı iĢ imkanı tanınmıĢtır (Bock, 2004: 282-283).

Geçen kırk yıl içinde kadınların oylarının yön değiĢtirmesi, geçirdikleri sosyal değiĢimler, ücretli emeğin yaygınlaĢması, eğitimin demokratikleĢmesi ve hizmet sektörünün büyümesi kadınların geçtiği sessiz devrimi yansıtan en önemli göstergeler arasındadır. YaĢanan dönüĢümler, genç kadınlara ataerkilliği reddetmeyi, sosyal ve siyasal yaĢamda rollere karĢı çıkmayı geç de olsa öğretmiĢtir. Bu hem kadın hareketinin hem de modern feminizmin en büyük baĢarısıdır (Sineau, 2005: 472-473). Bu baĢarı onlara hayatta kendi yetenek ve güçleriyle ayakta durma yetisini vermektedir. Toplumsal ve siyasal koĢullar da artık kadınlara karĢı çoğunlukla ilgisiz kalmamaktadır. Üstelik kadın ve erkeğin toplumsal ve siyasal hayatta beraber hareket etmeleri, ortak iliĢkilerine zarar vermek bir yana aralarındaki iliĢkiyi daha da düzenlemeye ve topluma daha önce görülmemiĢ bir düzen getirmeye uygundur (Bebel, 1977: 140-142).

Bütün kazanımlara rağmen, cinsiyetler arası iliĢkinin tarih ve kültür tarafından biçimlendirilmiĢ köklü yapılar olduğu düĢünüldüğünde, tam bir dönüĢümün uzun bir süreç gerektirdiği açıktır. Kalıcı bir değiĢimin yaratılması, kadın ve erkek bilincinin eĢitlik ve özgürlük bağlamında değiĢmesiyle mümkün olacaktır (Bock, 2004: 294). Ancak yüzyıllar içinde görüldüğü gibi toplumun tabuları, belli değiĢimlere bağlı olarak sürekli bir dönüĢüme uğramıĢtır. Bütün siyasal ve toplumsal yapılanmalar değiĢiklik ve yıkılmalarla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Bundan yüzyıllar önce kadın ve evlilik nasıl bugün olduğu konumda değilse, ileride de bugünkü

konumundan ötede olması muhtemeldir. YaĢanan dönüĢümler bunun en iyi göstergesidir. Kadının toplumdaki her türlü değiĢim adımına tepki gösteren erkekler halen vardır. Ancak onlar, tren icat edildiğinde de tepki göstermiĢlerdir (Bebel, 1977: 114-117).

Son olarak, cinsiyet, cinsiyetler arasında algılanan farklılıklara dayalı olarak geliĢen toplumsal iliĢkilerin kurucu unsurlarından biridir ve iktidar iliĢkilerini simgelemekte kullanılan birincil yoldur. Toplumsal iliĢkilerin düzenlenmesindeki değiĢiklikler ise her zaman iktidar temsilciliğindeki değiĢikliklere karĢılık gelir (Scott, 1988: 42-43). Eskiye dönüp bakıldığında toplumun ilk çiftçi ve sanayicisi, ilk bilim insanı, hemĢiresi, doktoru, mimarı ve mühendisi, ilk öğretmeni, ilk dilbilimci ve tarihçisi kadındır. Kadın ilkel dönemdeki toplumun üretici gücü olma vasfını halen içinde taĢımaktadır (Reed, 2012: 171-172). Üstelik her dönemde yaratıcı gücün sahibi olduğunu defalarca göstermiĢtir. Ataerkilliğin yapısal dönüĢümü göz önünde bulundurulduğunda, kadının yeniden “gerçek” değerine eriĢmesi olanaksız görünmemektedir.